İsrail ile İran arasında garip bir çatışma yaşandı. İsrail, bazı isimleri suikast benzeri nokta atışı saldırılarla yok etti. Ama Hamaney bu işin dışında tutuldu. Nükleer tesisler de havaya uçuruldu. Sonra da ABD “bombaların anasını” kullanarak, kalan yerleri bombaladı.
Ardından İran, önceden haber vererek, misilleme amacıyla Katar’daki ABD üslerine füze fırlattı. ABD bunları havada vurdu. Trump İran’a teşekkür etti. Sonra Katar arabulucu oldu, birkaç saat içinde “ateşkes” ilan edildi. Bu sefer İran, üstüne füze fırlattığı Katar’a teşekkür etti. Katar hepsine teşekkür etti. Hakikaten garip bir savaş!
Nihayet İsrail, dayanamayıp ateşkesten sonra da uçak uçurup İran’ı bombalayınca Trump küfür etti. “… savaşınızdan bıktım” dedi. İlk kez bir ABD Başkanı, açıkça İsrail’i eleştirdi, hem de küfür ederek. İsrail için “İran’dan kötüler” gibi şeyler bile dedi.
“Şeytan Trump” diye slogan atan İrancı İslamcılar da şaşkın. Yine “küreselcilik karşıtı Trump” diye alkışa durdular. İsrail, hakikaten ABD’den fırça yiyince duruyormuş. Bomba atmayı bıraktılar. Nihayet ne olduğu belirsiz “savaş” şimdilik bitti. Trump şimdi “Gazze’de de barışı sağlayacağım bir haftada” diyor. Tayyip ise Trump’a teşekkürlerini sunuyor NATO zirvesinde. Oysa aynı Trump, birkaç ay önce “Gazze’yi Las Vegas yapacağım” diyordu. O zaman üç maymunu oynayan İslamcı mandacılar, şimdi yine coşku içinde. Gazze’ye barış, onlara da yeniden inşaat ihaleleri gelecek. Oteller yapılacak ya…
Son bir ayda yaşananların çeşitli devletler ve emperyalistler açısından muhasebesini yapmak zorundayız… Yaşanan olaylar, dünyayı anlamamızın en kolay, en kestirme ve en açık yolunun hâlâ emperyalizme ve emperyalistler arası mücadeleye odaklanmak olduğunu gösteriyor.
Son yaşadığımız çatışmadan çıkacak en önemli derslerden biri; Atlantik ve Avrasya diye bir bloklaşmanın asla olmadığıdır. Sadece Avrasyacılar değil, aslında tersinden Avrasyacılık yapan “Hür Dünyacılar”, “Atlantikçiler” de olayları açıklamakta çaresiz kaldılar.
İkinci önemli ders, Rus ipiyle kuyuya girenin yine kaybettiğidir. Rusya, İran’a “sözel” destek haricinde hiçbir şey sunmadı. Oysa İran, Rusya-Ukrayna savaşında çok önemli stratejik ve lojistik yardımlarda bulunmuştu Putin’e. İleride Kuzey Kore’ye bir müdahale olursa Rusya kılını kıpırdatmaz. Tam Bağımsızlık, seni tehdit eden gücün rakibine uydu olarak sağlanamaz. Aksi takdirde büyük devletlerin poker çipi olursun. Bağımsız değil.
Herkes ABD’nin Rusya’ya karşı değişen tavrından bahsediyor. Kimileri bunu Trump’ın deliliğine, kimileri ise Putin’in Trump’ı kandırmasına yoruyor. Peki ama Rusya’nın tavrı değişmiyor mu? Rusya, giderek daha fazla İsrail yanlısı bir konuma kayıyor. Son saldırılarda Putin, İsrail’de 1.5 milyon Rusça konuşan insan olduğunu, İsrail’in bir Rusça ülkesi sayılabileceğini açıkladı.
Bu yakınlaşma için önemli bir dönüm noktası, 24 Şubat 2025 tarihindeki BM Genel Kurul toplantısı oldu. Bu toplantıda Rusya’nın Ukrayna’da işgalci olduğu ve işgal ettiği topraklardan derhal çekilmesi gerektiği yönünde bir oylama yapıldı. Bu oylamada Rusya ile birlikte toplam 18 ülke hayır oyu kullandı. Ülkeleri alt alta yazarsak çokça propagandası yapılan Rus etkisinin çapını görebiliriz: Rusya, Belarus, Burkina Faso, Burundi, Ekvator Ginesi, Eritre, Haiti, Macaristan, Mali, Marshall Adaları, Nikaragua, Nijer, Kuzey Kore, Palau, Orta Afrika Cumhuriyeti, Sudan.
Farkındaysanız listede Asya ülkesi neredeyse hiç yok. Ancak iki ülke daha var ki tam bir bomba: İsrail ve ABD.
Evet. 24 Şubat 2025’te Rusya, Kuzey Kore, İsrail ve ABD birlikte tavır aldılar. Filistin’in yanında Rusya hayalleri görenleri, Rusya’nın yanında İsrail gerçeği ile kalakaldılar. Yine aynı şekilde İsrail’i Ortadoğu’nun ortasında bir “Hür Dünya vahası” olarak tasavvur edenler, çıplak gerçek karşısında üç maymunu oynamak zorunda kaldılar. İşgalciler, farklı kutuplarda da olsa yan yana gelebiliyormuş demek ki. Ukrayna’yı Siyonist İsrail’in kuklası görenler de bu oylamayı görmezden geldi. Demek ki işgalci İsrail olunca karşı çıkıp Rusya olunca karşı çıkmamak ya da tersini yapmak, bir reel politik dehası değil sadece mandacı bir illüzyonmuş.
Dünyadaki kamplaşmaların Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi Batı-Doğu, Hür Dünya-Diktatörler Dünyası, Atlantik-Avrasya gibi anlaşabilmesi artık imkansızdır. Çincilerin ifadesiyle “çok kutuplu dünya”, dengenin ve barışın değil; tam tersine emperyalistler arası rekabetin ve çatışmanın daha da keskinleştiği ve savaşların daha da arttığı bir dünyadır. Elbette bloklar da kuruluyor ama tıpkı 1. Dünya Savaşı’ndan önce olduğu gibi çok daha kaygan ve pragmatik zeminde ilerliyor ittifaklar. İdeolojik söylemler, anında boşlukta kalabiliyor.
Ulus devletlerin egemenliğini ve ulusal bağımsızlığı savunmak, sömürgeci saldırganlığa karşı amasız tavır almak bu yüzden çok önemli. Bu dünyada var olabilecek en sağlam ve haklı ideolojik duruş, şu anda ulusal bağımsızlıkçı ve ulus devletçi duruştur. Türkiye’nin çıkarını da ulusal egemenliğin gerçek yansıması olan demokrasiyi de böyle savunabiliriz. Aksi takdirde reel politika çağrısı, bir mandacılık çığırtkanlığına dönüşecektir. Çelişkili olan, Ukrayna ve Filistin’in bağımsızlığını aynı anda savunmak değil tam tersine ikisini aynı anda savunamamaktır.
Dünyada emperyalist düzen, yeni bir rekabet ve savaş evresine giriyor. Bu yüzden yaşananlar, sadece Trump-Netanyahu-Putin üçlüsünün yarattığı bir gariplik olarak açıklanamaz. Son İran-İsrail gerilimi bunun böyle olmadığı, bazılarının kurmaya çalıştığı ABD-Rusya bloğunun reel bir emperyalist zemini olduğunu ortaya çıkardı. Kolu kanadı kırılmış, iyice dayak yemiş Rusya, artık ABD’nin çağrısıyla Çin’e karşı kurulacak yeni bloğa katılabilir. Ukrayna da elinde kalan ile yetinsin. Avrupalı emperyalistler için zor bir dönem…
Meselenin özünde ise yükselen Çin emperyalizmi var. Artık Çin’in askeri emperyalizmi çekinmeden kullandığı gerçeğini görmeliyiz. Birer ay arayla önce Pakistan-Hindistan çatışmasında, sonra İran-İsrail çatışmasında Çin açık bir vesayetçi güç olarak saf tuttu.
Savaşın ilk günleri İsrail’in ezici hava üstünlüğü vardı. Bu, sonuna kadar da devam etti. Ancak üçüncü günden sonra Tel Aviv ve diğer İsrail şehirleri çok daha sert vurulmaya başlandı. Aşağı yukarı tüm Batılı askeri yorumcular, Çin’in Pakistan üzerinden İran’a ulaştırdığı füzelerin ve füze yapımında kullanılan hammaddelerin etkili olduğunu savundular. Diğer yandan İran’ın Hürmüz Boğazı blöflerini kimse ciddiye almadı. Çünkü bu boğazdan geçen İran petrolünün %80’i Çin’e gidiyordu.
Çin, açık ve net bir şekilde emperyalist bir çatışmada taraf oldu. Çünkü İran’dan gelecek petrolün kesilmesi, Çin ekonomisine ölümcül bir darbe vuracaktı. Rusya İran’ı yarı yolda bırakırken Çin, kuşatılma korkusuyla, her zaman arasını iyi tutmaya çalıştığı İsrail ve Suudi Arabistan ile bozuşmak pahasına çatışmaya angaje oldu. Ayrıca İran’ın mezhepçi ve şovenist kışkırtıcılığı ve yayılmacılığı dolayısıyla yıllardır devam eden İran-Pakistan gerilimi de bir anda ortadan kalktı. Pakistan ve İran, İslam kardeşliğini keşfetti! Müslüman soykırımcısı Çin sayesinde!
Geçen ay gerçekleşen ve yine Trump’un müdahalesi ile kısa sürede biten savaşta da yine Çin’in uçakları ve Türk Ordusunda yetişen pilotları ile Pakistan, Hindistan’a karşı stratejik dengeyi kurabilmişti.
Hindistan ise gittikçe ABD ve İsrail kuklasına dönüşüyor. Hindistan, ultra-İsrailci ve ultra-Ermenici politika yürütüyor uzun bir süredir. Hindistan, İran’ı ise Pakistan’a ve Kafkaslarda Türkiye-Azerbaycan birliğine karşı doğal müttefiki olarak görüyordu. Biden döneminde ABD ve AB emperyalizminin desteğini alan Hindistan, Trump döneminde de umutluydu. Ancak kendini zor bir pozisyonda buldu şimdi. Pakistan-Çin bloğuna dahil olan İran, Hindistan’ı İsrail ve ABD safına daha çok itiyor.
Diğer yandan Trump-Putin-Netanyahu yakınlaşması, Hindistan için yeni bir umut olabilir. Hindistan, Soğuk Savaş’ta ABD-Çin bloğuna karşı Rusya ile birlikte durmuştu. Şimdi ABD ve Rusya’nın birlikte Çin’e karşı tavır alması durumunda Hindistan’daki sözde milliyetçi özde mandacı klik sevinçten dört köşe olacaktır.
50 yıl önce Sovyet Rusya’ya karşı ABD-Çin bloğunu öneren Kissinger, ölmeden önce Ukrayna üzerinden ABD-Rusya çatışmasının büyük hata olduğunu öne sürmüştü. Hem ABD hem Rusya’nın ortak düşman Çin’e karşı yeni bir blok kurması gerektiğini savunmuştu. Trump ve Putin, bunun için çalışıyor. Putin, bu yüzden özellikle Rusya-İsrail dostluğunu öne çıkarmaya çalışıyor.
Trump ise Birinci Dünya Savaşı ve İkinci Dünya Savaşı’ndaki gibi ABD-İngiltere-Rusya paktı kurmayı hedefliyor. Uzak Asya’da ise Çin’e karşı Vietnam, Endenozya, Malezya, Filipinler, Avustralya ve Hindistan ile bir cephe oluşturuyor. Avrupa’da ise Fransa’ya karşı Alman militarizminin yeniden canlanması için kışkırtıcı açıklamalarda bulunuyor.
Trump başarısız olsa ve hatta kendisinden sonra gelecek başkan Demokratlardan seçilse bile, ABD emperyalizminin bu yeni politikası sabit kalabilir. Tıpkı Biden’in, Trump’un Çin karşıtı yönelimini derinleştirmesi gibi.
İran, üç gün önce Rusya ile yaptığı Su-35 uçakları anlaşmasını iptal etti. Onların da artık Çin’in silah dünyasına bağlanacağı kesin gibi. Yine İran’daki S-300’lerin İsrail F-35’leri karşısında çaresiz kaldığını gördük. Böylelikle bir tartışma daha sona erdi.
S-400 olayının, Türkiye’ye karşı AKP’nin ajan olarak kullanıldığı ABD-Rusya-İsrail ortak kışkırtması olduğu gün gibi ortaya çıktı. Türkiye’nin şu anda F-35’i de yok, hava savunma sistemi de! Yerli ve milli denen dronların büyük çaplı bir hava savaşında ne kadar etkisiz olduğunu da geçen hafta gördük. Ülkemiz, ne Batı’nın ne Doğu’nun savunma teknolojisine sahip. ABD-Rusya-İsrail ve AKP için kazan-kazan durumu. Türkiye için ise kaybet-kaybet.
Bu süreç içinde İran’ın iyice bir yarı-sömürgeye dönüştüğünü görüyoruz. ABD-Rusya ve Çin arasında mücadelede bir aparata dönüşen molla rejimi, milli bir direnişin değil; bağımlılığın ve diktanın simgesidir. İran’ın toprak bütünlüğü adı altında hangi emperyalistin koruması altında molla rejiminin hayatına devam edeceğini konuşuyoruz. Diğer yandan AKP-MHP’nin neden yeni bir PKK açılımı başlattığı da ortaya çıkıyor. “Büyük Kürdistan” için bir adım daha atılıyor. Herkes İran bölünecek diye bekleşirken, Türkiye’nin bölünmesi daha da hızlanıyor. AKP iktidarda kalırsa haritadaki “Büyük Kürdistan” cerahatı İran’dan önce Türkiye’ye saçılabilir.
Türkiye’de de Tayyip, ABD-Rusya yakınlaşmasını büyük bir sevinç ve hevesle destekliyor. Tıpkı İran’daki Molla Rejimi gibi ülkemizdeki AKP iktidarı da Türkiye’nin sömürgeleştirilmesinin aracıdır. Yürüttükleri politika, “denge” politikası değil iktidarlarını korumak için “Türkiye’yi pazarlamak” politikasıdır. Akkuyu’nun bir Rus kolonisine dönmesi, Osmanlı’nın en zayıf dönemlerinde bile düşmediğimiz bir acizliğin sembolik göstergesidir. Ayrıca bu “pazarlama”, Türkiye’yi ABD’ye daha az bağımlı da yapmadı. Demek ki reel politikanın “dengeciliği”, her durumda bize kaybettiren bir mandacılıktan başka bir şey değil.
Sisteme yönelik analizleri yapmamızın nedeni, ancak ve ancak Türk’ün kendi bağımsız çıkarını ve politikasını belirlemek için olabilir. Reel politikada Türk’ün kazanacağı bir kutup yok. Hepsi sömürgeci hepsi Türk karşıtı pek çok emperyalist blok var. Birini tercih etmek daha çok fayda sağlar veya daha az zarara yol açar bakış açısıyla, tam da AKP’nin Türkiye’yi sürüklediği yeri meşrulaştırmış oluruz. Hem ABD’ye hem AB’ye hem Rusya’ya hem de Çin’e bağımlılığı aynı anda yaşıyor, hepsinin zararına ortak katlanıyoruz. “Fayda” ise bir tek Saray’a fayda!
Bu yüzden gerçek antiemperyalizm olan, Atatürk’ün Tam Bağımsızlık ilkesi her zamankinden önemlidir. Atatürk, “Bağımsızlık ve özgürlük benim karakterimdir” diyerek çağımızın en önemli gerçeğini vurguluyordu. Atatürk’ün demokratik Türk milliyetçiliği anlayışı günümüzün de kurtuluş reçetesidir.
Özgür olmayan bir halk, egemen bir ulus olarak kendi kaderine de sahip çıkamaz. Egemen olmayan bir ulus ise mutlaka bağımsızlığını yitirir. Vatanında özgür olamayan, bağımsız da olamaz. Ülke ya yerel bir zorbanın satılık çiftliğine döner ya da yabancı işgalcinin üssüne.
Bu yüzden bağımsızlık adı altında dayatılan diktatörlük de özgürlük adı altında dayatılan sömürgecilik de aynı madalyonun iki yüzüdür. Herhalde 23 yıllık AKP iktidarından daha açık bunu gösteren bir pratik bulmak da çok zor. 23 yıldır hem Batı Bloğundayız hem dikta yolunda. Türkiye’de hep böyle olmuştur zaten. Bağımsızlık ve özgürlük mücadelesi birdir bizim ülkemizde. Birbirinden ayrılamaz. Kemalizm’in tüm ezilen uluslara ve insanlığa miras büyük tarihsel dehası ve zaferi budur.
Bağımsızlık ve Özgürlük! Tek ve bütün olan ulusal felsefemizin bu iki vazgeçilmezini sanki aynı koltukta taşınmaya çalışılan iki karpuz gibi göstermeye çalışanlar ise öyle veya böyle bir tür mandacılığın veya gericiliğin kucağına düşmekten kurtulamazlar. O halde Heyeti Temsiliye Reisi Mustafa Kemal Paşa’nın Erzurum Kongresinde tüm dünyaya gösterdiği yöne yüzümüzü döneceğiz.
Tüm uluslara, dış zorbalara karşı bağımsızlık! Tüm halklara, iç zorbalara karşı özgürlük!