Son günlerde Bangladeş’te meydana gelen isyan ve tırmanan olaylar karşısında başbakanın kaçmak zorunda kalması bilhassa İslam toplumlarında görünen kronik rahatsızlıkları yeniden ortaya çıkarmış olması bakımından önemlidir.
Sorular şunlardır;
Literatürde “Pakistanizasyon” olarak geçen din temelli bölünme bugünün pratikleriyle ne kadar doğrudur?
Farklı inanç grupları bir arada yaşayamaz mı?
Üçüncü dünya ülkelerinde ortaya çıkan istikrarsızlık durumu postkolonyal kuramları doğrular mahiyette midir?
…
Pakistan, geçmişte Afganistan mücahitlerinin Sovyetler Birliği’ne direnişi ve Afgan İç Savaşı sırasında yaptığı yöntemsel hataların sonuçlarını halen çekmektedir. Din temelli ayrılıkçı hareketlerin desteklenmesinin sakıncaları cihadist mülteci akını ve terör gibi acı tecrübelerle bugün daha iyi anlaşılıyor. Aynı dine mensup olmalarına rağmen ülkenin doğusundaki ayrılıkçı bir hareketin başarıya ulaşarak, üstelik Hindistan’ın da desteğini alarak 1971’de Bangladeş adıyla bağımsızlığını ilan etmiş olması da ayrıca düşündürücüdür. Demek ki, yalnızca din değil kültürel farklılaşma, dil ve yine pek anlatılmasa bile siyasi ihtirasların da ciddi etkileri olabiliyor.
Fakat imparatorluk bakiyesi eski sömürgelerin karakteristiği; isyan, darbe, yoksulluk, yolsuzluk vb. sıkıntıları bu genç devlet de tecrübe ediyor. Birçok açıdan prematüre doğmuş bu devletlerin erken dönemlerinde bu tip sarsıcı sorunlarla boğuşmak zorunda kalması çok sürpriz değil. Bu arızalarla karşılaşmamak isteniyorsa sömürge döneminin uzamasını sağlamak gerekirdi ki, söz konusu bile değildir. Sonuç olarak fazla bir alternatif yok; bu riskler ve hastalıklarla beraber devlet, modern bir hukuk devleti olmasını öğrenecek.
Bangladeş’teki kargaşa sürerken Muhammed Yunus gibi aydın bir ismin öne çıkıyor olması umut verici bir başlangıçtır, ancak burada yakılan devrim meşalesini kimlerin taşıdığını iyi seyretmek gerekiyor. Tarihten ve yakın geçmişten ders almaması halinde Bangladeş yıllardır çektiğini misliyle çekmeye devam edebilir. İsyan sırasında ibadetten çok bir gösteriye dönüşen ve medya üzerinden yoğun biçimde servis edilen toplu namaz eylemi, üzerinde önemle durulması gereken bir manzaradır! Burada bir meydan okuyuş değil, Batı’ya karşı geçmişin izlerini taşıyan bir ezikliğin dışavurumu söz konusudur. Bu manzara her zaman olduğu gibi Türkiye’deki fundamentalist grupları ve iktidar yanlısı çevreleri de bir hayli heyecanlandırmış görünüyor.
170 milyonluk bu insan yoğun ülke, Batı’nın önde gelen giyim markalarının üretiminin çok büyük bir yüzdesini de tek başına sırtlanmaktadır. O zincir mağazalarında herhangi bir ürünün etiketini ters çevirdiğinizde “Made In Bangladesh” ibaresini görmeniz en yüksek ihtimal. Esas olarak günümüz kapitalist batılı üretim modeli yoluyla, “emek sömürüsü” tekstil başta olmak üzere birçok alanda Bangladeş için devam ediyor.
Bangladeş’in elli yılı aşkın bir süredir uluslaşma sürecini tamamlayamamasını ya da bir başka ifadeyle milli bir şuur kazanamamasını ve kalkınma hamlesi yapamamasını yalnızca Pakistan’a, eski İngiliz sömürge yönetimine ve bölgede oldukça hâkim durumda bulunan dev küresel şirketlere bağlamak doğru olmaz. Sürekli darbelerle ve liyakatsiz yöneticilerle kaynaklarını yeteri kadar verimli kullanamayan iktidarların payı daha büyüktür. 2021 verilerine göre satın alma gücü paritesinde kişi başına 5.733 dolarla 143’üncü sırada olan bir ülkeden bahsediyoruz (Aynı listede 32.278 dolarla Türkiye 48’inci sırada).
Bangladeş halkı bir şekilde şimdilik başarıya ulaşmış görünen bu harekette, yeteri kadar duyarlı olamazsa, Muhammed Yunus bir geçiş dönemi aktörü durumuna indirgenir ve aşırı grupların etkisiyle tıpkı geçmişte İran’da olduğu gibi hareket, bir İslam devrimine de evrilebilir.
…
Son yüzyılın ikinci yarısına kadar başta Britanya İmparatorluğu olmak üzere büyük emperyal güçlerin hegemonyası altında yaşamış bu geri halkların, Türk Kurtuluş Savaşı‘nı kendilerine model aldıkları ve Arap dünyasını bir kenara bırakacak olursak Türkiye’ye her dönemde büyük hayranlık besledikleri de bilinen bir gerçektir. En önemlisi, Türkler ki -son yüzyılın ikinci çeyreğine kadar Avrupa’da Müslüman tabiriyle eş değerdir- tarihinin hiçbir döneminde boyunduruk altında kalmamış ve eziklik hissetmemiştir. İngiltere yıllarımda bu ilgiyi yine başta Pakistan olmak üzere Hindistan Müslümanlarında fazlasıyla görmüş ve çok mutlu olmuştum. “Türk” olduğumuzu bilmeleri her türlü yardımı yapmaları için yeterliydi. O günlerde yaşadıklarımın hepsini burada yazmaya kalksam herhalde küçük bir roman ortaya çıkardı…
…
Müslüman dünyanın fayda üretebilmesi önündeki engellerin aşılabilmesi ve ilerleyişi, daha önce birkaç kez değindiğim şekliyle Türkiye’nin öncülüğündeki bir çıkış yoluyla mümkün görünüyor. Avrupa İslamı kavramıyla Batılı siyasetçilerin tartışmaya açtığı yeni konsept, ön yargıları bir kenara bıraktığımızda iyi bir fırsat ve samimiyet açısından da bir turnusoldur. Müslümanlar, Hıristiyan kültürün temel teşkil ettiği Avrupa’da diğer inanç gruplarıyla iç içe yaşarken yine o toplumun aslî unsuru olduğunu hissedecek ve kimseyi kendi cennetine zorla götürmek gibi anlamsız bir çabanın içinde olmayacaktır. İslam’ın mesajı zaten evrensel olduğundan gerçek Müslüman için bu çok zor olmasa gerek. Diğer taraftan teklifi yapan Avrupalı siyasetçilerin, imamların Türkiye’den atanması yerine oradaki cemaat içinden yetiştirilmesi talepleri varsa bunu da önce Türk Diyaneti’nin kabul etmesi gerekir.
11 Eylül sonrası artan ve IŞİD dehşetiyle zirve yapan İslamofobi hususunda da provokasyonlara karşı uyanık olunması şarttır. Her yerde olduğu gibi Avrupa’da bir takım kasaba politikacıları olacak ve yarayı kaşımak suretiyle kriz çıkartmaya çalışacaklardır. Geçen yıl bu zamanlarda yaşanan ve diplomatik kriz boyutuna ulaşan Kuran yakma hadisesi bunun tipik örneğiydi. Kendi ülkesindeki son seçimde yüzde bir oy bile alamamış Rasmus Paludan adlı Danimarkalı bir politikacı, şikâyetler üzerine ülkeyi terk etmek zorunda kalmış fakat aynı iğrençliği bu sefer İsveç’te tekrarlayarak amacına ulaşabilmişti. İşin asıl skandal yanı; Türkiye’nin bunu sebep göstererek İsveç’in NATO üyeliğini engelleyeceği bile iddia edilmişti. Elbette öyle bir şey olmadı fakat o krizde yaşananlar Türkiye’ye eksi yazmıştır. Bundan ders çıkarıp benzer krizlerde aynı hataya düşmemekte fayda var.