Enflasyona politik gözlükle bakış
Biz Türkler enflasyona “enflasyon canavarı” deriz. Boşuna değildir bu tanımlama çünkü 1980 ile 2000 arasında enflasyonla bir türlü baş edilememiştir. Baş edemediğimiz şeyin bizim için bir canavara dönüşmesi normaldir. Bu durum gerçekten de “kültürel”dir ve yabancıların bunu anlaması zordur. Peki ama acaba enflasyonun ne olduğunu bizler gerçekten biliyor muyuz?
Enflasyon, paranın alım gücünün düşmesidir, bunun sonucu da fakirleşmedir. Yani enflasyon, millet olarak hepimizi fakirleştirir. Sanki tüm topluma salınmış bir vergidir. Tam da bu nedenle, artan elektrik ve doğalgaz faturaları en zengin isimleri bile isyan ettirmedi mi? Artık ünlü isimler bile fatura paylaşmıyor mu? Ve daha önemlisi, bu yüksek enflasyondan en çok yakınanlar arasında iş dünyası yok mu? Artık üretimi durduracağız diye yakınmıyorlar mı?
Bunların hepsi doğrudur ama her doğru gibi geneldir. Ve bazen genellemeler bizim çok özel gelişmeleri görmemizi engeller. Sanırım yükselen enflasyonda da böyle oluyor. İşte böylesi dönemlerde politik gözlük takıp, iktisadi verileri bir kez daha incelememiz gerekir.
İktisat politikası olarak enflasyon
Öncelikle bir yanlışı en baştan düzeltelim. Enflasyon, elbette bir canavar değildir ama enflasyon çoğu zaman istenmeyen bir şey bile değildir! Enflasyon, hükümetlerin başarısız ekonomik politikalarının sonucu olarak ortaya çıkan bir hasar gibi görülebilir; kimi dönemlerde büyük ölçüde doğru da olabilir ama aynı zamanda enflasyon hükümetlerin seçimidir ve bilinçli bir politikasıdır.
Şimdi hemen “Nasıl olur, hükümet neden enflasyonu yükseltmek istesin?” diyebilirsiniz elbette. Hayat pahalılığı hükümetleri yıkacak bir gelişme ise, hangi hükümet enflasyonu yükseltmek ister ki?
Ama işte hükümetler tam da bunun için vardır. İktisadi politika bunun için uygulanır. Hükümetler politika kurumlarıdır ve ekonomi politikaları da politiktir.
Hükümetler belli toplumsal sınıfların, kesimlerin çıkarlarını savunmalarına göre farklılaşırlar. Sol bir hükümetin ekonomi politikası ile liberal bir hükümetin ekonomi politikası elbette farklı olacaktır. Bir hükümet işçi ücretlerini yükselterek kendi tabanını korumak isteyecektir, diğeri ise işçi ücretlerini düşük tutarak işverenlerin karını korumak isteyecektir.
İşte enflasyon, tam da bu noktada devreye girer, bir politika aracıdır ve sınıf mücadelesinin en net görülebileceği alandır. Enflasyon verilerine “manşet” olarak bakmakla yetinmez de detaylarını incelerseniz, ülkenizdeki sınıf mücadelesini net olarak görürsünüz ama daha da önemlisi sermaye savaşlarını da görürsünüz.
AKP’nin ekonomik ajandası
AKP iktidarı ile ilgili siyasal gözlemlerde hemen hemen herkes anlaşabilir. Bu partinin gerici yanı, baskıcılığı konusunda hemen herkes hemfikir. Kimse AKP’nin siyaseti bilmediği, cahil olduğu için başarısız olduğunu, bu nedenle gerici olduğunu, baskı uyguladığını düşünmüyor. Gericilik ve baskıcılık AKP’nin politik tercihleri.
Madem politik olarak bu kadar net bir iktidar var karşımızda, iyi de o zaman neden bu iktidarın ekonomi konusunda cahil olduğunu, bu nedenle hata yaptığını düşünüyoruz? Tıpkı politik alanda olduğu gibi ekonomik alanda da net hedefleri ve ajandaları olduğunu kabullenmekte niye zorlanıyoruz? AKP’nin liberalleştiğini, bu nedenle gerici olamayacağını yıllarca savunan liberaller şimdi “biz yanılmışız” diyorlar. Ama aynı kesim neden ısrarla hâlâ AKP’nin neoliberal ekonomiyi takip ettiğini düşünüyor?
Şunu en başta tespit etmezsek Türkiye’de olan biten hiçbir şeyi anlayamayız: AKP, gerici bir parti olarak gerici amaçlarını gerçekleştirmek için bir dönem liberal siyasetler ve neoliberal ekonomik politikalar uyguladı. Ama günü geldiğinde, liberalizmi de neoliberalizmi de bıraktı. Siyasette nasıl baskıcı ve tek merkezci bir yönelime girdi ise ekonomide de aynı merkezci politikalara döndü.
Klasik liberal ya da neoliberal iktisat kapitalist iktisattır. Ama kapitalist iktisadın liberal ya da neoliberal olmayan devletçi türleri de vardır. İtalyan faşizminin korporatizminden Alman nasyonal sosyalizmine hatta Sovyet tarzına kadar, piyasayı denetleyen (ama piyasanın dışına çıkmayan ya da piyasayı ortadan kaldırmayan) kapitalist rejimleri tarihten biliyoruz. Ve nedense siyasetleri ile Hitler’e benzettiğimiz adamın Hitler tarzı devletçi kapitalist uygulamalar yaptığını kabul edemiyoruz! Acaba Hitler’e benzetirken mi yanlış yapıyoruz yoksa hâlâ neoliberal olduğunu varsayarken aslında piyasaya ne kadar güvendiğimizi mi gizlice açığa vuruyoruz?
Sınıf savaşı olarak enflasyon
Siyasal tüm kurumları elinde toplayan AKP reisi, ekonomide de her şeyi kendi elinde topluyor. Daha önce “Yeşil Sermaye’den Yeşil Oligarşi’ye” başlıklı yazımda bu gelişmeleri anlatmaya çalışmıştım. Temel düşüncem şuydu: AKP, kendine bağlı oligarşik bir sermaye sınıfı yaratıyor, bir kısım sermayeyi tasfiye ediyor, bununla birlikte orta sınıfları ortadan kaldırmaya çalışıyor. Bu, hem bir sınıf savaşı hem de bir sermaye savaşı. Yani hem emeği ile geçinenlere karşı açılmış bir savaş hem de para sahibi belli kapitalistlere karşı açılmış bir savaş.
Enflasyon rakamlarını da bu gözle okumaya ne dersiniz?
Enflasyon rakamlarının ne kadar doğru veya yanlış olduğunu tartışmadan TÜİK verilerini doğru kabul edeceğim. Çünkü benim için önemli olan manşet enflasyon değil, alt kısımlar.
Hemen hemen herkesin üzerinde durduğu TÜFE ve ÜFE farkı ile başlayalım. Tüketici fiyatları ile üretici fiyatlarını halkın enflasyonu ile sermayenin enflasyonu olarak basitleştirebiliriz. TÜFE aslında emekçinin enflasyonudur, ÜFE ise üreticinin patronların enflasyonu. TÜFE elbette patronları da vurur sonuçta onlar da tüketicidir ve halktır ama bizim için açlık tokluk meselesi olan bu kalem onlar için çerez parası bile değildir.
AKP’nin sermayeye açtığı savaş
Tarih boyunca ÜFE ve TÜFE rakamları arasında belli farklılıklar olur. Bu farklar genelde çok az olur. Eğer ÜFE düşük de TÜFE yüksek ise, enflasyon yoluyla sermaye sınıfı emekçilerden ek gelir elde ediyor demektir. Yani daha düşüğe mal ettiklerini tüketiciye biraz daha pahalıya satarak ek kar elde ediyorlar demektir. Kimi zaman ise tersi olur, ÜFE, TÜFE’den düşük kalır. O zaman ise şunu beklemek gerekir: Patronlar aradaki farkı bir dönem sonra tüketiciye yansıtacaklardır. Eh zarar etmeyeceklerse bunu yapmak zorundadırlar.
Bu, genel ekonomi teorisidir ve hemen hemen çoğu zaman doğrudur. Ama bazı büyük kriz dönemlerinde burada bir bozulma olabilir. Ülke ekonomisi öyle bir krizdedir ki patronlar zarar etse bile zam yapamazlar. Ama kimi zaman devlet, sermaye kesiminin kârını sınırlamış, onlara ek vergi salmış olabilir.
Ülkemize baktığımızda AKP döneminde ÜFE ile TÜFE arasında genel bir uyum olduğunu görürüz. Ama bu uyum 2017 yılından itibaren bozulmuştur. Grafikten de izleyebileceğiniz gibi 2017 sonrasında ÜFE, TÜFE’nin epey üzerinde seyretmeye başladı ve ÜFE’den TÜFE’ye geçişkenlik de olmadı. Toplamda TÜFE %92 iken ÜFE %160. Bu, sermayenin aşınması, sermaye birikiminin erimesidir. Ve ekonomik zorlukların bedeli değil AKP’nin sermayenin belli kesimine karşı açtığı savaşın sonucudur.
Şimdi kimileri şu beklentide: Eninde sonunda sermaye kesimi üstlendiği bu zararı ücretlilere yansıtacak ve TÜFE artacak, aradaki fark kapanacak. Bense “acaba?” diyorum. Eğer aradaki fark yansıyacaksa, (ÜFE hiç artmamak kaydıyla) TÜFE’nin bu yıl 70 puan daha artarak %120’ye ulaşması gerekir. Pek sanmıyorum.
Çünkü AKP’nin “fahiş fiyat” söyleminin aynı zamanda bir politika olduğunu biliyorum, öyle zam yapacak patronların canına okuyacaklarına da eminim. Sermaye, bu zararı sineye çekecektir. Sermaye’nin risk iştahı büyük olur, girişimci cesareti de ama politik risk almazlar, hele hele politik savaş cesaretleri hiç yoktur.
Hizmet sektörünün yıkımı
Sermayeye açılan bu savaşı emekçi sınıflar, ücretle geçinenler açısından olumlu bir gelişme olarak okunabilir. Hatta şöyle bir bakarsak asgari ücrete bu yıl %50 zam yapıldı. Bu zam, bu yıl Ocak’taki TÜFE rakamı kadar. İktidar, “işte asgari ücretliyi enflasyona ezdirmedik” derken zaten bu rakamlara dayanıyor. Ben, enflasyonun aslında çok daha yüksek olduğu gerçeği üzerinden ajitasyon yapmak niyetinde değilim. Çünkü bu ajitasyonun bizleri rakamları incelemekten alıkoyduğunu ve kolaycılık olduğunu biliyorum.
Şimdi tekrardan patronlar cephesine dönüp ÜFE’yi inceleyelim ki ne olup bittiğini daha net anlayabilelim. ÜFE rakamları da aslında tek başına yeterli bir ölçüt değildir. Çünkü sanayi üretimi var, tarımsal üretim var, hizmet üretimi var. Ve bizim ülkemizde bu, sermaye içi farklılıkları yansıttığı kadar, Yeşil Sermaye ile “laik” sermaye arasındaki ayrımı da bir ölçüde yansıtıyor.
Son üç yılın ÜFE’si ile Hizmet ÜFE’sini karşılaştırdığımız zaman, H-ÜFE’nin hep geride kaldığını görüyoruz. Bu, iktidarın ülkenin ekonomik yapısını ihracata yönelik sanayi kesimini desteklemesi ile birlikte hizmet sektörünü geriletmesinin net sonucudur. Zaten özellikle yurtdışına yönelik üretim yapan sektörlerdeki enflasyonun ortalama yurtiçi üretime yönelik enflasyondan yüksek olduğunu da alt kırımlardan görebiliyoruz, hizmet enflasyonunun üretim enflasyonundan epey düşük olmasından da.
Burada, AKP’nin iç piyasayı yok etme, adeta kendi ülkesini sömürgeleştirme stratejisi uyguladığını görebiliriz. Bu, hem belli sermaye gruplarının tasfiyesidir hem de orta sınıfların tasfiyesi. Öyle ki H-ÜFE’nin alt kırımlarına baktığımızda, ortalamanın altında kalanları hemen görebiliriz. Birkaç kalemi yazacak olursak: Hukuk, muhasebe, sağlık, yayımcılık, mimarlık, mühendislik gibi alt kalemlerin H-ÜFE ortalamasının bile altında kaldığını görürüz. Yani sadece sanayinin hizmet sektörü aleyhindeki gelişmesi değil, belli bazı hizmet sektörlerinin de diğer hizmet sektörleri karşısında gerilemesi ile karşı karşıyayız.
Orta sınıfın enflasyon yoluyla yıkımı
Bu, tam olarak orta sınıfların tasfiyesinin görüldüğü alandır. Ama dahası var. Asıl büyük gelişme de burada yaşanıyor zaten.
Asgari ücretin %50 arttığı bir ülkedeyiz. Bir yıl önce 2.825 TL olan asgari ücret bu sene 4.250 TL oldu. Türkiye’nin özellikle üretim sanayisindeki işçilerin bu zamlardan faydalandığını varsayabiliriz. ÜFE yoluyla yüksek kâr elde eden sanayi kesimi bu zamları karşılamakta zorlanmamıştır ve bu alanda emekçilerin sermaye karşısında net bir kazancı değil kaybı olduğunu görmemiz gerekir. %80 ÜFE’nin olduğu yerde %50 ücret artışı, sermaye sınıfına emekçi sınıftan net transfer demektir.
Ama gelelim hizmet sektörüne. Burada orta sınıf dediğimiz ücretlilere geçtiğimiz sene 4.000-5.000 TL gibi maaş veriliyor var sayalım. Bu maaşlara bu sene patronlarının yapabileceği zam zaten en fazla %50 olabilirdi, o da sadece belli sektörler için. Tahmin edebiliriz ki bu tür asgari ücretin az üstünde olan maaşlara yapılan zamlar %50’nin altında kalmıştır. Diyelim ki 4.000 TL olan maaş 5.000 TL’ye, 5.000 TL olan maaş ise 6.000 TL’ye çıkmış olsun.
Bu durumda iki sonuçla karşılaşırız. Hem hizmet sektöründeki sermayeden üretimdeki sermayeye bir transfer olmuştur, hem de asgari ücretin üstünde maaş alan kesimlerden asgari ücretlilere. Böylece artık asgari ücret bir norm haline gelirken orta sınıflar hızla yok edilmektedir.
Nebati, Marks ve Lenin
Bu yıkım karşısında ne yapılabilir peki?
Emekçi sınıflar kendilerini savunmak için toplu eylem yapabilirler, gerekirse grev silahını çekebilirler. Nitekim ülkemizde son dönemde bu tür işçi eylemlerinin geliştiğini görmekteyiz. Fakat bu eylemlerin yapıldığı sektörlere baktığımızda özellikle hizmet alanında ve yine özellikle hizmet sektörünün güçlü olan taşımacılık, depoculuk alanlarında olduğunu görürüz. Buradaki emekçiler, patronları zaten iyi kazandığı için rahatlıkla eylem yapabilir. Patronlar da işlerini durdurmamak için işçilerin taleplerini kabul edeceklerdir.
Ama şunu tahmin etmek hiç de zor değil: Geçtiğimiz yıllarda yeterince kâr edememiş, fiyatlarına zam yaparak kendini koruyamamış sektörlerde çalışan işçiler, daha düşük zamlara, hatta zamsız da olsa çalışmaya mecbur kalacaktır.
Sınıf mücadelesi açısından işçi sınıfının tek şansı direnmektir. Çünkü işçi sınıfının kendi vatanından başka bir sığınağı olamaz. Acı ama gerçek: Ölecekse bile işçi sınıfı kendi vatanında ölecektir…
Ama ülkemizden dışarıya bir beyaz yakalı göçü var. Çünkü iktidarın orta sınıfları yok etme politikasına karşı bu sınıfların başka ülkelere göç edebilmek gibi bir seçenekleri var. Nitekim bunu yapıyorlar. Hatta şunu da görelim: Sermayenin bir çok kesimi de artık yurtdışına taşıyor sermayesini. Çünkü sermaye sınıfı bu iktidarın gerçek niyetinin ne olduğunu biz solculardan çok daha önce anladı.
Ekonomi Bakanı Nurettin Nebati, herkesin gülüp alay ettiği bir figür. Üstelik en doğru sözleri ile alay ediyoruz. Mesela, “Ben kaybedersem her şeyimi kaybederim siz kaybederseniz sadece işinizi” derken herkes tepki gösterdi. Oysa tam da Marks’ın “Zincirlerinizden başka kaybedecek bir şeyiniz yok” sözünü başka şekilde söylemişti. Yani en az Marks kadar sınıf bilinçli bir ekonomi bakanımız var ve tam bir savaş programı ile karşımızda. Sadece emekçilere değil, orta sınıflara ve sermayenin belli kesimlerine de savaş açmış durumda. Ve sermaye kesimleri bunu çok iyi görüyorlar. Peki ya biz solcular?
Marksist geçinen iktisatçılar ajitasyon yapmak yerine verileri biraz sınıf gözlüğü ile inceleseler, sermaye içi savaşın ne boyutta olduğunu görebilirler. Hatırlatayım: Lenin, emperyalizm tezini ortaya koyarken, herkesin gözü önündeki verileri sınıf gözlüğü ile incelemiş ve oradan sermaye içi savaşı görmüş ve adına emperyalizm demişti.