Dün gece sabaha karşı Düzce merkezli yaşanan deprem Türkiye’nin en büyük sorunlarından olan deprem gerçeğini yeniden hatırlattı.
Marmara Bölgesi’nde fazlasıyla hissedilen deprem yıkımdan kaynaklanan bir can kaybına yol açmasa da daha yüksek şiddetle olacak olan bir depremde neler yaşanabileceğini bizlere gösteriyor.
Nefes aldığımız her an büyük acılarla yaşadığımız ve sonra unuttuğumuz büyük depreme benzeyecek bir sarsıntıya daha fazla yaklaşıyoruz. Bu durum her ciddi bilim insanının söylediği gibi kaçınılmaz ve elbet bir gün yaşanacak.
Ancak görüldüğü kadarıyla depreme karşı alınan tedbirler nadiren hatırlanan bir vaat olmanın ötesine geçmiyor. AKP iktidarı böylesine büyük bir sorumluluğu yerel yönetimlerin kucağına bırakmış durumda. Belediyelerin ise depreme karşı alabileceği tedbirler son derece sınırlı.
“Kentsel dönüşüm” ve riskli binaların yeniden yapılması yerel yönetimlerin bütçeleriyle karşılanamayacak kadar büyük maliyetler barındırıyor. Mevcut piyasa şartlarında böylesi büyük projelerin belediyeler tarafından karşılanması imkansız. Yerel yönetim ölçeğinde yapılabilecek en önemli şey deprem sonrası oluşabilecek bir kaos ortamını engellemek için toplanma alanlarının yaratılması ve buralarda acil ihtiyaçlar için yığınak yapılması.
Ancak dönem dönem basına da yansıdığı gibi özellikle İstanbul’da neredeyse tüm deprem toplanma alanları AVM’lerle kapatılmış durumda ve durumun böyle olması senelerce İstanbul’u yöneten AKP’nin olaya nasıl yaklaştığını çok güzel gösteriyor. 40 madencinin öldüğü bir maden kazasını “kaderle” açıklayanlar böylesi bir felaket senaryosunu da “takdiri ilahi” olarak gördükleri için kaçamak açıklamalar dışında bir şey yapmıyorlar.
Belediyelerin çok kısıtlı olanaklarla projeler geliştirmesi elbette önemli ancak sorunun bir ulusal güvenlik meselesi olduğu düşünüldüğünde bu adımlar çok sembolik kalıyor.
İktidar ise sürekli “güçlü ekonomi” propagandası yapsa da aslında depreme karşı hiçbir hazırlığın yapılmaması yaşanan ekonomik yoksunluğun en büyük göstergesi.
AKP’ye yakın kamu müteahhitlerinin bile batmaya başladığı, devletin ödeme yapmadığı ve geleceğe ilişkin büyük belirsizliklerin olduğu bir dönemde atılması gereken hiçbir adım atılmıyor ve vatandaş kendi çaresizliğiyle baş başa bırakılıyor.
Güvenli konut ihtiyacı sosyal bir hak ve devlet bunun şartlarını oluşturmakla yükümlü. Riskli binaların sayısı her geçen gün daha fazla artarken iktidarın ucuz toplu konut reklamını yapması amaçlananın toplum güvenliği değil, sandıkta kazanılacak bir siyasi galibiyet olduğu ortaya çıkıyor.
Diğer taraftan “kentsel dönüşüm” adı altında yapılan yeni binaların ne derece sağlam olduğunun tartışılması gerekiyor. Geçmişte depremle ilgili olarak yeni mevzuatlar ve kanunlar yürürlüğe girse de denetimin ne derece sağlıklı yapıldığı bir muamma.
Düzce’den gelen fotoğraflarda büyük deprem sonrası yapılan kamu binalarının bile hasar aldığı görülüyor. Bu önemli bir gösterge. Yasaların teorik olarak iyi hazırlanmış olmasının hiçbir önemi yok. Pratikte yaşadığımız durum binaları yapan müteahhitlerin çok büyük ekonomik sıkıntılar yaşaması ve bu şartlar altında kaliteli işler yapılmasının her geçen gün daha da zor hale gelmesi.
Bu binaları denetleyen firmaların da akraba firmalar olduğu düşünülürse büyük deprem sonrası hazırlanan yasaların ve yeni uygulamaların çok fazla güvence sağlayamayacağı ortada.
Evini yenileme imkanı olmayan milyonların ise ekonomik yetersizlik sebebiyle böylesi bir insani talebi bile dile getirememesi AKP’nin yaratmış olduğu propaganda aleminin arkasındaki büyük sefaleti gösteriyor.
Halk, devletin kendisine “IBAN vereceği” korkusuyla büyük bir Rus ruleti oynamak zorunda bırakılıyor. Lokantaya gittiği ve cep telefonu sahibi olduğu için zengin olmakla suçlanan sıradan vatandaş bu çaresizlik sarmalında “bulabildiği” evde yaşamak zorunda bırakılıyor. Bu döngüde “şükür etmek” esas, itiraza ise yer yok. AKP’nin yarattığı kader düzeninin en büyük dayanağı ise işte bu toplumsal sessizlik.