İnsanlarla kimi zaman yüz yüze tanışmazsınız.
Benim Hanri Bey ile tanışmam da böyle oldu: Cezaevine gelen bir mektupla.
O dönemde Silivri Cezaevi’nde bulunuyordum, artık kitap fuarlarına katılamıyordum ki benim için kitap fuarı bayram demektir. Uzaktan bayramı izlerken bizimle ilk defa fuara katılan Hanri Bey’den bir mektup gelmişti, “ben yerimi ve ailemi buldum” diye yazmıştı.
Cezaevindeki bir insan için en önemli şey hatta tek önemli şey mektuptur. Bu nedenle böyle hiç tanışmadığım birinden gelen mektup beni çok mutlu etmişti. Üstelik mektubu gönderen Hanri Benazus’tu.
Sonrasında mektuplaşmamız devam etti.
Ve ben onu öyle tanıdım; uzaktan, mektuplardan…
…
Herkes onu Atatürk fotoğrafları koleksiyoncusu olarak tanırdı.
Herkes onu Atatürk’ün leblebilerini aşıran çocuk olarak tanırdı.
Herkes onu “Ne mutlu Türküm diyene” sözünü gerçek yapan adam olarak tanırdı.
Ben ise onu Mevlana ile tanıdım ilk olarak.
Hanri Bey, uzun yıllar iş dünyasında bulunmuş, çok zengin olmuş, sonra tüm mal varlığını kaybetmiş biriydi.
Bu, onu yıkmamış, yeni bir dünyaya açılmasını sağlamıştı: Tasavvuf.
O büyük tasavvufçulardan biri de Mevlana idi.
Mevlana’nın şu dizelerini seçip yollamıştı:
“Ben dostlarımı ne kalbimle ne de aklımla severim.
Olur ya…
Kalp durur…
Akıl unutur…
Ben dostlarımı ruhumla severim.
O ne durur, ne de unutur…”
Hanri Bey, her şeyini yitiren eski bir işadamı olarak, cezaevindeki bana kendi çıkarttığı hayat dersini yolluyordu Mevlana’nın sözleriyle.
Benim gibi devrimciliği modern çağın dervişliği olarak gören biri için güzel bir dostluk başlamıştı.
…
Hanri Bey’le cezaevinden çıktıktan sonra ilk buluşmamız bir bayramlaşma gibiydi. Epey yaşlı ve hastaydı ama inanılmaz disiplinli, işine sadık ve tüm bunların yanında güler yüzlüydü.
Filiz’le arası zaten çok iyiydi, ona “nişanlım” der, beni uyarır, “iyi davranmazsan alırım elinden ha kızımı” derdi.
Sadece milli bayramlarda değil dini bayramlarımızda da arardım, hiç yadırgamazdı çünkü bizim bayramlarımız onun da bayramı olmuştu.
Zaten o “Milli Mücadele’de Din Adamları” hakkında bir kitap yazacak kadar da bizdendi.
“Biz” ne isek oydu: Bu topraklarda binlerce yıl yoğrulan insanın en rafine haliydi. O nedenle herkes onu severdi; o bizim unuttuğumuz, kaybettiğimiz kimliğimizdi.
…
Maddi olarak her şeyini kaybedip kendini kazanmış, kendini bulmuştu. Bir derviş gibi yaşıyordu ve üstelik doksan yaşındaydı.
Onu İzmir’de bir meydanda resimlerinin yanında bir masada kitaplarını imzalarken görürdünüz. Tüm gün sabırla beklerdi, yorulmazdı, şikayet etmezdi.
Ekmeğini taştan çıkartırdı.
Üstelik bir telefonu ile önünde dünyalar açılabilecekken böyle kendi emeğiyle geçinirdi.
Kimseye minnet etmeden.
Biz onun bazı kitaplarını basardık, telifini kitap olarak alırdı. Sonra elindeki kitaplar bitince yenilerini isterdi, biz istemezdik ama o zorla kitapların parasını yollardı.
Kimseye borçlu kalmak istemezdi.
Onun tasavvufçu yanını bilmeyenler akıl sır erdiremese de büyük bir anlamı vardı.
90 yaşında bir adam, tüm çağa meydan okuyordu: Mal da yalan mülk de yalan, var biraz da sen oyalan…
Sadece maddi olarak değil fiziksel olarak bile yardım istemezdi. En fazla koluna girerdik, o kadardı, gece yine tek başına kalır, sabah tek başına uyanırdı.
İnsanları bu kadar seven biri için de bu bir tercihti, yalnız kalmak değil ayakta kalmaktı bu tercih…
…
Mevlana şöyle demişti:
“Her canlının ölümü tadacağını
Ama sadece bazılarının hayatı tadacağını öğrendim.”
Hanri Bey hayatı tadan o nadir insanlardandı.
Bizim onda imrendiğimiz yan tam da buydu.
Ama hangimiz gerçekten anlamıştır ki bunu?
Mal mülk peşinde, şan şöhret peşinde, makam mevki peşinde koşan, bunlarla bir yere varacağını sanan insanlara tek başına ders veriyordu: Bu yeryüzü elmalarına kanmamamız için.
Çocukken Atatürk’ün leblebilerini almıştı ve dünyanın en tatlı meyvesiydi onlar.
Atatürk’ü o nedenle sevmiş ve bir daha da hiç bırakmamıştı.
İnsana leblebi yeterdi.
Yeter ki yanında dostları olsun…
…
Derviş dostum Hanri Benazus…
Gözün arkada kalmasın, leblebilerin bizlere emanet…