Ateş İlyas Başsoy’un dünkü BirGün’de yayınlanan yazısı dikkat çekiyor. Yazının başlığı Başsoy’un derdini verimli bir şekilde özetliyor: “Atatürk’ü gereğinden fazla sevmenin zararları”.
İletişimci Başsoy, Atatürk sevgisini fiziksel bir büyüklük gibi ele aldığı yazsında Türkiye’nin “Atatürk sevgisi”nde doz aşımına uğradığını iddia ediyor. Tabi doğadan örnek vermeden de olmuyor. Kaz Dağlarında mesela oksijen baş döndürürmüş. Oksijenin fazlası zararmış. Yalan değil. Gerçekten de atmosferdeki azot olmasa, yüksek oksijen derişimine maruz kalıp ölürüz.
Başsoy’un oksijen mecazına başvurmasının sebebi çocuklardaki Atatürk sevgisi. Açıktan iletmediği, ıkına sıkıla verdiği mesaj şu: Atatürk şiiri okuyan çocuklar, aileleri tarafından aşırı Atatürk dozuna maruz bırakılarak zehirlenmiştir. Ve böyle büyüyen çocuklar olarak hepimiz en hafifinden kafayı bulmuş, çoğunlukla tırlatmış bir halkız. Kaz Dağlarının da üstündeyiz yani.
Elbette böyle yazmamış. Buraya kadarını ben böyle yorumladım. Belki tamamen fesatım ve Atatürk sevgisi hakikaten vücut kitle endeksine göre dozu ayarlanması gereken bir yeni nesil noradrenalin geri emilim inhibitörüdür veya mütesekkindir yahut vitamin takviyesi. MKA vitamini mesela…
Aslında burada verdiği Esad ve Humeyni örneği yazının nereye varacağının işaretini veriyor. Atatürk şiiri okuyan çocuk birkaç yüz kilometre ötede doğsa Esad ve Humeyni için de aynı sözleri söyleyebilirmiş… İlk etapta evet. Dahası, çocuğun evrenselliğine ve evrensel masumiyetine bir diyeceğimiz olamaz.
Fakat Şam’da Esad şiiri, Tahran’da Humeyni şiiri okutulan çocuğun Ankara’da Atatürk şiiri okuyan çocukla aynı kadere, aynı insanî muameleye aynı insanî uyanışa erişemeyeceğini, o şiirin de aynı amaç ve motivasyonla okutulmadığını ben de, Ateş İlyas Başsoy da, bu yazıyı okuyan her Allah’ın kulu da biliyor!
Ateş İlyas Başsoy kendince bir merhamet sergiliyor. Türkiye özünde bu kadar tırlatmış vaziyette değilmiş ve ülkeyi “Atatürk zehirlenmesine” maruz bırakan aslında 12 Eylül imiş. Atatürk’e “koşulsuz sevgi” 12 Eylül cuntasının bir projesiymiş.
Fakat burada düpedüz bir çarpıtma var. MKA vitaminim beni yanıltmıyorsa, “koşulsuz sevgi” askeri cunta rejimi eliyle aşılanamaz. 12 Eylül’ün başta Atatürk olmak üzere birçok değeri biçimsel bir dayatmaya dönüştürdüğü, hatta işkence unsuru olarak bile kullandığını biliyoruz. Fakat Atatürk’e olan sevgiyi, hasreti, Atatürk’e dair toplumsal hissiyatı yaratan 12 Eylül değil.
Kaldı ki, 12 Eylül cuntasının gerçekte Atatürk’ten ve cumhuriyetten nefret ettirme amacıyla yürüttüğü işkenceci törensellik önce Türk halkının gönlünde mahkûm oldu, sonra da meydanlardan yükselen kitlesel haykırışlarla çöpü çoktan boyladı.
Başsoy neden Şevket Süreyya, Doğan Avcıoğlu, Uğur Mumcu’daki ağırbaşlılığa değinmiş, anlaşılır gibi değil. Bu halk 12 Eylül’den önce hangi askerin dipçiğiyle 10 Kasım’da saygı duruşunda bulunuyordu? Ve tüm bunların eski büyük düşünürlerimizin “ölçülü (!?) Atatürk sevgisi” ile ne alakası var?
Peki, mesela Deniz Gezmiş’e rektörün odasına Atatürk portresi bıraktıran neydi Ateş Bey? Deniz kimin projesiydi? 12 Eylülcülerin zaman makinesiyle 68 eylemlerinin ortasına bıraktığı bir ajan mıydı Deniz? Bir açıklayın, bilelim…
Ama tabi Ateş Bey, sevgiyi dozajla ölçmeye kalkınca 12 Eylül’ün “sevgi” projesi de geçerli ve gerçek olmuş oluyor! Dolayısıyla 42 yıldır yapılan her Atatürk anması da otomatik olarak 12 Eylül’ün günahıyla lekelenmiş oluyor. Bu günahın kalıntılarından kurtulmanın yolu vaftiz etmek tabi… Ama nasıl? Durun, geliyoruz oraya.
Başsoy Atatürk sevgisindeki artışı dinci faşizmin yükselişine de bağlıyor. Siyasal gericiliğin vicdansız Atatürk nefreti, karşı cephede kör bir Atatürk sevgisi meydana getirmiş. İyi de simetrik bir durum yok ki bu tabloda! Son 20 yılın Türkiye’sinde Atatürk’ü sevmek bir suç! Atatürk’ü hatırlatmak ve Atatürk’e tutunmak baştan kaybetmek tasfiyeye uğramak demek!
Faşist iktidarın Atatürk nefreti Atatürkçülerde dual bir faşizm yaratmıyor ki… Bilakis… Başsoy’un iddia ettiği gibi 12 Eylül’ün bir etkisi kaldıysa o da yok oldu ve Atatürk artık tamamen sivil alana ait. İletişimcimiz görmek veya göstermek istemese de halktaki Atatürkçü tavır ve sevgi artık devlete karşı ve devlete rağmen.
Başsoy’un çarpıtmaları bitecek gibi değil. 12 Eylül öncesinin asr-ı saadetinde Başsoy’un makbul bulduğu “Atatürk’ü sevip saymakla beraber yapılabilen eleştiriler”in yerine bugün iktidar kucağında pompalanan adice iftiralar ve hakaretler var. Başsoy’un canı kaliteli Dersim Harekâtı eleştirisi mi çekiyor, yoksa AKP’nin 20 yıllık karalama kampanyalarının “dozu” mu artık kesmiyor, bunu da anlamak güç.
Uzun sayılabilecek bir kıvranışın sonunda artık Başsoy bırakacağını bırakıyor ortaya… Tüm duvarlara Lenin ve Stalin resimleri asarsak bugün Putin’e ses etmek zorlaşırmış… Nasıl ama! Esad’la Humeyni ile başladık, bakın nereye geldik?
Yalnız iletişimcimiz son kertede yine açık yürekli olamıyor. Ateş İlyas Başsoy aslında şunu demeye getiriyor: “Atatürk sebep, Tayyip sonuçtur.”
Evet, yıllardır gazetelerde yazan çizen, okumuş etmiş, boy boy kitapları çıkmış, çok satmış, parmakla gösterilen iletişim gurumuz, işte böyle Erdoğanvari bir sebep-sonuç cinayetinin faili aynı zamanda!
Yani ey kullar, anlayacağınız Atatürk’ü sevmek ilk günahımız. Başsoy gibi mantık katili iletişim rahipleri de bizi vaftiz olmaya davet ediyorlar. Kurtuluşa ermek için Atatürk’ü “ölçüsüzce sevme” günahından arınmaya, ölçüsüz sevgiyle dolu “vahşi pagan köklerimizi” reddetmeye davet ediyorlar.
Zaten işte 12 Eylül vahşetini yapanlar da Atatürkçü değilmiş midir? Hem onlar da Atatürk gibi asker değilmiş midir? O yüzden Mustafa Kemal’in askeri değil ama çok çok yoldaşı olmak gerekmiyor mudur?
Rahip Başsoy’un “ölçülü sevgi” öğretisi, Kemal Kılıçdaroğlu’nun önerdiği “Cumhuriyeti demokrasiyle taçlandırmak” amentüsü ile birlikte anlam kazanmıyor mu?
Yine Başsoy’un 2019 Yerel Seçimlerinde CHP’nin kampanya rahipliğine, pardon, başkanlığına soyunmuş olması çok mu şaşırtıcı?
Peki ya İmamoğlu’nun Beylikdüzü’ndeki zafer konuşmasında “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diye slogan atanları boşta bırakması, susturması?
Belki de bunlar tamamen alakasız ve ben Atatürk’ü “gereğinden fazla” sevdiğim için ne dediğimi bilmiyorum…