Son 40 yıldır, neo-liberalleşip, küreselleşen dünya ekonomisinin; hem genelde hem de Türkiye ölçeğinde, finans sektörü ve spekülatif sermayenin tuzağına düşürüldüğü bugün (‘dış mihraklar’ ve ‘dış güçler’ce, ekonomi politikaları hunharca baltalanmaya devam edilen?!) Cumhur-Başkan(ı) R. T. Erdoğan, (A.O.Ç.’ndeki hâlâ ‘kaçak’!) ‘Külliye-Saray’ında, sanki biraz zor günler geçirmektedir… Ülkedeki genel enflasyonun %79, (kendi ‘Şahıs’ının özgün ‘Ekonomist’ talimatı sonucu!) T.C. Merkez Bankası’nın (‘İslâmî Nâs’a çakılı’) faiz fonlamasının %14’te tutulup, (2021’in ilk 6 ayındaki kârlarını, 2022’nin ilk 6 ayında %400’le katlamış bulunan!) özel ticarî bankaların (T.C. Hazine’sine, bono alırken, %25’le borç verip!) kredi faizlerini (yüzde 200 kârla!) %42’den dağıttığı bir vurgun ortamında, pek yakında, Eylûl 2022’de, olası bir (erken) seçim öncesinde, ‘Cumhuriyet tarihinin en büyük sosyal konut hamlesini başlatacakları’nı duyurmuştur! Ön-bilgiye göre, toplam 81 ilde, ‘500 bin konut, işyeri ve Hazine arsası dağıtımı’ hedeflenmektedir? (Hani, ne demişler?! ‘Kim, neyi yerse?!’) ‘Vatandaşlarımızı kira öder gibi taksitlerle, yerel ve yatay mimarî anlayışına göre inşa edilmiş konut projeleriyle ev sahibi yapacağız!’ diyen Erdoğan’a göre, son 20 (AKP’li) yılda, en büyük değişimleri gerçekleştirdikleri alanlardan birisi de ‘şehircilik’tir ve TOKİ vasıtasıyla, 1 milyon 170 bin vatandaşı, ev sahibi yapmış olmaları olgusu, dünyada eşi-benzeri olmayan bir başarıdır?! (Breh, breh! Bir ‘Dünya Lideri’nin başarısı, öyle ya, dünya çapında olmak durumundadır?!)
Erdoğan’ın değinmediği bir husus, (11.08.2022 tarihli, saat 19:00 – Fox TV haberine göre) son TOKİ konut dağıtımlarında, (sayısı en az 6 milyonu bulan) ‘Suriyeli sığınmacılar’a da konut dağıt(ıl)maya başlanmış olmasıdır?! Yâni, TOKİ, önümüzdeki seçimdeki her türlü konut(lan)dırma etkinliklerinde ve nüfusbilimsel mühendislik hesaplamalarında ve de yapılandırmalarında; etnik, ırkçı, Arapçı, Kürtçü, dinci-şeriatçı ve hilâfetçi nüfus dilimlerini yandaşlığa ve Erdoğan’a oy vermeye çekecek önemli bir seçim mekanizması ve âleti olarak kullanılacaktır!
Şimdiden görünen odur ki, TOKİ seçim çıkartması hamlesi de, büyük bir fiyasko ile sönümlenmekte olan (AKP’nin) ‘kentsel dönüşüm’ hamlesi gibi, Erdoğan’ın (20 yıldır sürdürdüğü) Kemalist (Türkiye) Cumhuriyet’i(ni) yıkma, talan, yandaşlara hortumlama ve borçla, borç(luluk)a batırma (sözde ve içi-boş) ekonomisinin yalçın kayalıklarına çarpacak ve de boşlukta dolaşan bir siyasî vaat gölgesi olacaktır?!
Bu gidişatı, (‘Ok-çu’ oğulları Bilâl Erdoğan Bey’in, ‘Mütevelli Heyeti Başkanı’ olduğu!) ‘İlim Yayma Vakfı’nın, (17-21 Ağustos 2022’de) Balıkesir – Burhaniye’de düzenlenecek olan ‘Zeytinli Rock Festivali’ni, ‘millî ve mânevî değerlerimizi (içki, tâciz, tecavüz, fuhuş dolayımıyla!) hiçe saydığı’ sözde bahanesiyle, Vakıf’a yakın Burhaniye Kaymakamı eliyle iptâl ettirebilmiş olması gerçeği de, ne yazık ki, değiştiremeyecektir?!
Evet, biliyoruz ki, ‘İlim Yayma Cemiyeti’ (İYC) (sonradan, 1973’te, ‘Vakıf’ oldu; İYV), küresel emperyalist, ‘haydut devlet’ ABD’nin, 2. Dünya Savaşı sonrasında, Rusya’yı (İslâmcı) ‘Yeşil Kuşak’la çevreleme ve bu arada Türkiye’yi de içeriden, anti-Kemalist, dinci – şeriatçı kadrolarla doldurma ve zamanı geldiğinde, (’15 Temmuz 2016 – AKP destekli – FETÖ Askerî Darbe Kalkışması’nda görüldüğü üzere) kuşatma harekâtında kullanmak üzere oluşturduğu bir ‘sivil toplum örgütü’ idi… Mahmut Celâlettin Ökten öncülüğündeki 68 kişinin desteğiyle, 11 Ekim 1951 tarihinde (14 Mayıs 1950’de iktidara gelen DP’li Başbakan Menderes zamanında) kurulan İYC, (6 gün sonraki) ilk etkinlik olarak, Şehzadebaşı’ndaki ‘İstanbul İmam Hatip Okulu’nu (İİHO) hizmete açmıştır! Yine aynı İYC, Şehremini’deki (eski) Halkevi binasını da, onartarak, İmam Hatip öğrencileri için ‘yurt’ yapmıştır! (Bundan sonra, İslâmcı ve dinci vakıfların öğrenci yurtları açmak ve buralardan kendilerine gelir yanısıra, hilâfet – saltanat politik hedeflerine de ‘mürit’ derlemek sevdaları, taa, New York’taki ‘TÜRKEN-USA Vakfı’nın, 2018’de, (dünyanın en pahalı emlâk fiyatlı yeri olan!) Manhattan’da yaptırmaya başladığı, 21 katlı ‘yurt-gökdelen’ binasına dek varıp, dayanmıştır?! (Bkz.: Yılmaz POLAT’ın 12.04.2022 tarihli makalesi [linki]: https://tele1.com.tr/turken-usa-vakfina-ait-new-yorktaki-gokdelenin-son-hali-601342/)
Haa, sözü geçen TÜRKEN – USA Vakfı, necidir, derseniz: (2016 yılında, Karaman ilindeki çocuk tecavüzleri olaylarının baş aktörü olan ve 1979 yılında, ‘din-ahlâk’, ‘değerler’ ve de Arapça eğitimi vermeyi hedefleyerek kurulan, yurt düzeyinde onlarca şubeye sahip bulunan) ‘ENSAR Vakfı’ ile, 1996’da, zamanın İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Recep Tayyip Erdoğan öncülüğünde (‘tarihî ve kültürel kimliğimizin korunup geliştirilmesi için öncü ve nitelikli genç kadınlar yetiştirmek’ amaçlı) kurulmuş bulunan (2012’ye dek, ‘İstanbul Gençlik ve Eğitime Hizmet Vakfı’ [‘İSEGEV’], sonradan Türkiye çapında, 18 ilde örgütlü, 2015’te 38 yurtlu) ‘TÜRGEV’ tarafından ortaklaşa ABD’de, 2014 yılında doğmuş bir Vakıf’tır! (Ayrıntı için bkz.: Yılmaz POLAT, ENSAR ve TÜRGEV’in Bilinmeyen Kardeşi: TÜRKEN – USA: AKP’nin Vakıf Zincirinin ABD’deki Halkası, Ankara: Telgrafhane Yayınları, Şubat 2020.) (TÜRGEV’in Mütevelli Heyeti’nde, doğallıkla şaşırmıyoruz ki, R. T. Erdoğan’ın oğlu Bilâl Erdoğan ile kızı Esra Albayrak da bulunmaktadır!)
(2020 yılında yayınladığı) “Sarmal” başlıklı kitabında, yukarıda adı geçen dinci vakıfların birbirlerine sarılı / sarmal olmuş ilişkilerini gayet ayrıntılı olarak açıklayan Murat Ağırel’e göre, (Kemalist) Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel ile (büyük eğitimcimiz) İsmail Hakkı Tonguç’un birlikte yarattıkları (ilerici, devrimci) ‘Köy Enstitüleri’, DP ile, İYC ilişkilerini sağlayan (DP’li) Tevfik İleri’nin Millî Eğitim Bakanlığı sırasında (ABD baskısıyla!) kapatılmıştır! Yerlerine de, imam hatip okulları açılmıştır! Ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın mezun olduğu okul olan ‘Samatya Etyemez İHL’, daha sonra ‘İstanbul İHL’, ardından da ‘Recep Tayyip Erdoğan İHL’ adını almıştır! (Okulun eski mezunları arasında, AKP kurucusu Nazım Ekren, eski TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin, eski AKP’li İBB eski Başkanı Kadir Topbaş, eski Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu da vardır…) R. T. Erdoğan, İBB Başkanı olduğu zamanlarda şöyle konuşmuştur: ‘İlim Yayma Cemiyeti’nin yetiştirdiği bir öğrenci ve bir üyesi olmaktan gurur duyuyorum. Kurulduğu günden bugüne kadar birçok önemli hizmeti yerine getiren cemiyetimizden geleceğin neslinin yetiştirilmesi için de büyük gayretler beklemekteyiz. Bu hususta ben ve benim gibi binlerce eski öğrencinin İlim Yayma Cemiyeti’nin hizmetinde olduğunu belirtmek isterim.’ Ağırel, İYC’ni ve İYV’nı anlatırken, gazeteci Uğur Mumcu’nun ölmez eseri “Rabıta” ile de bağlantı kurar; Suudî sermayesini, ‘Al Baraka Türk Özel Finans Kurumunu, ‘Bereket Vakfı’nı’, ABD-CIA bağlantısını anımsatır ve sonunda şöyle bir çıkarımda bulunur: ‘1950’li yıllardan itibaren önce ABD destekli, sonra Suudî Arabistan sermayesinin katkılarıyla bir siyasal İslam organizasyonu kuruldu. Bu organizasyon örgüt gibi çalıştı. (..) Bünyesinden kadrolar yetiştirdi. O kadrolar iktidar oldu. (..) Uzun yıllardır da Türkiye Cumhuriyeti devletini yönetiyor.(..) Birinci kuşak oluşturdu, ikinci kuşak büyüttü ve sahiplendi, üçüncü kuşak ise günümüz Rabıta’sını kurarak hanedanlaşmaya hazırlanıyor!’ (Bkz.: Murat AĞIREL, Sarmal, İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınevi, Şubat 2020, ss. 117-161.)
Yâni, İYC, küresel emperyalist ABD’nin bir politika kuruluşu olarak, Köy Enstitüleri’ni yıkıp, geçerek, yerlerine de imam hatip denilen ‘medrese’leri kurarak, buralardan dinci, gerici, şeriatçı kadrolar yetiştirerek, işlevini yerine getirmiş ve fakat, tam (Kemalizm’i yıkmak) asıl hedefini 12’den vurmak üzereyken, FETÖ ile AKP’nin iktidar çekişmesi sonucu, süreç duraksamış ve (özellikle Ekrem İmamoğlu’nun, Haziran 2019’da İstanbul Belediye Başkanı seçilmesinden sonra, İBB’nin, yurt inşaatları ve bina kiralama gibi alanlarda, ENSAR, TÜRGEV, TÜGVA, Aziz Mahmud Hüdayi Vakfı gibi AKP’li, siyasal dinci vakıflarla olan protokolleri feshedilmek suretiyle, şimdilik) ertelenmiştir?! (Bu konuda, erken bir tarihsel öngörü kitabı olarak, tekrar anımsayalım: Gökçe FIRAT, Paralel Devletler Savaşı: AKP-Cemaat Çatışmasının Perde Arkası, İstanbul: İleri Yayınları, Ocak 2014.)
İstanbul’un ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin bu küresel ve gerici, karşı-devrimci projedeki öncü rolünü saptamak ve teslim etmek gerekir. Nitekim, R. T. Erdoğan, (yerel olarak) İstanbul’u kontrol eden gücün, Anadolu’yu da kontrol edeceğini öngördüğü için, bu amacını gerçekleştirmek için, (29 Mart 1994’te, ‘Tamam, inşallah!’ seçim sloganıyla ve merkez-sağcı ANAP, DYP’li ve merkez-solcu CHP, SHP, DSP’li rakiplerinin oyları bölmeleri sonucu, aradan %25.1 oyla sıyrılarak başına geldiği) İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni bir ‘üs’ olarak kullanmıştır! ‘İstanbul’da, belediye etrafında bir Tayyip Erdoğan devleti örülüyordu. Tayyip Erdoğan kendisi için ‘İstanbul’un İmamı’ tabirini kullanırken, sadece dinî bir gönderme yapmıyordu. İslam’ın ilk devirlerinde gerçekte devlet başkanı olan halifelere ‘imam’ denilmesine de bir gönderme vardı burada. Nitekim Erdoğan, İstanbul’u istediği ve bildiği gibi yönetecek, buradan hem AKP’yi hem de AKP’nin dayanağı olacak sermaye kesimini oluşturarak çıkacaktı.’ (Bkz.: Kaya ATABERK, Türk Siyasetinde – Kürt İslamcılar, İstanbul: İleri Yayınları, Kasım 2014, s. 222.)
Mimar – yazar Atillâ Dorsay gibi kimi aydınlarımız, Refah Parti’li R. T. Erdoğan’ın İBB Başkanlığı’na seçilmesini, ilk başlarda, çok da ürkütücü bir gelişme olarak yorumlamamışlardır?! Şöyle düşünmüştür, örneğin, Dorsay (1994’te yazdığı bir makalesinde): ‘Refah Partisi’nin yerel seçim başarısı da, birçok kişinin tersine beni korkutmadı. Bir kolektif paranoyaya düşmekten özenle kaçındım. Ülkenin kimi kentlerinin yönetiminin, İslam’a gündelik yaşamda daha çok yer verilmesini isteyenlerin eline geçtiğini düşündüm. Onlar, yani bu inançtaki insanlar da Türkiye gerçeğinin bir parçasıydılar. Bir süre kimi kentleri yönetmelerinde ne sakınca vardı ki? (..) Ben Refah’ın temsil ettiğini varsaydığı o ‘sessiz çoğunluk’u, o inanmış (..) bu geniş kitleyi sevip saymayı sürdüreceğim. (..) Onlarsız Türkiye zaten Türkiye olmazdı. Ama ben, o geniş kesimin (..) temsilciliğini en bayağı (..) biçimde yapan politika tacirlerine (..) nasıl tahammül edeceğim, bilemiyorum. Surları yıkalım diyen, Çelik (Gülersoy) Bey’in güzelim mekânlarını işgale hazırlanan (a.b.ç. Ö.B.), kendi gibi düşünmeyenlere (..) ölümcül amaçlarla saldırmaktan vazgeçmeyeceklerini haykıran tüm çirkin insanlara daha ne kadar sabır göstereceğim, bilemiyorum. İnsanlığa, demokrasiye, sınırsız düşünce özgürlüğüne olan inancım zor bir sınavdan geçiyor, farkındayım…’ (Bkz.: Atillâ DORSAY, Quo Vadis İstanbul?(..) a.g.y., ss. 20-21.)
Peki, bu betimlenen emperyalist saldırının kaç koldan geldiği meselesi, zihinleri karıştırmakta değil midir? Hiç olmaz, olur mu? Bu noktada, din ve (sahte) dincilik konusunda uzmanımız Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk’ü de (rahmetle, minnetle) analım, diyordu ki: ‘Emperyalizm veya emperyalizme karşı olmak dendiğinde bu zehirli insanlık suçunun şu türlerini aynı anda akla getirmek gerekir. Yoksa bir kapıdan kovulan emperyalizm, öteki kapıdan yine harimi ismetinize girer: 1. İdeoloji veya kültür emperyalizmi, 2. Batı emperyalizmi, 3. Doğu Emperyalizmi, 4. Arap emperyalizmi!’ (Bkz.: Prof. Dr. Yaşar Nuri ÖZTÜRK, Kur’an Penceresinden – Kurtuluş Savaşı’na Bir Bakış (Kur’an ve Müdafaai Hukuk’un Ortak Hedefleri), İstanbul: Yeni Boyut, Mayıs 2012, s. 118.) Gerçekten de dediği gibi olmuştur, yukarıda anlatılan tarihsel öykülerde, öyle değil mi? Ayrıca da, gerçek bir din bilginimizin, Peygamber’in soyu olan ‘Arap’ emperyalizminden söz etmesi, hocamızın ‘bilimsel gerçeklik’e olan titizliğini ve de saygısını göstermiyor mu?
Fakat bu arada, Çelik Gülersoy’u hangi İstanbul’da, hangi Beyoğlu’nda, nerede bırakmıştık, a dostlar?
Gülersoy üniversitede
1947 yılında, Beyoğlu Lisesi’nde lise öğrenimine başlamış olan Çelik Gülersoy, 1939’dan beri, orada oturmakta olan ablasının evine gidip gelirken tanıdığı Beyoğlu’nu, daha yakından keşfetmeye başlamıştır.
Yıldız’daki evlerinden, günde birkaç sefer ancak yapan, ‘kocaman bir bisküvi tenekesine benzeyen hurda otobüs’le, homurtulu ve ârızalı bir seferden sonra vardıkları Taksim düzlüğünde iner, oradan, yine yürüyerek ve çevreyi gözlemleyerek, Beyoğlu’nun o ‘bambaşka havası’na karışırdı! Kendi anlatımıyla, şöyle der: ‘O zaman bile, göz alıcı sinemalar, yabancı madamların hizmet ettiği café’ler, vitrinlerini, üzeri fiyongolu ve yapma çiçekli kadife kutuların süslediği pastaneler, başımı döndürürdü.(..) Beyoğlu’nun şık pastaneleri ve otelleri, hatta kitapçıları iyi idi ama, (Süslü Saksı Sokağı’nda oturan) ablamın az ötesinde, netâmeli ne demek, felâket bir sokak uzanıyordu: Abanoz Sokağı, İstanbul’un yeni halkına bu isim bir şey ifade etmez. O zaman, kentin tek genelevler sokağı demekti. Eski ve mâsum İstanbul için havsalanın almayacağı görünümlerle, genel kadınların mayolarla kapılara dizildikleri sokağın, çevresinden bile geçmeyeceğime yemin billâhlar ederek, ablamdan izin kopardıktan sonra, Beyoğlu dünyasına dalmak, bana Avrupa seyahatine çıkmak kadar uzun menzilli, görkemli ve zevkli gelirdi. 3-5 kuruş harçlığımla Tokatlıyan’da oturamazdım tabiî ama, Rum Kilisesi Aya Triada’nın önünde dizili Rum pastanelerinden bir kassato alıp, yiye-yiye gitmek, Tünel’deki Alman ve Fransız kitapçılarından bir dergi, kitap alabilmek, 10-15 yaşındaki mâsum çocuk için, akıl almaz serüvenler demek oluyordu. Bu dönem, ‘İstanbul’un Avrupası’ demek olan Beyoğlu’nu içime sindirmek bakımından, ilk tecrübeler ve ‘medeniyetle tanışıklıklar’ devresidir benim için. Çok sonraları 1979’dan itibaren Boğaziçi’nin korularında ve köşklerinde, şehrin ‘ilk saray pastanelerini’ açtığım zaman, buna yol açan hevesler, görgüler ve birikimlere, yetişkin çağlarımda yaptığım Avrupa seyahatlerimden çok, bu Beyoğlu ile daha 1939’da başlamış bulunan ilk dostluk ve tanışıklık çağımın etkisi olduğunu söyleyebilirim. Ben Viyana’da imparatorun pastacısı olan Demel’in mücevher kutusu gibi dükkânını tanımadan çok önce, İstiklâl Caddesi’nde, prostelâlı Beyaz Rus madamların hizmet ettiği ‘Nisuaz’ Pastanesi ile teşerrüf etmiş İstanbul çocuğuydum!’ (Gülersoy, Kırk Yıl Olmuş (..) a.g.y., s. 78.)
O ‘Nisuaz’ pastanesi ki, daha ziyade dönemin ünlü edebiyatçı ve yazarlarının ‘müdavim’i oldukları bir mekândır… 1930’larda, ressam İbrahim Çallı, Necip Fazıl, Fikret Âdil, Salih Urallı, Hamit Görele, Peyami Safa; 1940’larda ise Samim Kocagöz, Sabahattin Kudret Aksal, Orhan Veli, Ahmet Hamdi Tanpınar, Sait Faik, Salâh Birsel ve Bedri Rahmi Eyüboğlu, müdavimleri arasındaydı. Cumartesi öğleden sonraları, pastane tam bir ‘Edebiyat Fakültesi’ne dönüşür; Yahya Kemal Beyatlı, Faruk Nafiz, Sait Faik ve diğer aydınlarımız, derin edebiyat ve kültür söyleşileri yaparlardı… Nisuaz, 47 yıl hizmet verdikten sonra, 1967’de kapanmıştır… (Bkz.: Turan AKINCI, Cumhuriyet’te Beyoğlu: Kültür, Sanat, Yaşam (1923-2003), İstanbul: Remzi Kitabevi, 2019, ss. 133-134.)
‘Nisuaz’ müdavimi Tanpınar da, beyaz Rusların, 1920’ler başlarındaki ‘Mütareke İstanbul’u hayatındaki tesirlerinden yeterince söz edilmediğinden yakınır ve ekler: ‘Halbuki Tanzimat’ın başında Fransız ve bilhassa İtalyan tesiri ne ise – Fransız tesiri Büyük İhtilâl’in neticesi olan akında başlar – bu beyaz Rusların tesiri de odur. Kadın kıyafetinden, lokanta ve bardan plajlara kadar birçok modayı onlar getirdiler. Bu Rus muhacirleri Beyoğlu’nu iyice zaptettikten sonra yavaş yavaş İstanbul semtine ve bizim çıktığımız kahvelere kadar yayıldı. (..) Hiçbir zaman İstanbul bu kadar bahtsız, sınıflar muvazenesini alt üst edecek derecede paralı ve eğlenceli olmamıştı. Hemen her köşeden Balalayka sesleri geliyordu!’ (Bkz.: Ahmet Hamdi TANPINAR, Beş Şehir, İstanbul: Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1989, s. 215.)
Bilgisayar çıkmazdan önce, mimarların çizim yaptığı cetvellerin ağzının, koyu kara renkli abanoz ağacıyla güçlendirildiğini söyleyen Mimar Aydın Boysan, Beyoğlu’ndaki genelevler sokağına neden dolayı ‘Abanoz Sokak’ adı verildiğini bilmediğini, ancak, Beyoğlu’nda 1908 yılında burada açılan genelevlerin, 1948’de kapatıldığını, 1958’de yeniden açıldığını, 1967’de ise, açılmamak üzere kapatıldığını, sokağın haraplaşmaya bırakıldığını belirtiyor… Sokağın yakınlarında, cinsel hastalıkları tedavi eden doktorların yer aldığını ekleyen Boysan, 1946’da, Türkiye’nin, 2. Dünya Savaşı ve paylaşımının ardından, ABD’nin dış politikasına derinlemesine girişinin bir göstergesi olarak sanki (!), Amerikan Donanması’nın başında İstanbul’a gelen ‘Missouri’ Zırhlısı’nın bıçkın ‘Coni’ askerlerine, Abanoz Sokak’taki evlerin onarılıp, boyanarak, kızların ise hamama, kuaföre götürülüp, ‘peri padişahının kızları’ gibi sunulduğunu aktarıyor?! (Bkz.: Aydın BOYSAN, İstanbul’un Kuytu Köşeleri, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, Mart 2003, ss. 61-62.)
İstanbul, çok derin, çok kültürlü, çok gizemlidir, her devirde, vesselâm!
(Sürecek…)