Erdoğan’ın “dil koparın” demesi suçtur!
Tayyip Erdoğan’ın Sezen Aksu’yu hedef alarak “O uzanan dilleri yer geldiğinde koparmak bizim görevimizdir” demesi her şeyden önce suçtur ve medeni hukukta yeri yoktur.
Yaşadığımız devirde dil koparmak; basit yaralama fiili değildir, dünyanın her yerinde işkence kapsamına girer ve cezası çok daha ağırdır. İşkenceyi teşvik etmek “basit bir deyim kullanımı” olarak görülemez, düşmanca bir hissiyatın ortaya saçılmasıdır. Düşünülmesi kötü; ifade edilmesi suç, bir Cumhurbaşkanı tarafından söylendiği için de tarihe geçecek kadar kötü bir açıklamadır.
Erdoğan’ın danışmanlarının bunu fark edip, basın mensuplarından bu ifadeleri yazmamalarını “rica etmeleri” de durumun vahametinin farkında olduklarını gösteriyor.
Tayyip Erdoğan’ın bu konuşmasını zaman zaman yaptığı sert çıkışlardan biri olarak görüp ciddiye almamak, sadece “AKP tabanında safları sıklaştıracak bir taktik” olarak görmek, Erdoğan’ın konuşmasına zemin hazırlayan siyasal dönüşümü anlamanın önünde bir engel. Türkiye değişiyor ve Erdoğan da buna uygun yeni bir dil kullanıyor.
Geldiğimiz noktada AKP iktidarı tamamen “muktedir” olacağı, baskın ve sınırsız bir oligarşiye doğru evriliyor. Yeni bir olgu değil elbette bu; AKP başından beri bu yolun yolcusuydu ve özellikle 15 Temmuz sonrasında ülkedeki tüm muhalif kesimlere yönelik büyük bir baskı politikası uygulandı.
Ancak geldiğimiz nokta siyaseten bile olsa “AKP’nin hukuki ve ılımlı görünme ihtiyacından” vazgeçtiği, “ocak başkanı” düzeyinde bir siyaset anlayışının içselleştirildiği ve Erdoğan’ın da bizzat kendi üslubuyla bu dönüşümü teşvik ettiğini görüyoruz.
AKP, mafyayı göreve çağırıyor
Erdoğan’ın çağrısının ardından Çağlayan Adliyesi’nin önünde toplanan kitlenin Süleyman Soylu’yu referans göstererek “Bakanımızın da dediği gibi, ‘beyinlerine sıkacağız, kafalarına. İnlerinde hepsini ezeceğiz.” diyebilmeleri, “Erdoğan’ın ‘dillerini koparacağız’ açıklamasının kimler tarafından ve ne şekilde algılandığını” açıkça ortaya koyuyor.
Bu talimat aynı zamanda AKP destekçisi lümpen mafya örgütlenmelerin muhalefete karşı sokağa davet edilmesi ve her anlamda “kollanacaklarının” güvencesinin de verilmesidir. 2017 referandumu öncesinde Sedat Peker gibi figürler üzerinden yürüyen kampanyanın bayraktarlığını bugün bizzat Erdoğan yapmaktadır.
Bir devlet yöneticisinin çağrısı, bir mafya babasının çağrısından çok daha kitlesel ve etkileyici olacaktır. “Dillerini koparın” emri, buna yönelik bir işaret fişeği okunabilir.
Çin modelinde Cami’nin önemi
Böylesine bir konuşmanın yapılacağı yer olarak Çamlıca Camisi’nin seçilmesi de elbette tesadüf değil. Devlet politikalarının camilerden ilan edilerek kağıt üzerinde bile olsa var olan “devletin laik karakterinden” tamamen vazgeçilmesi, Erdoğan’ın devletin başı olmaktan İslam’ın başı olmaya “terfi etmesi”, Cami’nin iktidarca halkın örgütleneceği yer olarak seçilmesi ve yine Cami’de “hukuku tamamen reddeden” bir siyaset anlayışına yapılan davet, iktidarın yeni dönem tarzını açıklıyor.
Yine bu dönemde ekonomide “Çin modelinden” bahsedilmesi de bir tesadüf değil. Ekonomide “Çin modeli” uygulamak için siyasette de “Çin modeli” uygulamak, yani demokrasinin tamamen rafa kaldırılması, muhalefetin tamamen tasfiye edilmesi ön şart. Sosyal hayatta Çin modeli olmak demek toplumun tamamen tek tipleşmesi anlamına geliyor.
Ancak böylesine bir dayatmaya karşı; Türkiye gibi iktidara ekonomik bağımlılığı olmayan orta sınıfın kalabalık ve gelişmiş olduğu bir ülkede, “özgür” halk katmanların tepeden yapılan otoriter baskıya boyun eğmeyeceği ve direneceği de ortada.
Böylesine bir çatışma ortamında iktidar açısından “dil koparmak” oluşabilecek toplumsal direncin kırılması açısından zorunluluğa dönüşüyor.
“Türkiye’nin Taliban’ın inancıyla alakalı ters bir yanı yok” diyen Erdoğan’ın, Taliban hukukuna doğru yaklaştığını; Taliban’ın siyaset dilinden nasıl beslendiğini görebiliyoruz.
Taliban cezanın infazını “toplumsal etkisini arttırmak için”, herkesin önünde yapıyor. Buradaki amaç, yaratılan korkunun ve dehşetin dozajını arttırmak.
Erdoğan’ın hedefi “popüler” figürler
Erdoğan da hedefini toplumun “tanınmış” simalarından seçerek, bu kişiler üzerinden tüm muhalefet katmanlarına bir korku mesajı yaymaya çalışıyor. Sezen Aksu gibi geçmişte AKP’ye destek olmuş bir figürün bile Erdoğan’ın saldırgan dilinin mağduru olması, Aksu’nun “popülerliği” üzerinden topluma çok rahat biçimde mesaj verilebilmesinden kaynaklanıyor.
Burada Sezen Aksu’nun ne kadar “muhalif” olduğunu ya da ne kadar “politize” olduğunu tartışmanın da bir anlamı yok.
Belirleyici olan Sezen Aksu’nun bir AKP’li olmaması ve bir AKP’li gibi davranmaması.
Kimileri bunu “muhalif” olmak için yeterli bir duruş olarak görmeyebilir ancak otoriter yönetimlerin gözlüğüyle bakıldığında, kitlelerin siyasi anlamda nerede durduğunu tespit etmek bu kadar basit.
Popüler figürlerin “AKP’li olmadıklarını açıkça göstermelerini”, AKP düşmanlığı gibi algılayan ve bu figürleri bir siyasi düşman haline getiren de bu düzenin kendisi.
Politik olmayan bir şarkı sözü de, içki masasında çekilmiş bir fotoğraf da, bir yeni yıl kutlaması paylaşımı da, ufacık bile olsa “iktidarın bekasına kastedecek” girişimler olarak değerlendiriliyor ve buna yönelik bir muamele yapılıyor.
Sezen Aksu’dan devrimcilik bekleme korkaklığı
Durum böyleyken, Sezen Aksu’nun “muhalifliği” üzerinden bir tartışma yaratmanın iki farklı yönü var. Bunlardan birincisi Aksu ya da popüler figürlerin koyduğu muhalif tavrın gölgesine sığınıp, insanın kendisini korumaya alması.
Hesabı popüler olanlar öderse, diğerlerine yapacak bir şey kalmaz çünkü “ortada faşizm şartları vardır.” Sezen Aksu’nun bile “dilinin koptuğu” bir ülkede artık yapacak bir şey yoktur. Böylelikle toplumsal teslimiyet meşrulaşır.
Sezen Aksu’nun bedel ödediği bir ülkede, aydının yazı yazma imkânı yoktur, bu yüzden yazı yazmaz. İşçinin grev yapma şansı yoktur, bunun için işçiye kızılmaz. Öğrencinin direnememesi, halkın susması da gayet olağan hale gelir ve bunun sorumlusu tek başına “Sezen Aksu” olur, böylece herkes suçluyu bulup vicdanını rahatlatabilir.
Muhalif kesimler aslında Sezen Aksu’ya “iki cihanda lekeli” geçmişinden dolayı kızmıyor, tepkinin asıl sebebi Sezen Aksu’nun bir direniş hareketine öncülük yapmadığı için yaşanan hayal kırıklığı.
Koca koca sosyalistler, “Ben cesurum ve belki de ölümü göze alarak hayatımı bu yola adadım” diyen devrimciler, Sezen Aksu’ya yeterince cesur olmadığı için kızıyor ve tepki gösteriyorlar. Aksu’nun geçmişi de bu eleştiriler için “malzeme” olarak kullanılıyor ve etkileşim sağlıyor.
Aksu’ya “oh olsun” demek, Erdoğan’a ortak olmaktır
Sezen Aksu’nun “muhalifliği” üzerinden “Oh olsun!” diyen ikinci kesim ise “dil koparma” üzerinden AKP’nin yarattığı siyasi atmosferin ortağı haline geliyor.
AKP’li sosyal medya komiserlerinin muhalif herkesin paylaşımlarını araştırmaları ve ihbar etmeleri ve mahkemelere delil olarak sunmaları gibi; bu kesimler de aynı yolun yolcusu ve aslında yaptıkları şey “jurnalcilikten” başka bir şey değil.
Tıpkı kolluğun her önüne gelene GBT sorması ve bundan tuhaf bir zevk alması gibi, bu kesimler de geçmişi didik didik etmeyi ve sosyal medya GBT’sine bakmayı çok seviyorlar.
AKP’nin kendi açısından en büyük başarılarından biri de “ihbarcılığın” bu kadar kitleselleşmesi ve muhalefetin bile bunun bir parçası haline getirilmesi.
Herkesin “günah defterlerini açmaya çalıştığı” bir ortamda, temel hukuk değerleri yok olduğu gibi, dayanışmanın temeli olan “bir araya gelme” duygusu da tamamen yok oluyor.
Sezen Aksu geçmişinde AKP’ye destek vererek, faşizme giden yola zemin hazırlamış olabilir. Bunu tartışabilir ve eleştirebiliriz. Ancak Sezen Aksu’nun bu tavrının eleştirilmesi ve Sezen Aksu’nun AKP politikalarından sorunlu tutulması farklı şeylerdir. Aksu, AKP’ye destek verdi diye AKP’nin yaptıklarından sorumlu tutulamaz.
Muhalefet, linç kültürünün parçası olmamalı
Bu AKP’nin topluma dayattığı hukuk anlayışıdır ancak evrensel anlamda bir karşılığı yoktur. AKP, Sezen Aksu’nun dilini koparırken bizler ne yapacağız? Biz de Erdoğan gibi, onun dilini mi koparacağız? Suça sevinip, ortaklık mı etmeye çalışacağız? Kendi içimizdeki “had bildirme” duygusunu tatmin etmek için, faşizmi ayakta tutan en önemli unsur olan “linç kültürünün” bir parçası mı olacağız?
Yoksa, insanların birbirine güvenmediği, 80’li dönemlerde olduğu gibi kitapların yakılmasına benzer biçimde geçmişimizin yok edildiği, tüm paylaşımlarımızın silindiği bir ülkede mi yaşamak istiyoruz. Böyle bir gelecek mi kurmak istiyoruz?
Baskıların artacağı bir dönem geliyor
Sedef Kabaş’ın, Aksu’ya yönelik tehdidin sadece bir gün sonrasında gözaltına alınması tesadüf değil. Muhalif kesimler, ideolojik GBT peşinde koşarken, AKP iktidarı kendisinden olmayan herkese yönelik büyük bir kampanya başlattı.
Kamuoyunun çok fazla dikkatini çekmedi ama aynı gün Yeniçağ gazetesi ekonomi yazarı Evrem Devrim Zelyut, yazılarından dolayı ifade verdi.
Sokak röportajları yapan muhabirlerin gözaltına alındığı, muhalif ekonomi yazarlarına yönelik soruşturmaların açıldığı, İBB’ye yönelik görevden alma ve kayyum atama çağrılarının yapıldığı, sosyal medya paylaşımları için on binlerce kişiye soruşturma açılan bir dönemden geçiyoruz.
AKP iktidarı, bugüne kadar hep dile getirdiği fakat başarılı olamadığı “kültürel hegemonya” konusunda “altın vuruş” yapabilmek adına, toplumdaki tüm “popüler” figürleri ortadan kaldırmanın ve yok etmenin peşinde.
Yasa değişiklikleriyle yapılan dönüşümler bile kestirilebilirken; ucu açık, sınırları belirsiz farklı bir toplumsal dönüşüm AKP’nin hedeflediği.
İktidar açısından tüm dünyadan kopmak, evrensel hukukun tüm normlarını reddetmek ve iyice “yalnızlaşmak”; büyük dönüşüm açısından önemli bir fırsat yaratıyor.
Erdoğan’ın “dil koparacak” bıçağını biz bilemeyelim!