Geçen haftaki yazıda dizi film setlerindeki anormalliklerden ve sektördeki bazı skandallardan bahsederken konuya da ucundan girmiş olduk. Televizyon yapımlarının ve sinemanın toplumlar üzerindeki etkisi yadsınamaz çünkü bir ülkenin kendi içinde olduğu kadar uluslararası platformlarda da oldukça işlevsel güce sahiptir. Bu açıdan değerlendirildiğinde sektör aracılığıyla öncelikle iç kamuoyunun dizayn edilmeye, ikincil olarak da yabancı kamuoyu desteği sağlamaya yönelik bir tür kamu diplomasisinin yürütülmeye ve hedef toplumların kültürel etki altına alınmaya çalışıldığı söylenebilir. Dolayısıyla iyi kullanıldığında en mükemmel yumuşak güç unsurlarından birisidir.
Düşünce tembeli toplumlarda okuma alışkanlığının sürekli düşmesi ve insanların bir noktadan sonra sadece önlerine düşen en basit ve herhangi bir sorgulama gerektirmeyen renkli dünyalara kapılmaları yerelde hükümet gücünü elinde bulunduranların, küresel planda ise büyük ticari markaların ve medya kartellerin önüne önemli fırsatlar getiriyor. Hükümetler açısından bu durumun bilinçli bir tercih sonucu ortaya çıktığını öne sürmek çok iddialı olur fakat insanlar “boş zamanlarınızda ne yaparsınız?” gibi bir soruya “kitap okumak” yanıtını veriyorsa ve sürekli açık vaziyetteki televizyonun gece yarılarına kadar zehrini akıttığı bir ortamda kişi en son okuduğu kitabın adını bile hatırlamıyorsa durum çok ciddidir. Tüm bu vahametin üstüne ve kitlelerin algı ayarlarını daha da bozması pahasına uyduruk bir tarih anlatısının çeperlerinde senaryolaştırılmış yapımların kamu bütçesiyle desteklenerek halka empoze edilmesi ise tarihe ve vatandaşlara saygısızlıktır. Bir takım dönem dizilerinin ve Abdülhamit temalı filmlerin önümüze çıkardığı Türkiye gerçeği ne yazık ki budur. Tabii buradaki sürrealist ve biraz da Amerikanvari tarz, küçük bir farkla hemen kendini belli ediyor. Fark, onların daha çok dünyayı uzaylı istilasına karşı kurtarma ve Soğuk Savaş’ta Sovyetlere üstünlük kurma amacıyla gerçeği saptırmaları, bizim ise tarihi ters yüz etmemiz.
Şunu kabul etmek gerekir ki, ABD bir kültürel emperyalizm kurabilmiş ve o sayede demir perdeyi delebilmişse buradaki lokomotif güç Hollywood’dur. Sanatsal ve ahlaki açıdan iyiliği tartışılır ama iyi satmış ve iyi beyin yıkamıştır. Öte yandan dünyaca tanınan büyük edebiyatçılar çıkarmış Rusya, aynı şöhreti Sovyet döneminde beyaz perdede yakalayamamıştır. Aslında gayet de başarılı yapımlarına rağmen gerek teknik rekabet gücü yoksunluğundan gerekse Doğu bloku dışında kalan ülkelerdeki komünist propaganda endişesine bağlı engellemelerden ötürü SSCB’nin sinema gibi bir silahı olamadı.
Türkiye’de ise belli dönemlerde müsamaha gösterilmiş gibi olsa bile tepeden baskı ve kontrol hep olmuştur. Bazı eserler bu baskı ortamına rağmen büyük emekler verilerek ortaya konabilmiştir. Şunu unutmayalım ki, adeta bir devlet politikası gibi son elli yılda komünist çağrışım yapabilecek her türlü yayına çelme atılmış, milli muhafazakar soslu yayınlara ise müsamaha gösterilmiştir. Yani aslında şu günlerde bir takım çarpıklıklar ve haklı itirazlar çerçevesinde tartışmaların sürdüğü dizi sektöründe güya seçkin tabakanın inançlı kesimi alaya aldığı da safsatadır. Hatta o çok seyredilen kanallardaki diziler, bırakın hor göstermeyi neredeyse tarikatlara karşı sempati uyandıran bir mahiyette sürmektedir Şu durumda hikayenin kendisi gerçek hayattan bir kesit olsun veya kurgusal bir hikâye olsun senaryolaştırma sırasında belki de sürükleyici olması için çarpıtma bilinçli olarak yapılmıştır ama yine de devrim yasalarıyla ve laik öğreti ile bağdaşmayan, zaten ciddi mantık hataları da barındıran bir durumdur. Asıl bu yönüyle yasaklanmalı ille yasaklanması gerekiyorsa!
Bizim dizilerde tarikat veya cemaat tek boyutlu anlatılmıyor, kötü durumdayken bile muhakkak içlerinden iyi bir alternatif seyirciye sevdiriliyor ve hayranlıkla kitleler onu takip ediyor. Silahlı külahlı mafyatik dizilerde de bunu böyle yapıyorlar, her zaman bir bahane üretiliyor ve yine o pis ortam içinden iyi insanlar ön plana çıkarılıyor.
Şöyle durup düşündüğümüzde eski Yeşilçam filmlerinde de aslında dalavereci hocaların üzerinden din kesinlikle karalanmıyordu. Tersine, aynı filmde o antagonist din hocasının karşısına muhakkak surette iyi niyetli bir hoca çıkartılıyor ve filmdeki esas karaktere bir yol gösterici oluyordu. Bu tarz belki bizim resmî tarih anlatımızın ve eğitim müfredatının etkisiyle de böyledir. Unutmayalım ki, Milli Mücadele yıllarında direnişi kırmak için fetvalar yayınlanan Molla Sait’e ve Dürrizade’ye ne kadar nefret varsa TBMM Ordularının arkasında duran Ankara Müftüsü Börekçizade Rıfat Efendi’ye de o kadar hürmet vardır.
Günümüzde hemen her kanalda haftanın neredeyse her günü saatlerce süren bu yapımlara karşı eleştirel yaklaşmakta fayda var. Eğlence amaçlı seyretmekte bir beis görmüyorum ama daha güzel olanı, eğlence olarak yaptığımız eylemlerin bizlere bir şeyler katmasıdır o nedenle daha nitelikli yapımlara layık olduğumuzu düşünüyorum. Tarihi ve sosyolojik okumayı bu yapımlar üzerinden yapacaklara da tavsiyem önce okusunlar, mümkünse farklı yerlerden okuyarak bir karşılaştırma yapsınlar.
…
Bu kadar yazının üstüne güzel bir film önerisi yapmadan olmazdı. Sizi İskandinav siyasetine götürecek Danimarka yapımı Borgen adlı ödüllü dizinin ilk bölümlerindeki Grönland ziyaretinin ve Danimarka başbakanının oradaki başbakanla olan diyaloğunun ilginizi çekeceğini düşünüyorum. Trump’la zirve yapan bu yeni politik saldırganlık döneminde Borgen‘i şiddette tavsiye ederim.
İyi seyirler.