Menderes’i metresinin evine giderken yakalamıştım
Vatan’da çalışırken, Adnan Menderes’in takibini bana vermişlerdi. Takip ediyoruz gazetenin bir arabasıyla… Nişantaşı’na saptı Menderes’in arabası. Bir dostu vardı, meşhur: Suzan Sözen… Biz de saptık. Durdurdu arabayı. Pencereden bize el etti. Gittim yanına.
“Kimsin sen?” dedi. “Gazeteciyim,” dedim. Kimliğimi istedi.
Baktı, “Hem de Vatan ha!” dedi… Attı basın kartımı yere.
“Beni niye takip ediyorsun?” dedi. “Gazete görev verdi.” dedim.
“Senin görevin burada bitmiştir. Bas git.” dedi. Biz ondan sonra takip edemedik onu, tabii o da kadının evine gitti. Bu olaydan sonra gazete beni Menderes’in olduğu bir yere göndermedi.
60’ların Babıali’si
60’larda Türk basını şimdiki gibi değildi, bütün gazeteler Cağaloğlu’ndaydı. O yüzden gazeteciler olarak çok iç içeydik. Gazetede işimiz biter, sonra da zaten Gazeteciler Cemiyeti’nde toplanırdık. Hâlâ Cağaloğlu’nda aynı binadadır Cemiyet… İşte akşamları Cemiyet’te toplanırız. Gırgır şamata… Bir yandan da siyasi kulisler… Dedikodular… Gazeteciler o dönem hep beraberdik. Herkes birbirini tanırdı. Adliye muhabirleri vardı, polis muhabirleri, vilayet/belediye muhabirleri, spor muhabirleri vardı o dönem. Hepimiz beraberdik.
Okulda asiydim… Askerde de öyle… Gazeteciliğimde de…
Hayatım boyunca hep asi oldum. Okulda asiydim… Askerde de öyle… Gazetecilik hayatımda da… Patronmuş, müdürmüş, kimseye eyvallahım olmazdı, haksız olduklarında asilik yapmaktan hiç çekinmezdim.
Savaş muhabirliği Ara Güler fotoğrafçılığından zordur
Ara Güler çok iyi fotoğrafçıdır. Tanırdım kendisini, saygı da duyarım. Ama onun fotoğrafçılığı ile benimki farklı. Ara Güler, gider mesela Dolmabahçe Sarayı’nın fotoğrafını çeker. Saray zaten orada… Vakit ayırır, ışığını ayarlar, gerekirse onlarca yüzlerce poz çeker, en iyisine ulaşır. Haber fotoğrafçılığında ise hızlı olmak önemlidir. Bizde her şey hareketlidir. O hareket içinde, hatta yeri geldiğinde o hengame içinde bir de fotoğraf makinesini, pozu, ışığı falan hızlıca ayarlamalısınız. Mesela Kıbrıs’ta ben ilk çıkarma yapan birlikle çıktım sahile… Kurşunlar vızır vızır etrafımdan geçiyordu. Bir yandan nefes nefese koşuyorsun kelle koltukta, bir yandan da fotoğraf çekmekle uğraşıyorsun. Savaş fotoğrafçılığı budur. Yerinde yüzlerce yıldır duran bir binanın fotoğrafını çekmeye benzemez yani…
27 Mayıs’ta tanka otostop çeken gazeteci
22 Şubatçılardan İlhan Baş, 27 Mayıs’ta da vardır. O gece İsmet İnönü’nün evinin güvenliğini sağlama görevi veriliyor. Tankla gidecek Pembe Köşk’e. Kayboluyor, yoldan geçen birini çevirip soruyor “Buralarda İnönü’nün evi varmış, nasıl giderim?” diye.
Gençten bir adam var bir tek dışarıda sivil. İhtilâl olmuş herkes evinde… “Ben de oraya gidiyorum, beni götürür müsün?” diyor çocuk.
İlhan da “Atla öyleyse,” diyor, adamı da çekip tanka alıyor birlikte gidiyorlar İnönü’nün evine… Tanka otostop çeken bu sivil gazeteci Altan Öymen’miş! İki taraftan da dinlemişimdir bu hikâyeyi…
21 Mayısçılara destek için bir hafta hapishanede yanlarında misafir kaldım
Talat Aydemir, Fethi Gürcan falan, idamlık 21 Mayısçılar Mamak’taydı. Diğerleri, müebbetlikler Afyon’daydı. Ziyarete gittiğim bir gün aklıma geldi, arkadaşlara söyledim. Dedim ki, “Yahu gizlice hapishaneye giremez miyim? Böyle birkaç saat görüşme yetmiyor bize, birkaç gün sizinle kalayım.”
Hapishane Müdürünü de ayarladık, göz yumdular. Bir hafta kadar kaldım. Benim için bir karyola daha eklendi koğuşa…
Hapishanede ne yapılırsa onu yaptım arkadaşlarla birlikte. Yemek yaptım, yerleri sildim, havalandırmaya çıktım, volta attım, iskambil oynadık, şamata yaptık, siyaset konuştuk, af gelir mi onu tartıştık… Bir hafta göz açıp kapayana kadar geçti.
Hapishane anılarımı sonra gazetede, Vatan’da yazdım. Fotoğraflı falan… Bayağı ilgi de çekti.
Aydemir büyük bir Atatürkçüydü, başa gelse Türkiye sosyalizme doğru ilerlerdi
Talat Aydemir cesur, kararlı, büyük bir Atatürkçüydü. 27 Mayıs’ın eksik kaldığını, hedeflerin gerçekleştirilemediğini düşünürdü. 22 Şubat ve 21 Mayıs’taki iki ihtilâl girişiminin de nedeni buydu.
Şan, şöhret, makam, rütbe peşinde koşan biri değildi. O kadar ki, 21 Mayıs başarılı olsaydı ne yapacaktınız sorusuna hep şu yanıtı verirdi: “Tekrar Harp Okulu Komutanı olarak görevime devam ederdim.” Atatürkçü subay yetiştirmeyi en önemli görev olarak görüyordu. Türkiye’nin geleceğini bu şekilde garantiye alacağını düşünüyordu.
O dönem Kürt hareketi bugünküyle kıyaslanmayacak kadar güçsüzdü. Buna rağmen “Bu adamlara dikkat edin. Fırsatını buldular mı yine ayaklanacaklardır.” derdi.
Başarılı olsaydı Atatürk ilkelerine bağlı bir yönetim oluşturacaktı. Kadrosu hazırdı. İhtilalin ardından göreve getirileceklerin hepsi belliydi. Örneğin İdris Küçükömer (o dönemde solcuydu) ekonomiden sorumlu olacaktı. Kabinede görev alacak diğer kişiler de belliydi. Şu an hayatta oldukları için isimlerini zikretmek istemiyorum. Ekonomik programı da tamamen Atatürkçü, devletçi, halkçıydı… Aydemir başa gelseydi Türkiye sosyalizme doğru ilerlerdi. Zaten, ekonomiyi teslim edeceği kişiler de sosyalist karakterdeydi.
Deniz’i tüm Türkiye’ye tanıtan röportajım
Kaçak olduğu dönemde Günaydın gazetesi için yaptığım röportaj, Deniz’in aynı zamanda tek röportajıdır. Sonra polis tarafından sorgulandık. Deniz’in nerede saklandığını ısrarla sordular. Ama söylemedik. Basın özgürlüğüne sığındık ve haber kaynağımızı söylemek zorunda olmadığımızı söyledik. Onlar da sonra pes etti.
Deniz Gezmiş bu röportajdan sonra, 68 gençliğinin görünen yüzü haline geldi. Deniz, öğrenciler arasında zaten bir efsaneydi. Simgeydi. Liderdi. Ama Deniz’i tüm Türkiye’ye tanıtan belki de bu röportajdır.
Deniz’in ünlü fotoğrafı için aldığım tek telif bir adet çakmaktır
Şarkışla’da yakalanan Deniz’i Ankara’ya getirdiler. Tabii tüm gazeteciler öğrendik bunu, İçişleri Bakanlığı’nın önünde toplandık. Araba yanaştı, kolunda bir polisle Deniz indi. Hepimiz hücum ettik fotoğraf çekebilmek için… Curcuna… Herkes Deniz’e bir şeyler söylüyordu. “Pişman mısınız?” bilmem ne, standart şeyler…
Ben de bağırdım “Deniz” diye. Döndü baktı, tabii beni tanıyor, “Ergin Abi” diye gülümsedi. Fotoğrafın güzelliği oradan gelir. Beni tanımasa, beni “Ergin Abi”si olarak bilmese o kadar güzel gülümsemezdi.
Çok sevildi o fotoğraf. Çok yerde de kullanıldı, hiç telif falan peşinde koşmadım. Telifiyle herhalde çok zengin olurdum ama öyle bir şeyi yakıştırmam kendime. Zaten öyle biri olsam o fotoğraf da olmazdı, Deniz’lerin “abi”si olmazdım, Deniz bana bakıp o kadar güzel gülümsemezdi. Benim 68 fotoğraflarının sırrı budur bence. Karşılıklı güven, sevgi saygı… Ben de onlardan biriydim çünkü…
Bir seyyar satıcıda o resmin olduğu bir çakmak gördüm. “Bak evladım,” dedim, “Bu çakmağın üstündeki fotoğrafı ben çekmiştim. Binlerce kez basıldı, tek kuruş telif almadım. İlk telifi senden almak istiyorum, bana bu çakmağı hediye et.” Hâlâ saklarım o çakmağı. O fotoğraf için aldığım tek telif diye…
Mahir’in Kızıldere’deyken giydiği mavi kazak benimdi
İlhan Selçuk ile görüşmeye gitmiştim. Maltepe Cezaevi… Meğer o gün Mahir’in de annesiyle görüş günüymüş. Orada karşılaştık.
“Bir şey istiyor musun?” diye sordum. “Üşüyorum abi bana bir battaniye yolla,” dedi. Ben de “Battaniye yollarım ama şu kazağı al” diyerek üzerimdeki mavi kazağı çıkarıp ona verdim.
Sonra cezaevinden kaçtılar. Öldürüldüklerinde Kızıldere’ye gittim. Hepsini üst üste yığmışlardı. Mahir’in üstünde benim verdiğim mavi kazak vardı. Gördüğüm zaman çok üzülmüştüm. Çoğu tanınmaz haldeydiler. O kazak olmasaydı ben Mahir olduğunu da anlayamazdım.
Beni ölümden kurtaran Rum doktorla yıllar sonra tanıştım
Esir düşünce, vurulduğum için hastaneye götürdüler beni. Ameliyata alacaklar ama bir karışıklık çıktı. Hemşire ve doktorlar atışıyordu. Meğer, bir kısmı “bırakalım ölsün” diyormuş. Diğerleri “Sen ne karışıyorsun, burası hastane götürüp tedavi edeceğiz,” diyormuş. Hatta o ara bir hemşire gelip, kafama bir tokat attı. Bir doktor geldi, hemşireleri sakinleştirdi. “Sakın bir kötülük gelmesin aklına, dedi. “Ben Hipokrat yemini etmiş bir doktorum.” dedi. Ameliyat etti beni. Yıllar sonra tanıştık, tanıştırıldık. Hatta Kıbrıs gazetelerinde haberi falan da çıktı.
Demirel’e “Çoban Sülü” lâkabını ben takmıştım
Ocak 1969’du. Kurban bayramı… Ailesini ziyaret edeceğini düşünerek Isparta’daki köyü İslamköy’e gittim. Birkaç gün kaldım.
Demirel o bayram gelmedi. Yine de annesiyle, babasıyla röportaj yapma imkânım oldu. Sonra köy kahvesine gittim, Demirel’in arkadaşı var mı diye sormaya. Biri çıktı, ismi Efe, köyün çobanıymış. “Aynı okulda gitmedik ama, birlikte koyun otlatmaya giderdik” dedi. “Nasıl tanırdın” diye sordum, nasıl koyun otlatırdı falan anlattırdım. “Çoban Sülü” diye başlığı da attım. Tuttu. Hatta daha sonra yazı dizisini aynı isimle kitap haline getirip yayınladım. O kadar çok ses getirdi ki, adı “Çoban Sülü” olarak kaldı.
Kıbrıs’ta yaralandım ve esir düştüm
İkinci harekâtın birinci günüydü. Bir minibüsteyiz. Viraja girdik, üzerimize ağır makinalı tüfeklerden yoğun bir ateş başladı.
Arabanın ön camı patladı. Hemen yattım. O sıra yukarı bakarken, inanılmaz bir şey ama, merminin şoförün ağzından içeri girdiğini gördüm. “Allah!” dedi ve üzerime kapandı. Ensemde bir sıcaklık hissettim. Ben de vuruldum hissine kapıldım. Meğer ensemdeki sıcaklık, onun ağzından gelen kanmış. Korkunç bir yaylım ateş vardı. Makinayı çıkardım dışarı, “journalist” diye bağırarak aşağı indim. Bir ses duydum arkamdan, elimi bir attım, gömlek kanlı. Ben de vurulmuşum. Sonra Rumlara esir düştüm.
Kıbrıs’ın ödülü: Günaydın’dan kovuldum ve “devlet sırlarını ifşa”dan DGM’de yargılandım
Kıbrıs’a ilk çıkan gazeteciyim, hatta esir düştüm, üstüne yaralandım… Gazetem Günaydın’ın patronu Haldun Simavi gazeteciye emeğinin karşılığını her zaman veren bir patrondu (!) ve ödül olarak beni kovdu! Hemen Kıbrıs’tan dönüşte… Bir bahaneyle işime son verdiler. Devletimiz de sağ olsun, beni aynı şekilde ödüllendirdi ve DGM’de “devlet sırlarını ifşa etmek” suçlamasıyla hakkımda dava açıldı! Allahtan hâkim mantıklı ve makul bir insandı da ceza almadan beraat ettik.