Bütün yoğun gündemin ve saçma sapan kavgaların arasında öylesine bir haber atlamışız ki, aynalara bile bakamayacak kadar yüzümüzü karartan millî bir utanç ve pazartesi gününden beri atlatamadığım şokun etkisiyle bu yazıyı sizlerle paylaşıyorum.
Aslında yazıyı sıcağı sıcağına kaleme almak isterdim ama diğer gelişmelerle beraber durumu netleştirmek için şu saate kadar beklemeyi yeğledim. Evet, büyük beklentilerle göklere çıkarıp olağanüstü anlamlar yüklediğimiz Türk Devletleri Teşkilatı, Türkiye’ye tasallut etmiş muhteris ve bir o kadar da vasıfsız iktidar yüzünden maalesef kocaman bir “fos” çıktı!
Kıbrıslı Türk gazeteci Sabahattin İsmail’in ortaya çıkarttığı habere göre Avrupa Birliği, bir yatırım planı ve başlangıç için toplamda 12 milyar avroluk parasal destekle üç Türkî cumhuriyeti Kıbrıs politikası üzerinde tavır değişikliğine zorlamış… Önceleri gizli yürüyen süreç aslında daha sonradan Rum basınında da haber olmaya başlamış fakat en nihayetinde biz uyurken adamlar önce Özbekistan’ı ardından da Kazakistan ve Türkmenistan’ı kendi taraflarına çekmeyi başarmışlar ve de an itibarıyla bu ülkeler Güney Kıbrıs’a büyükelçi atamayı kabul etmişler… Tabii yandaş basın üzerinden zerk edilen sahte kahramanlık soslu narkozun altında oluyordu bütün bu operasyonlar. Ne olursa olsun Kıbrıs’taki Türk tezinin kalbine bir hançer gibi saplanan bu gelişme tam anlamıyla bir fiyaskodur!
Türk Dünyası adına oldukça utanç verici bu durum karşısında öncelikle şunu söylemek isterim: Kıbrıs davası ve bunun bir devamı olarak 1983 itibarıyla KKTC olarak süregelen bağımsız devlet ülküsü adımı, Türkî cumhuriyetlerine güvenerek atılmadı. Kaldı ki, o yıllarda Sovyetler Birliği henüz dağılmamış ve bu devletler bağımsızlığına bile kavuşmamıştı. Hiç kuşkusuz bu yoldaki mücadele onlarla veya onlarsız ve hatta sicili kabarık mevcut gasp rejimine rağmen devam edecektir.
Ancak, burada sorgulamak zorunda olduğumuz daha esaslı başka bir problem var. Türkiye’yi zor durumda bırakacağı çok açık olduğu halde, üstelik gözlemci statüsünde teşkilata kabul ettikleri bir üyenin üstünü çizmeye itecek kadar onları zorlayan ne gibi sebepler olabilir?
İlk bakışta Türkiye’nin tutarlı olmayan dış politikalarının ve yaşanan ekonomik dar boğazın, işlerin bu noktaya gelmesinde belirleyici olduğu söylenebilir. Suriye’de ortaya çıkan yeni durumla beraber jeostratejik açıdan daha önemli hale gelen Kıbrıs’ta, ABD’nin Rumlara sağladığı askeri destek ve Türkiye’nin itirazlarına rağmen Akdeniz’deki ihtilaflı alanlarda sürdürülen sondaj çalışmaları, öyle anlaşılıyor ki bu kardeş cumhuriyetler nazarında çok erken bir değerlendirmeyle de olsa “Dengeler Türkiye’nin aleyhine değişti” imajını oluşturmuştur.
Oysa yine Türkiye yönünden düşünecek olursak, ideal bir hükümetin çok erken bir dönemde bunları öngörüp ona göre bir siyaset geliştirmesi beklenirdi. Gerekirse bir kolordu daha gönderilip ada tamamen asker doldurulur, donanma ise tam seferberlik durumunda olduğu gibi alarma geçirilir yine de Akdeniz’deki bu oldubittiye kayıtsız kalınmazdı. Fakat bizde akıllar başka türlü işliyor. Dışişleri sekretaryasının Özgür Özel’e laf yetiştirmek gibi mühim meşguliyetleri var(!)
Ayrıca, Macaristan ve Azerbaycan gibi halihazırdaki otokratik rejimleri üzerinden İsrail’e göbeğinden bağlı devletlerin üye olduğu, ancak ne Müslümanlara ne de görüldüğü üzere en korunup kollanması gereken bir Türk devletine faydası bulunmayan böyle bir teşkilatın şu an itibarıyla anlamı kalmış mıdır?
İsrail faktörü niçin çok önemli?
Suriye’deki korsan rejimin başkanı kıdemli terörist Colani ile bir deniz yetki anlaşması yapabilecek halde bile değiliz çünkü yardım konvoylarını ve hatta hastaneleri dahi vuran İsrail’in bölgede kendinden başka hiç kimseye tahammülü yok. Türkiye-İsrail ilişkileri özelinde kabul etmek gerekir ki, Suriye’deki Baas rejimi çökmeden önce makul bir model söz konusuydu ancak yanlış politikanın kaçınılmaz sonuçlarından birisi olarak artık bunun bir zemini kalmamıştır. Buradaki senaryo önceki yazılarda belirttiğim gibi ‘sıfır toplamlı oyun’dur. Yani bir tarafın kesin bir şekilde kazanacağı, diğer tarafın kaybedeceği bir senaryo.
Tarafların doğrudan birbirleriyle sıcak çatışmaya girmesi ilk etapta beklenmeyebilir. Mevcut halde Suriye’de birbirlerinin ayaklarına basıyorlar ve daha çok İsrail, Türkiye ile ilintili noktaları bombalıyor. Sıcak çatışma genelde bu Suriye sahasında ve ilerleyen zamanlarda Akdeniz’de olacak. Bu açıdan bakıldığında da Kıbrıs kesinlikle sadece KKTC’nin yaşatılmasından ibaret değildir. Tüm bilinmeyenler ve bilinenler yerlerine konulduğunda İsrail ile mutlak bir savaşa gireceğimiz gün gibi ortadadır ve hazırlıklar da ona göre yapılmalıdır.
Tabii bu, şimdiki rejimin altından kalkabileceği, Siyasal İslamcı saiklerle kotarılabilecek bir mücadele değil. Daha reel politik zeminde hareket edebilecek Kemalist kodlara sahip bir hükümetle icra edilmesi gereken bir prosestir ve o açıdan yeni hükümet arayışlarının da hangi istikamette olması gerektiği açıktır. O süre zarfında çok geri adım atılmamalı ve sürekli savunmada bir duruş sergilenmemelidir. Fakat bir diğer taraftan teşkilata güvenerek iş yapılamayacağı da Kıbrıs fiyaskosuyla daha iyi anlaşılmıştır. Bununla birlikte İsrail ile sıcak çatışmanın olacağı güne kadar herkes tarafını çok açıkça belirlemelidir. Irak Kürtlerini temsil eden yönetimler ve dahası halkını tenzih ederim ama Azerbaycan’daki hanedan yaklaşan bu büyük kıyametin arifesinde duruşlarını net biçimde ortaya koymak zorunda kalacaktırlar.
“Gazze’yi riviera yapma” planları ve İsrail yayılmacılığının sadece insani ve İslami duyarlılıkla değil, reel politik çerçevede ele alındığında da bölge ve pekala Türk varlığı için oluşturduğu tehdit iyi anlaşılmalıdır. Katî surette yok edilmesi şart olan bu husus üzerinde uzun vadeli bir çalışma yapılması lazım ama mevcut rejim ne bunu yapacak güçtedir ne de zaten böyle bir niyeti vardır. Rejim, salt kendi ikbali için yargı darbesi marifetiyle adeta muhalefetle bir savaş sürdürmekte ama hiçbir şekilde iç cephe gibi bir kaygı taşımamaktadır.
Bu arada rejime gösterilen tepkiler de olması gerektiği şekilde devam ediyor. Cumhuriyet Halk Partisi’nin olağanüstü kurultayı ve orada yapılan konuşmalar gayet yerindeydi. Aslında Trump yönetimini ve İsrail’i doğrudan hedef almaları, devam eden boykot ve protestolarda onları aşağılayıcı posterlerin de görünür kılınması yerinde olacaktır çünkü mücadele tüm otokratik eğilimlere karşı evrensel bir itiraz mahiyetinde bir mücadeledir.
Kaybeden ve kaybettiren bir rejimle nereye kadar?
Türkiye’de iktidarı gasp etmiş olan rejim “Aman Ekrem gelecek..” korkusuyla bu yargı darbesini tezgahlarken şimdiye kadar yapılan hesaplamalarda Merkez Bankası’na 40 milyar doları yaktırmış ama daha nerede duracağı kestirilemeyen bu parasal erimede kenara ayıramadığı 12 milyar avro yüzünden üç büyük Türk devletini ve Kıbrıs davasını kaybetmiş..! Felaketin boyutunu anlayabiliyor musunuz? Ve hala utanmadan siyaset yapıyor sağa sola sahte gülücükler saçıyorlar! Bu arada Trump’ın Salı gününden beri iyice dozunu arttırarak yükselttiği gümrük duvarları dengeleri sarsmaya devam ediyor ancak sarsıntının etkilerini anlık olarak ölçmede zorluklar yaşanıyor. İlk tepki olarak petrolün varil fiyatı neredeyse 60 dolara kadar gerilerken, altının onsu 3000 dolar üzerinde kalıcı oldu. Tüm göstergeler küresel resesyonu, 1929 Krizi gibi bir felaketi işaret ediyor ama Türkiye’deki rejimin şu gün dahi attığı adımlarda bunları hesap ettiğine dair bir emare yok.