Tarikat nedir biliyor muyuz?
Ülkemizin en önemli sorunlarından biri tarikatlar. Fakat asıl sorunumuz sanırım tarikatın ne olduğunu anlamamış olmamız.
Tarikat dediğimizde aklımıza ilk gelen dinsel ya da dinci örgütler. Böyle baktığımız zaman da doğal olarak tarikat karşıtı olmak din karşıtı olmak gibi algılanıyor ama daha vahimi tarikatların dinle özdeş tutulmasıdır; bu bakış açısı dönüp kendini vurur; tarikatçılar dindar, tarikatsızlar ise dinsiz olmuş olur. Dindarları tarikattan kurtarmak yerine tarikatların ağına itmiş oluruz.
Ya da herhangi bir örgüt biçiminden bahsettiğimizde kolaylıkla tarikat deyiveririz. Bu, bir anlamda doğrudur ama çoğu anlamda yanlıştır. Eğer tarikattan kastımız sadece bir örgüt ise, dünyadaki tüm örgütlere de bir şekilde tarikat dememiz gerekir. Ama elbette öyle değil. Tarikata karşı çıkanlar örgüt karşıtı olarak görülürse büyük bir yanlış olur ama daha büyük yanlış örgütlenme hakkı ile tarikat hakkının eşleştirilmesi olur ve daha da beteri tarikat karşıtlığı adına örgütsüzlük propagandası yapanlar türer.
Tarikatın ne olduğunu anlamak için basit bir tanımım var: Tarikat, kendi kendine yeten bir örgüttür ve tarikatçının tüm dünyası da o tarikattır. Bu, tarikatın ontolojik duruşudur ve her tarikatçı da tarikata katıldığı muhtemelen küçük yaşlardan itibaren bu ontolojiyi benimser.
Gerçekten de tarikattan çıkarılmak sadece sosyal yaşamın dışına çıkarılmak olmaz, yaşamın sonudur, dünyanın sonudur. Tarikatsız insanın bir dünyası kalmaz.
Kabilelerin dünyası
Ortaçağda tüm tarikatlar, kendi örgütsel yapılarının ideolojisi olarak dinsel düşünceleri benimsemiştir, dolayısıyla tarikat ortaya çıkışı itibariyle dinsel bir örgütlenme biçimi gibi algılanmıştır. Oysa ki tarikatlardan önceki devirlerde kabileler vardı. Kabileler de aslında tamamen kapalı, kendi kendine yeten örgütlerdir. Ve kabilenin dışında bir dünya ve yaşam yoktur. Kabileler, kendi örgütsel dünyalarını gerçekten de tüm dünya olarak algılarlar. Bu dünyanın dışında başka kabilelerle karşı karşıya geldiklerinde de bir anlamda “dünyalar savaşı” ortaya çıkar. Kabilenin dışındaki diğer kabileler, kabilenin dünyasına yönelmiş bir tehdittir.
Kabilelerin devri ne kadar sürdü tarihi kayıtlarla tam olarak bilemiyoruz ama bir sonraki aşamada kabilelerin artık daha büyük kabileler olan aşiretlere dönüştüğünü biliyoruz. Aşiretler de tıpkı kabileler ve tarikatlar gibi kendi kendilerine yeten örgütlerdir. Aşiret içinde yaşam vardır aşiretin ötesinde ise yaşam yoktur. İster kabilenin ister aşiretin üyesi olsun, kişi kendi kabilesinin ya da aşiretinin dışında bir dünya tasavvur dahi edemez.
Kabilelerin de ideolojileri vardı, bugünküne göre son derece ilkel görünse de dinsel inançları da vardı. Fakat kabileler aşiretlere dönüşürken, dünyada kabileler çözülmeye başlamıştır. Daha doğrusu kabileler, kabile savaşları ile birbirlerini kırmışlar ve daha büyük kabileler oluşturmuşlardır.
Ama daha büyük nüfusların bir araya geldiği devirler aynı zamanda tek tanrılı dinlerin güçlendiği dönemlere denk gelir. Ortaçağ dediğimiz dönemin ideolojisi dinseldir ama örgütsel yapısı kabilesel-aşiretseldir. Bu dönemlere şimdilerde ulus öncesi dönemler diyoruz. Pek çok prenslik, beylik, krallık, derebeylik, ağalık gibi örgütsel yapılar aslında kabile sisteminin bir üst aşamasıdır.
Tarikatların dünyası
Kabilelerin de dinsel inançları vardı ve din adamları da. Ortaçağ’da ise artık din adamları ile birlikte tarikatlar ortaya çıkmıştı. Kimi tarikatlar doğrudan bir beylikle anılabilirdi. Kimi zaman pek çok tarikat tek bir beyliğin altında barınabilirdi. Ama tarikatlar kurgu olarak kendi kendine dünya oluştururdu.
Bir tarikatın tek gayesi de tarikat üyelerinin sayısını yani müritleri arttırmaktı. Tarikatların mürit sayısı arttırma gayreti bugünkü anlamda siyasal partilerin üye sayısı arttırma faaliyetine sadece şekilsel olarak benzer, tarikat üye sayısının arttırılması tarikat dünyasının genişlemesi anlamına gelir, tarikatın hedefi de bu dünyanın genişlemesi, genişlemesi ve tüm dünyayı kapsamasıdır.
Bunu tersinden okursanız: Tarikatın dünyasının genişlemesi, tarikat dışı dünyaların daralması ve yok olması demektir. Tarikatların kendi aralarındaki savaşlar bu nedenle tıpkı kabile savaşları gibi son derece acımasız ve yok edicidir.
Tarikat savaşlarının en vahşi ve kanlı geçtiği coğrafya Avrupa coğrafyasıdır ve laikliğin de oradan çıkmış olması normaldir. Bu, öylesine kanlı bir dönemdir ki Avrupa nüfusunun neredeyse yarısı kırılmıştır. En sonunda laiklik ortaya çıkmıştır ama ilk çıkışı itibariyle anlamı din barışıdır. Artık hiçbir tarikat, mezhep, cemaat diğerine savaş açmayacaktır, diğerinin de yaşam hakkı olduğunu kabul edecektir. Uluslararası hukuk oluşmaya başlamıştır, artık uluslar arasındadır her şey.
Ulusların dünyası
Evet aynı dönem Avrupa’da uluslaşmanın da başlangıcıdır, devletleşmenin de. Aslında buradan tek bir sonuç çıkar, devletin ve ulusun olduğu yerde artık din savaşları biter, tarikatlar kendi dünyalarını tek dünya yapma hedeflerinden vazgeçerler.
Avrupa’da ve Amerika’da bugün de tarikatlar var sanırsak yanılırız. (Bu tür tarikatlar da mutlaka vardır ama bunlar içe dönük, marjinal, küçük yapılardır.) Amerika’da da Avrupa’da da dinsel akımlar güçlüdür, bize tarikat gibi görünen mezhepsel kiliseler, cemaatler yaygındır. Ama bunlar kendi örgütsel dünyalarını devlet yapmak gibi bir amaç gütmezler. Artık devleti ele geçirme gayreti yoktur, onun yerine devlette egemen düşünce olmaya uğraşırlar.
Avrupa’nın en eski tarikatlarından ikisinin Oxford ve Cambridge olduğunu hatırlayalım. Bugün bu iki üniversite sadece İngiltere’de ve Avrupa’da değil, Amerika dahil tüm dünyada etkindir ama bu etkinliğin asıl yapı taşı kadrolar, müritler yetiştirmesi değil egemen düşünce oluşturma gücüdür.
Oysaki tarikatın en temel işlevi mürit yetiştirmektir. Tekke içinde kapalı dünyada yetişen mürit şeyhine itaat edecektir. Sonra onlar da yeni müritler yetiştirecektir, böyle böyle, çoğala çoğala tarikat büyüyecek ve dünya olacaktır.
Fakat uluslar çağında artık tarikat bu tekkede adamını yetiştirme hakkını kaybeder. Çünkü artık devlet vatandaşına temel eğitimi verir. Temel ilkokul eğitimine karşı ülkemizde de, Avrupa’da da asıl direnişin tarikatlardan ve kiliselerden gelmiş olması boşuna değildir.
Tarikat, kendi adamını yetiştirir ve tüm ülkenin bu adamlardan oluşmasını ister, ülke onun için büyük bir tekkedir. Bu nedenle tarikatların tümünün en hassas olduğu nokta eğitim kurumlarıdır. Devletler vatandaş yaratırken tekkeler mürit yaratır. Müritlerin ya da kadroların devleti yönetmeye talip olması başka bir şeydir, tüm ülkeyi, tüm halkı mürit ya da kadro yapma çabası başka bir şeydir.
Tevhid-i Tedrisat ve Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması
Şunu çok iyi anlamalıyız ki, dünyası tarikat olan, tarikatını dünya yapmak ister.
Tarikatlar, Ortaçağ’da o çağın toplumsal yapısına uyan örgütlerdi. Ama modern çağda tamamen gerici işlev görürler ve dünyanın uluslardan, ulusların ise farklı sınıflardan, etnik kökenlerden, mezhep ve dinlerden oluştuğu gerçeğine karşı savaşırlar. Tarikatın devletleşmesi demek, ulusun yok edilmesi demektir.
Burjuva hukuku ve laikliği, bu noktada ulusu korur. Vatandaş Anayasa ile korunur ama tarikatlar Anayasaları yırtıp kendi tarikat programlarını getirmeye çalışırlar.
Tevhid-i Tedrisat yasasının anlamı biraz da bu açılardan değerlendirilmeli. Ve elbette bu yasanın tamamlayıcısı olan Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması Yasası ile birlikte. Neden Türkiye’de Şeriatçılar ve solcular bu yasalara karşı çıkarlar? Ulusa ve vatandaşa karşı oldukları için!
Bolşevik Tarikat olur mu?
Geçtiğimiz haftaki yazımda Bolşevik Parti’yi de bir tür tarikat örgütü olarak tanımlamıştım. Benim gibi Bolşevik usulde yetiştirilmiş ve Bolşevik usülde pek çok kadro yetiştirmiş biri için bu konuda konuşmak oldukça garip gelebilir kimilerine. Muhtemelen de yanlış anlaşılmaya çok müsait bir konu bu. Ama yine de anlatmaya çalışayım.
Bolşeviklerin tarikatçılığının kökeni, örgütsel hiyerarşik yapısı değildir. Tüm örgütlerin hiyerarşisi olur, hiyerarşisiz örgüt değil hiçbir şey olmaz. Her örgüt elbette kendi kadrolarını yetiştirecektir, bundan daha doğal bir şey olamaz. Ama Bolşevik Parti’nin tarikatçılığı onun iktidara gelmesi ile ortaya çıkar: Tüm ülkenin ve tüm halkın Bolşevikleştirilmesi. Bunun doğal sonucu Bolşevik olmayan halkın yok edilmesidir. Yani Bolşevik dünya genişlemek için ulus dünyasını yok eder. Böylece aslında kendi geleceğini de…
Elbette Ortaçağ’ın dinci tarikatlarının mümin-kafir ikileminin yerini artık burjuvazi- proletarya almıştır. Proletaryanın dünyası için tüm burjuvaların yok edilmesi gerekecektir. Ama burjuvadan kastın üretim aracı sahibi işverenler olduğu sanılmasın, Lenin çok bilinçliydi, burjuvanın gerçek anlamının orta sınıflar demek olduğunu biliyordu. Sınıfsız dünya için de orta sınıfların yok edilmesi şarttı!
Tekrarlamakta fayda var: Her örgüt bir tür tarikat sayılabilir ama değildir. Böyle olursa her kuruma, her partiye, hatta her akşamcı grubuna bile tarikat dememiz gerekir. Tarikat, amacı belli bir örgütlenmedir: Tarikatı dünyalaştırmak, dünyada tarikat dışında hiç kimseye yer bırakmamak.
Liberal tarikatçılık: Bireycilik
Aslında tarikatın dünyalaştırılması dediğimiz bakış açısı, Avrupa’da iki temel akımın mücadelesinde daha iyi gözlemlenebilir. Avrupa din savaşları sonrasında bir taraftan uluslaşır ve devletleşirken diğer yandan imparatorluklaşmaya ve sömürgeciliğe başlamıştı.
İmparatorlukçuluk, kabileciliğin ve tarikatçılığın ulus-devlet aşamasını atlama çabası gibi de yorumlanabilir. İmparatorluklar büyük kabileler olacaktı, fetih savaşları yapılacaktı, başka kabileler, başka mezhepler ve dinler yok edilecekti. İmparatorlukçu fetihçilik ya da sömürgecilik, bir anlamıyla kabileci tarikatçılığın yeniden dünyalaşma projesiydi.
Bugün çok iyi biliyoruz ki, sömürgecilik yenilgiye uğradı, bugün tüm dünyada uluslar ve ulus devletler var. Yani kabilecilik ve tarikatçılık bu uzatma savaşını da kaybetti. Ama kabileci tarikatçı dünya tasavvuru bambaşka bir yerden sinsice saldırıya geçti: Bireycilik!
Liberal birey kuramları ile Ortaçağ’ın mürit kuramlarının ortak noktası, ulus ve vatandaş karşıtlığıdır. Mürit, dört dörtlük bireydir, iki mürit arasında hiçbir fark olmaz, iki birey arasında da. Çünkü ikisinde de tek tip insan vardır.
Sosyalistler, dincilerle tarikatçılıkta buluştukları gibi liberalizmle de ulus ve vatandaş karşıtlığında buluşabilmişlerdir. Gerek Fransız İhtilali’ne yönelik eleştirilerde, gerekse Cumhuriyet’e ve Atatürk’e yönelik eleştirilerde ulus devleti ve ulusçuluğu tek tipleştirici bulur bizim solcularımız… Ama ulus devlete ve ulusçuluğa “tek tipleştirici” gerekçesiyle itiraz eden bu “enternasyonalistler” Bolşevikleştirmeye itiraz etmez!
Liberaller ise uluslaşmaya karşı tarikatlaşmayı savunurlar. Tarikat mı tek tipçidir ulus devlet mi! diye sormayın, hedef zaten tarikatlar yoluyla ulusun parçalanmasıdır. Hem burjuva düzenini savun, hem de onun hukuki temeli olan laikliğe karşı çık; bunun bir sebebi olmalı değil mi? Buna da emperyalizm diyoruz; emperyal liberalizm ulus devletler dünyasını bir yandan bireycilikle tek tipleştirmeye çalışırken diğer yandan etnik, dini, mezhepsel gerekçeler yaratarak, aşiretleri, tarikatları, terör örgütlerini destekleyerek bölüp parçalar.
Kazanan Atatürk oldu
Türkiye’de özellikle 80 sonrası dönemde hem liberalizmin, hem Batıcılığın, hem de tarikatçılığın, hem de Kürt aşiretçiliğinin aynı anda güçlenmiş olması elbette tesadüf değil. Ulus devletler ontolojik bir saldırı altında ve saldırıda liberallerle tarikatçılar aynı birey-mürit bakış açısını hakim kılmak için ittifak kurdular. Kendi tabanlarının yok olduğunu gören sosyalistler ise Atatürkçü müttefiklerinden koparak tarikatçılarla ve liberallerle birleştiler.
Peki sonuç: Cumhuriyet ayakta!
Atatürk daha fazla seviliyor!
İnsanlar artık daha mutlu bir şekilde Türk’üm diyor!
Çünkü, bu çağın temeli uluslar ve uluslara karşı konumlananlar kısa dönemli başarılar elde etseler bile en sonunda Napolyon’un hüsranına uğruyorlar!
Oysa yanı başımızda, Irak’ta, Suriye’de, Afganistan’da, İran’da, Mısır’da tam aksi gelişmeler yaşanıyor. Bunun bir sebebi olmalı değil mi? Neden sadece Atatürk Türkiyesi laik de Ortadoğu’nun hiçbir noktasında laiklik yok?
Çünkü 100 yıl önce Atatürk, çok kritik iki yasa çıkarttı: Tevhid-i Tedrisat ve Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması Yasası. Ve uyguladı da. Şimdi kimi liberaller, tarikatlar engellenemez, işte yasası var ama hâlâ tarikatlar var, bu iş yasayla, idari tedbirle olmaz diyorlar. Ama nedense hiçbir tarikat böyle demiyor! Onlar, Atatürk’ün onların can damarlarını nasıl kestiğini biliyor ve bu yasaların uygulanmaması için uğraşıyor.
Atatürk, Medeni Kanun’u kabul etmeseydi, Anayasa’ya laikliği koymamış olsaydı, Cumhuriyet devletinin tüm idari olanakları ile tarikatlarla mücadele etmeseydi, bugün Türkiye de bir İran, Mısır, Afganistan olurdu.
Cumhuriyet’in 100. yılı yaklaşırken şunu unutmayalım: Atatürk, Napolyon olmaya hiç çalışmadı, fetihçi İttihatçılıkla, liberal İtilafçılıkla, gerici tarikatçılıkla, bölücü Kürtçülükle kıyasıya savaştı.
Siz onlarla savaşmazsanız onlar sizinle savaştan vazgeçerler sanmayın. Çünkü bu savaş ideolojiler arasında olmaktan öte ontolojiler arasındadır.
Burjuva hukukun değerini bilmek
Bugün pek çok sosyalist Cumhuriyet’i savunmak zorunda hissediyor kendisini. Ama Cumhuriyet’i savunurken onun en temel dayanağı olan burjuva hukukunu eleştirmek, onu aşmak için de çırpınıp duruyorlar. Aşmaktan kasıt elbette onu yok etmektir. Bugüne kadar sosyalist devrim olan her ülkede ilk iş olarak gerici burjuva anayasalar lağvedilip, eşitlikçi sosyalist anayasalar getirilmiştir.
Burjuva hukuku, elbette vatandaşlar arasında ekonomik eşitlik sağlamaz. En fazla bunun altyapısını oluşturabilir. Kapitalist toplumun yarattığı iktisadi eşitsizlikler üzerinde durmak, bunları ortadan kaldırmaya çalışmak, eşitliği sağlayacak kurumlar oluşturmak elbette hedef olmalıdır. Ama burjuva hukukunu ortadan kaldırmanın nasıl bir eşitlik sağlayacağını artık çok iyi biliyoruz.
Burjuva hukuku, her vatandaşın temel haklarını korur, bu en başta yaşama hakkıdır. Laiklik, elbette her inançtan insanın yaşam hakkını garanti altına alır, her tür inanç eşitlenir. Ama bu kadar değildir, her düşünceye de özgürlük tanınır. Burjuva hukukunda, sosyalizme de yer vardır, sosyalistler serbestçe örgütlenebilir, seçimlere girebilirler.
Peki ya sosyalist demokrasilerde?
Sosyalist demokrasiler burjuva hukukunu gerici bulup onu aştıklarını iddia eder ama bu tür demokrasilerde, sosyalistlerin dışında hiç kimsenin yaşam hakkı yoktur. Çünkü laik burjuva hukuku ortadan kaldırılmıştır.
Laiklik ilk ortaya çıktığında bir din barışı şeklinde ortaya çıkmıştı çünkü o dönemde dinsel olmayan düşünce yoktu. Bugünkü laiklik ise ister dinsel olsun ister ideolojik olsun, her düşünceye eşit yaşam hakkı tanımaktır. Bu bakımdan da sosyalist demokrasiler anti laiktir, yönetim biçimleri de teokratiktir. Eh zaten sosyalist teori de bir tür skolastiktir.
Dünyayı iki farklı dine, mezhebe, sınıfa vb bölüp diğerine yaşam şansı bırakmayan rejimler ontolojik olarak kabilecidir, tarikatçıdır. Bugüne kadarki sosyalizm tecrübesi de buna dahildir.
Sosyalist devrimler, yapıldıkları ülkelerdeki ulusları maalesef zayıflatmış, kabileleştirmişlerdir. Üstelik kabileleşme sadece burjuva denilenleri yok etmekle kalmamış, diğer sosyalist akımlar da yok edilmiştir. Dünyada hiçbir faşist ülke, hiçbir darbe, hiçbir gerici dincilik, hiçbir kapitalist rejim, Sovyetler Birliği’nin yaptığı boyutta bir sosyalist katliamı gerçekleştirmemiştir.
İnsanoğlunun kabile geçmişinin ulus geçmişinden çok daha köklü olduğu bir gerçek. Belki de insan kabileciliğe yatkın duygu ve düşüncelerle var oluyordur. Bilemem. Ama şunu bilebiliyorum, yaşanan bunca tecrübe bize Cumhuriyet’in ve laikliğin en ileri ve en eşitlikçi sistem olduğunu gösteriyor.
Atatürk, bu nedenle her gün daha fazla büyüyor…