Özel programım sebebiyle bir müddet sizlerden uzak kaldım. Bugün itibarıyla dönüp arada yaşanan gelişmeleri irdelediğimizde hem içte hem de dışta olağanın çok ötesinde bir yoğunluk ve ileriye dönük karmaşık sinyaller ilk başta dikkatimizi çekmektedir.
Sondan başlayalım;
Amerikan seçimleri ve Avrupa’daki homurtular …
Sanılanın aksine Trump’ın seçilmesiyle Avrupa adına bir fırsat doğmuştur. Çünkü Ukrayna-Rusya savaşı devam ettikçe NATO müttefiki Avrupa ülkeleri ve Rusya beraberce yıpranmakta buna mukabil Çin bu alandan kendisini uzak tutarak güçlenmesini sürdürmektedir. Asıl hedef Çin olduğu için Avrupa’nın ortasındaki savaşın bir an evvel bitirilip doğrudan buraya odaklanılması ABD açısından doğru stratejidir. Trump, henüz ilk döneminin başında 1971’den beri bir şekilde sürdürülen “Tek Çin Politikası”na darbe vuracak şekilde Tayvan’la iletişime geçmiş ve o gün ateşi yakmıştı. Demokratların yönetiminde de üzerine gidildi ancak ikinci Trump döneminde buradaki hamlelerin daha keskin olması beklenmelidir.
Avrupa’da bunu görüp ona göre politik güncelleme yapabilecek siyasetçi kıtlığı yaşanıyor. Şubat 2022’de zirve yapan Rus tecavüzüne karşı yeteri kadar mücadele edildiği ve şu andan sonra Rusya’ya onurlu bir çıkış fırsatı verilmesinin gerektiği kanaatindeyim. İki buçuk yıldır süren sıcak savaşta Avrupa ekonomileri bir hayli yorulmuş ve bu yorgunluk COVID sonrasının enflasyonist etkisiyle birleşerek toplumun sosyal sarsıntılar geçirmesine sebep olmuştur. Tabii yine bu arada hiç olmaması gereken bazı ülkeler de NATO ittifakına dahil edilerek Rusya daha da sıkıştırılmış oldu. Bu saatten sonra bir orta yol bulunarak savaşın bitirilmesi elzemdir, geç bile kılınmıştır. Daha önceki yazılarda da savunduğum şekliyle yinelemek isterim: 1970’de doktrine edildiği haliyle Rusya’nın uzun vadede yeri Avrupa’nın yanıdır. Soğuk Savaş döneminde OstPolitik olarak literatüre girmiş bu makul doktrin son yirmi beş yılda Schröder ve bir ölçüde Merkel tarafından anlaşılmış ve iyi bir politik zemin yakalanmıştı fakat bu figürlerin siyasetten çekilmesiyle birlikte tamamen NATO angajmanına girildi. Almanya açısından durumu ele alacak olursak bütün bu yaşananların sol koalisyon dönemine rastlaması daha da hazin olmuştur. Çarşamba günü yaşanan hükümet krizinin ve erken seçim tartışmalarının iyi takip edilmesi gerekir zira muhafazakar sağ ve aşırı sağ partilerin bugün yapılacak bir seçimde iktidar olması neredeyse kesindir. Sadece Almanya’da değil birçok ülkede popülist sağ ve şoven eğilimlerin yeniden yükselişe geçtiğini, kriz çözebilme yetisini kaybetmekte olan sol iktidarlar karşısında sağ partilerin bilhassa ABD’deki seçim sonuçlarından sonra güç kazandığını söyleyebiliriz.
İddialı bir yeni söylem eşliğinde eski siyaset
Dört yıllık bir aradan ve onca badireler atlattıktan sonra Trump’ın “Savaşları bitireceğim” tarzındaki bir seçim zaferi konuşması ilk bakışta umut verici görünse de özünde gizli anlamlar içeren bir söylemdir. Bu bir bakıma savaşları bitirip yeni
savaşlar başlatmak biçiminde anlaşılmalıdır. Örneğin; Orta Doğu’daki askerî varlığını azaltıp yerel güçlere desteği arttırdığı bir zeminde Suriye’nin kuzeyindeki de facto Kürt yönetimine karşı Türkiye’ye “Kürtleri öldürmeyi bırakın, oturup anlaşın” mesajını verse ve daha önce yaptığı gibi sosyal medya üzerinden tehditkâr bir uslüp kullanarak ısrarcı olsa bu şekilde barış ortamını kurabilir mi? Yoksa bu tip yöntemler yeni ihtilafların başlangıcı mı olur?
Sonuçta karşımızda diplomasinin inceliklerinden bihaber, resmî usüller yerine şahsi bağlantıları vasıtasıyla iş bitirmeye yatkın bir kovboy var. Meselelerin esasına dokunmadan sadece yüzeysel geçerek, adeta bir kovboy gibi taraflara racon keserek varılacak hiçbir çözüm kalıcı olmaz. En uzun barış, kovboyun siyasi ömrü kadar olur. Kaldı ki, en başından beri mottosu olan Make America Great Again (Yeniden büyük Amerika) bile bu çelişkiyi ortaya koyar. Teorik olarak kapılarınızı kapatıp hiçbir şeye karışmadan geniş ve verimli topraklarınızda huzur içinde yaşayabilirsiniz ama bugün öyle bir dünya yok artık. Birçok emtianın dolarla fiyatlandığı, sadece petro-dolar sistemini ayakta tutmanın bile sürekli bir mücadele ve müdahaleyi gerektirdiği bir realite ortadayken üstüne üstlük gümrük duvarlarının iyice yükseltilip Çin’in baskılanması, döviz kurlarının ve faiz kararlarının yol açabileceği küresel çalkantılar yakın tehdit olarak dururken savaşları bitirip barışı getirmek pek mümkün durmuyor. Fakat her şey rağmen ailevi ve siyasi nüfuz kullanarak da İsrail’i ateşkese ikna edebilirlerse insanlık adına başarılı bir iş yapmış olurlar.
Türk Siyasası, basiretsizlik ve muhalefetin müzmin sakarlıkları
Esenyurt’taki kumpas ve CHP’nin içine düşürüldüğü durum ibretliktir. İktidarın kurduğu tuzağı başına geçirebilecek potansiyeli varken çırpındıkça batıyor yüzyıllık parti. İktidar, belediyeye kayyım atayarak buradaki olaya Güneydoğu’daki kayyım belediyeleri muamelesi yapıyor ve kamuoyunda o şekilde algılamasına çabalıyor. Bu arada CHP de dayanışma ve demokrasi uğruna hepten kontrolden çıkarak DEM partinin eş genel başkanının skandal konuşmalarıyla ateşin ortasına atlamıştır. Kurulan tuzak ve Özgür Özel’in gafleti o kadar büyüktü ki, biraz daha sürse Mansur Yavaş ve Ekrem İmamoğlu’nu bile birbirine düşürecekti.
CHP’nin köklü bir siyasi hareket olarak şunu görmesi gerekir. Her siyasi krizde veya hukuk ihlalinde sürekli diğer partileri arasına alma çabasının veya demokrasi havarisi olmasının gereği yoktur. 31 Mart seçimlerine kadar ittifak modelli siyasi mücadele doğruydu ve tüm eleştirel hakkımızı saklı tutarak kabul edelim ki, Kemal Kılıçdaroğlu’nun bu husustaki çabaları tarihi öneme haizdir ve ciddi bir başarıdır. Fakat seçimlerde ortaya çıkan sonuç, yani partinin %38’lere varan bir oyla neredeyse yarım yüzyıl sonra birinci olması şartların değiştiğini göstermektedir. Ülkedeki parti sisteminin ikili parti sistemine evrildiği halk yığınlarının toplamda %75 civarı bir çoğunlukla büyük partilere yoğunlaşmasından anlaşılıyor. Bu dönem araz bir dönem de olabilir fakat bu ortamda halen ceberrut ve mağlup bir iktidardan demokrasi dilenir durumuna düşmek çok açık bir acziyet göstergesidir. İçinde bulunulan dönem yumuşama ve helalleşme dönemi değil sert mücadele dönemidir. Böyle dönemlerde her şey halka sorularak veya mutlak uzlaşı aranarak çözümlenmez. Doğrudan inisiyatif alarak hesabını sonradan vermek üzere siyaset geliştirmek daha doğrudur. Siyaset de ticaret gibi risk işidir. Müşterinin önüne on farklı alternatif koyup bir seçim yapmasını beklemektense onun adına en iyi olanı yine onu ikna ederek yapmak daha iyidir. Fazla alternatif müşterinin kafasını karıştırıp kaçırtmaktan başka bir işe yaramaz, şayet sizden bir şey satın alır da memnun kalmazsa bu sefer de kabahatli olarak sizi görür.
Bu örnek yaklaşımı bazı hallerde siyasete de uyarlayabiliriz. En sonda seçmeni küstürüp güvenini tamamen kaybetmeden daha henüz işin başında güven telkin edebilmek bir siyasetçi için çok büyük bir maharettir. Hesabını veremeyeceğiniz bir işe kalkmadığınız sürece makul riskler almaktan da çekinmemelisiniz.
“Devlet” aklı mı yoksa başka kaygılar mı?
Devlet Bahçeli’nin Cumhuriyet Bayramı’ndan bir hafta kadar önce yaptığı rezalet ötesi daveti hatırlayalım. İlk başta Cumhur İttifakı adına yeni bir açılım süreci gibi anlaşıldıysa da sonradan gelen açıklamalar ve parti içlerinden sızan bilgilerle bu davetin ittifak ortakları arasında konuşulmadan MHP liderinin kendi tasarrufuyla yapıldığı fikri ağırlık kazandı. Fakat buradaki çıkış ittifakı dağıtma amacı taşımıyor, daha çok yaklaşmakta olan farklı tehditlere karşı bir ön alma gibi duruyor.
Bundan yaklaşık bir buçuk yıl öncesine giderek Mayıs 2023 seçimlerinin hemen ardından Bahçeli’nin yaptığı “Her şey değişir umarım Türkiye değişmez…” minvalindeki konuşmasını hatırlayalım. O konuşmasını İsrail’in, Lübnan ve noktasal terör eylemleri yoluyla İran’a girmesiyle ve bölgenin tam bir anarşi yuvası halini almış olmasıyla beraber yeniden ele alalım. Öngörüler ve aldığı duyumlar yerindeyse yeni dönemde çok büyük tehlikelerle yüz yüze kalınacak demektir.
Bu arada yapılan çağrının asıl muhatabı pek tabii Abdullah Öcalan değildir çünkü böyle bir çağrıyı televizyondan öğrenip kendi iradesiyle Ankara’ya gitmesi söz konusu olamaz. Tamamen devletin kontrolü altındaki bu şahsın konuşturulması isteniyorsa bunun başka yolları da mevcut, hatta tecridi kaldırarak bulunduğu yerden konuşması da sağlanabilir fakat başka komplikasyonları ortaya çıkarması ihtimaline karşı buna cesaret edemezler. Şu halde çağrının muhatabı örgüttür ve genel mesaj dışarıya verilmektedir. Örgütün beklenildiği biçimde “Öcalan’ı esas alacağız” cevabının ve tehditlerinin ise bir hükmü yok. Nitekim, görmek istemeseler de Öcalan siyasî bir mevtadır ve özgün bir çözüm ortaya koyabilmesi mümkün değildir. Biraz aklı çalışan birisi için bu zaten çok açık ama ısrarla Kürtçülük davasını sürdürenler açısından da “Apo”nun taşıdığı anlam ve önemi anlayabiliyorum. Evet, bu kitleler için ne olursa olsun Abdullah Öcalan siyasi ve ideolojik bir puttur ve o putu açlıktan öldükleri gün bile yiyemeyeceklerdir.