Kızılelma’dan ilk sözeden Osmanlı kaynakları
‘Kızılelma’ hikâyelerini nakleden, yazılı metin olarak bize ulaştıran iki ana kaynak/kaynak şahıs vardır: Evliya Çelebi (Ö. 1684) ve Tarihçi Peçevî, İbrahim Efendi (Ö. 1649). Bu iki müellif de aynı zamanda görgü tanığıdır. Bu müellifler verdikleri bilgiler bakımından birbirini tamamlar mahiyettedirler.
Bu dönemin yazılı metinlerine, seyahatname, tarih ve benzeri kaynaklarına göz attığımızda nereden aldıklarını açıkça belirtmeden sık sık ‘Kızılelma’ ifadesini kullanmış olduklarını görürüz.
Esas dikkatimizi çeken husus ise, ‘Kızılelma’ teriminin o zamanki dünyanın önemli başkent ve kültür merkezlerinde ortaya çıkmış olmasıdır. Gerçekten de yazılı kaynaklarda yer alan ‘Kızılelma’ nın geçtiği coğrafya ve kentler şöyledir:
İstanbul (Bizans) ‘Kızılelma’sı,
Roma (Rim Papa) ‘Kızılelma’sı,
Viyana ‘Kızılelma’sı,
Engürüs (Budin) ‘Kızılelma’sı,
Orta Macar (Estergon Kalesi) ‘Kızılelma’sı,
Engürüs (Üstoynj Belgrat) ‘Kızılelma’sı,
Almanya’da (Büyük Kalona-Köln) ‘Kızılelma’sı
‘Kızılelma’ söylenceleri 16. yy.’dan 19. yy.’ın sonlarına kadar, dört yüz yıl resmî tarihin dışında, masal, hikâye menkıbe ve söylence olarak geniş halk kitleleri arasında sessizce devam etmiştir. Tasavvufî bir deyişle söylemek gerekirse; ‘Kızılelma’ düşüncesi sırlanarak, belli şifre ifadeler ve sembollerle varlığını sürdürmüştür.
Toplum hafızasında hayal meyal bir kavram olarak 19. yy. sonlarında son büyük Türk Devleti olan Osmanlı çökerken, şairler düşünürler ve yazarlar birdenbire bu yarı hayal yarı gerçek kavramdan yeniden söz etmeye başlamışlar. Bunlardan ilki de Ziya Gökalp’tir.
Öncelikle ‘Kızılelma’nın kökenini (sosyal ve coğrafî zemini) tanımlamak lâzımdır.
Zemin elbette ki “Turan Zemin”, zaman ise tarihten de öte belki tarih öncesi zamanlarıdır.
“Turan Zemin” kavramı
Türk kültür tarihinin ve sosyal yapısının dinamiklerini en iyi kavramsallaştırabileceğini düşündüğüm “Turan Zemin” kavramı yeni bir teklif olarak burada çok işimize yarayacak gözükmektedir.
Türk milleti 5000 yıllık tarihi süreç içerisinde Asya, Avrupa ve Afrika coğrafyasında siyasal olarak kontrol ettiği 55 milyon kilometrekarelik alanda barış, hoşgörü ve adaletin öncüsü, olmuştur. Bu coğrafyalardaki bütün kadim medeniyetlerle kültürel ve siyasal ilişkilerde bulunmuş tarihin kıdemli bir milletidir.
Budapeşte’de Gül Baba tekkesinin bulunduğu yer batıdaki en son noktadır. Saha-Yenisey hattından Tarım havzasına kadar olan alan ise en doğu uçtur. Güneyde Sudan –Hartum’dan Yemene, kuzeyde Tundra kuşağını takiben Petersburg, Tümen ve Sibirya’ya kadar alan Türk kültürünün coğrafyasıdır. Bütün bu coğrafyalarda Türk kültürünün izleri/eserleri vardır.
Burada sorulması gereken soru şudur:
İnsanlık tarihinin ilkel dönemlerinde Avrasya’nın tamamına yüzlerce yıl (Takribi 2000 yıl) bir nevi dünya hâkimiyeti kuran Türkler, bu enerjiyi, beceriyi ve gücü nerden alıyorlardı?
Ayasofya Camii’nin kubbesindeki ‘Kızılelma’
Ayasofya Camii’nin kubbesindeki ‘Kızılelma’ (Altun Top) işte böyle bir şey. Bu konu ile ilgili Hadîkatü’l-Cevâmi’deki notu aynen naklediyorum:
“… Büyük kubbeden avîze olan top kandil Sultân Ahmed Hân-ı Sâlis’in evahirinde konmuştur. Aslında anın yerinde altıntop ‘Kızılelma’ var idi ve câmilerde olan top kandillerin ibtidâ zuhuru ol târihlerde Şehzade Câmi’inde vâki’ olmuşdur ve bu câmi’-i şerîfde olan iki fenâr kandiller Fâtih merhumundur.”
‘Kızılelma’nın hükümdarlık alâmeti olarak görülmesi
Cihangir Timur’un saray otağında bunun kullanıldığını Kastilyalı elçi Ruy Gonzales de Clavijo dan dinleyelim:
“Timur dört köşeli büyük bir çadırda oturuyordu. Bu çadırın dış duvarlarını Yirmi dört küçük ahşap direk taşıyordu. Öyle ki tamamı otuz altı kazık direk kullanılmıştı. Ucunda tavlanmış bakırdan Bir elma (Kızılelma) bulunan yüksek bir direk vardı. Bunun tepesine bir hilâl tutturulmuştu. Çadırın tepesi de aynı şekilde dört köşeli idi, dört köşesinde dört direk vardı. Bunlardan her birinde elma ve hilal bulunuyordu.”
Büyük Turan Hakanlarından biri olan Timur, bu çok eski geleneği sürdürüyor; ‘Kızılelma’nın bir türevini otağının tepesinde hilalle birlikte taşıyordu. Demek ki ‘Kızılelma’ burada hükümdarlık sembolü olarak görülüyordu.
Osmanlı sultanları elinde hâkimiyet alâmeti olarak ‘Kızılelma’
Bilebildiğimiz en eski tarihten itibaren Turan milletleri ve bunların uzantıları olan hükümdarlıkların söylence, belge ve tarihlerinde iz sürerken birdenbire Topkapı Sarayı Müzesi’nde ‘Kızılelma’nın somut resimleriyle karşılaştık.
Konunun teknik tespitini sayın Prof. Dr. Banu Mahir’den öğreniyoruz:
“Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi’nde, Birinci Ahmet Albümü adıyla tanınan bir albüm var. Elinde altın küre tutan ve Sultan Osman Gazi’den, Sultan III. Murad’a kadar, on iki Osmanlı sultanının seri olarak hazırlanmış minyatür tekniğindeki portreleri yer almaktadır. Bu portrelerin kimin tarafından yapıldığı bilinmiyor.
Söz konusu portreler, 16. yüzyılın ünlü Nakkaşı Osman’ın Saray Şehnamecisi Seyyid Lokman ile birlikte tasarlayıp hazırladıkları; “Kıyâfetü’l-İnsâniyye fi Şemâili’l-Osmaniyye” adlı eserin içerisinde yer aldığından Nakkaş Osman ve Seyyid Lokman veya bunlardan biri tarafından yapıldığı düşünülebilir.”
Bu portrelerden, elinde bir ‘Kızılelma’ tutan isimler şunlardır:
Osman Gazi, Sultan Orhan, Sultan Birinci Murad, Sultan Yıldırım Bayezid, Sultan İkinci Murad, Fatih Sultan Mehmed, İkinci Bayezid, Yavuz Sultan Selim (iki elinde iki Kızılelma), İkinci Selim, Üçüncü Murad.
Osmanlı Sultanlarının ellerinde altın küre ‘Kızılelma’ tutarak tasvir edilişlerine, ilk kez 16. yüzyılın son çeyreği içerisinde rastlanmakta ve 18. yüzyıl başlarından sonra ise, bu motifin Sultan portreciliğinden çıktığı belirlenmektedir.
Öncelikle, izlediğimiz Sultan portrelerinde Sultanların ellerinde bulunan altın kürenin, ‘Kızılelma’ olduğunu belirtelim.
Sonuç olarak, Türkler arasında eskiden beri cihan hâkimiyeti ve hükümdarlık timsali olan ‘Kızılelma’ nın 16. yüzyıl son çeyreği ve 17. yüzyıl başında hazırlanan albümlerde yer alan minyatür geleneğindeki Osmanlı Sultan portrelerinde resmedilişinin, yazılı metinlerde yaygınlaştığı döneme rastladığını söyleyebiliriz.
‘Kızılelma’ efsanesinin ve ‘Kızılelma’ idealinin Sultan Üçüncü Selim zamanında, Nizam-ı-Cedid’in kuruluşuna kadar, yani 18. yüzyıl sonlarına değin, Yeniçeriler arasında yaşadığı anlaşılmaktadır.
Nitekim 18. yüzyılda eserler vermiş Osmanlı Nakkaşı Levnî’den sonra, ‘Kızılelma’ sembolünün sultan portreciliğinden çıktığı ve sonraki serilerde yer almadığını görüyoruz.
Kehanet
Tamda bu konuda Evliya Çelebi bir kehanetten bahseder. Evliya’nın Muhiddin Arabî’ye dayanarak verdiği bilgiye göre:
“Viyana’dan Londra’ya Paris’ten Hollanda’ya, İskandinav ülkelerinden İspanya’ya kadar bütün Avrupa ‘Kızılelma’ coğrafyasına dâhildir ve de kesinlikle Osmanlı (Türk) topraklarına katılmalıdır.
Zaten Budin, Belgrat, Edirne ‘Kızılelma’nın Gazileri Alp-erenleri ile lebalep doludur. Bu ilahî müjdeyi gerçekleştirmek için harekete geçilmelidir.”
Evliya Çelebi’nin (1611–1685) bu satırları kaleme aldığı tarih muhtemelen 1660’lı yıllara denk gelmektedir.
Bu tarihlerde Avrupa gerçekten tam bir çöküş yaşamaktadır. Halk inanılmaz derecede ağır şartlarda yaşamaya çalışmakta, buna bağlı olarak da salgın hastalıklar her tarafı kasıp kavurmaktadır. Üstüne üstlük Hıristiyan dünyasını sarsan ve nüfus erimesine sebep olan mezhep savaşları hiç durmamaktadır.
Bu tarihlerde 1550-1850) Amerika kıtasına kaçış Avrupalı için cennete kaçış gibidir.
Ama Muhiddin Arabî (1162–1240) biz fanilerin bilemeyeceği bir boyuttan bakarak henüz Osmanlı’yı kuracak olan Kayı Aşireti Anadolu’ya bile ayak basmamışken; Türklerden (Osmanlı Devleti) bahsetmekte, ‘Kızılelma’yı ima etmekte ve sanırım henüz gerçekleşmemiş ama gelecekte mutlaka gerçekleşecek önemli bir hadiseden söz etmektedir:
“Bütün Avrupa ‘Kızılelma’ bölgesidir buralarda Nasranî kalmayacak, tamamı Müslüman olup Türkleşecek. Bu kabiliyeti gösteremeyenler de Yeni Dünya’ya, (Amerika’ya) sığınacaklar, orası onların yeni cehennemi cümle nasârâ Yeni Dünya bulunup onda gidüp nasârânın dâr-ı bevârları ola.”
Peki, bu ne zaman olacak?
Bence bu oluşum çoktan başladı, sanırım biz bu sürecin içindeyiz.
Evliya Çelebi (1663–1664) Osmanlı Devleti’nin Almanya seferine bizzat katılarak müşahede edip kaleme aldığını, özellikle bu seferi “Alaman ‘Kızılelma’ gazası” olarak isimlendirdiğini unutmayalım…
Ama asıl unutamayacağımız bir ‘Kızılelma’ söylencesi daha var ki, ona da Avrupa kentlerinden nerdeyse bin yıl evvel Roma’da rastlıyoruz…
Roma İmparatorluğu ve ilginç bir ‘Kızılelma’ söylencesi
Lucius Tarquinius (Tarkan ) Superbus Roma Krallığı’nın yedinci ve son Roma Kralı’dır. Ama konunun asıl ilginç yanı, kralın Etrüsk Yani Türk-Turan kökenli olmasıdır. MÖ 535-MÖ 510 yılları arasında tahta çıkmıştır. Zaten MÖ 510 yılında tahttan indirilmesinin ardından Roma’da Cumhuriyet kurulmuştur.
Bugünkü İtalya’nın Etrüsklerin yoğun yaşadıkları bilinen bölgesinde yer alan tarihî Cumae kentinin Şamanı (kâhin rahibesi), Roma’nın yedinci kralı, Etrüsk (Türk) kökenli Tarquinius (Tarquin-Tarkan) ile bir görüşme talep eder ve huzuruna çıkar.
Şaman kadının elinde, ‘tüm zamanların bilgeliğini’ içeren dokuz kitap vardır. Bunları kendince uygun bir fiyat karşılığında Tarquinius-Tarkan‘a satmayı önermektedir. Ancak o denli yüksek bir bedel talep eder ki, bu meczup görünüşlü kadına kuşkuyla bakmakta olan kral ile danışmanları, bunun “cüretkâr bir şaka” olduğunu düşünürler ve alaycı tavırlarla teklifi geri çevirirler.
Şaman (yaşlı kadın), karşılaştığı davranıştan hiç hoşnut kalmamıştır; pazarlığa garip ve alışılmadık bir yöntemle devam ederek, elindeki kitapların üçünü yakar ve kalan altısını aynı bedelle bir kez daha kralın önüne koyar.
Tarquinius-Tarkan, son derece hiddetlenirse de karşısındaki nihayet bir şamandır, öfkesini tutar ve sesini çıkaramaz. Teklifle hiç ilgilenmediğini kesin olarak söyleyip, arkasını dönüp gider.
Şaman kadın bu kez, üç kitabı daha yakar ve geriye kalan son üç cildi, ilk başta dokuz kitap için istediği fiyatın iki katını söyleyerek seslenir Tarquinius-Tarkan‘a.
Kendinden son derece emin görünen yaşlı şamanın tavırları karşısında Roma’nın sert ve otoriter yöneticisinin direnci kırılmıştır. İçini giderek kabarmakta olan bir merak kaplamakta ve kitaplarda nelerin yazılı olduğunu öğrenmek arzusu giderek artmaktadır. Biraz daha tereddüt ettiği takdirde bu merakını hiç gideremeyeceğini fark eder ve yaşlı şaman kadına istediği her ne ise çar naçar öder…
Kral ve danışmanları, daha kitaplara üstünkörü göz attığı anda, ellerindeki belgelerin ne denli, önemli ve değerli olduğunun farkına varır. Bu üç kitabı Capitoline tepesindeki üç önemli tapınağın, yani Jüpiter, Juno ve Minerva tapınaklarının yeraltındaki gizli odalarında koruma altına aldırır.
Kimse onlara elini sürmeyecek, bu üç cilt, aynı tepede yan yana duran üç büyük tapınakta gizlilik içinde saklanacak ve onların güvenliğinden yirmi iki yetkin muhafız sorumlu olacaktır. Kitapların korunması ve saklanması misyonu çok sonraları daha fazla muhafızın sorumluluğuna teslim edilir.
Onlara, yani bu üç kitaba ancak, çok ciddi kriz dönemlerinde ve büyük tehlikeler karşısında bakılacaktır. Bunun zamanına ya da gerekli olup olmadığına da yalnızca senato karar verebilecektir.
Tarquin-Tarkan ile görüşmeye gelen yaşlı kadını saraydan hiç kimsenin tanımadığı ve o güne dek kentin civarında hiç görmediği belirtiliyor. Krala kitapları sattıktan sonra da yine ardında hiçbir iz bırakmadan ortadan yok olur. Bu gizemli kadını bir daha kimse görmez.
Ancak bu söylencenin biraz daha “gerçekçi” versiyonlarında, yaşlı kadının Delphi ile dönemin en önemli kehanet merkezlerinden biri olduğu bilinen, İtalya’da Napoli yakınlarındaki Cumae (Küme) kentinin çok ünlü Apollon rahibesi olduğunu ve Tarquinius-Tarkan’ın onu şahsen tanımasa bile en azından ününden mutlaka haberdar olması gerektiğini, kuşkuya yer bırakmayacak bir netlikte anlatıyorlar.
Aslına bakılırsa, kimselerin tanımadığı yaşlı ve meczup görünümlü bir kadının, herhangi bir sorgu sualden geçmeksizin Tarquinius-Tarkan’ın huzuruna çıkarılmış olmasına ve onunla biraz küstahça denebilecek bir tarzda pazarlık etmesine izin verilmiş olması da akla yatkın değildir. Eğer hikâye doğruysa, bu rahibenin Tarquinius-Tarkan tarafından tanındığını ve kim olduğu bilinerek huzura kabul edildiğini düşünmek daha mantıklıdır.
Yine kuvvetle muhtemeldir ki, yaşlı şaman kadının aynı kökten gelen yani Turan kökenli Roma İmparatoruna sunmak istediği dünyanın sırlarını içeren kitaplar, bir nevi ‘Kızılelma’ idi.
Burada dikkate alınması gereken husus şudur:
“Şaman Ana, İmparator Tarkquin-Tarkan’ı bir nevi sınava tabi tutarak onun kapasitesini ölçmüş, sadece kaldırabileceği kadar ‘Kızılelma bilgisi’ sunmuştur.”
Kızılelma sırrının çözümü
Cengiz Aytmatov’un mankurt kavramının gerçek karşılığı, düşünememek, düşünce üretememektir.
Günümüz Türkiye’sinde elli civarında etnisitenin varlığından söz edilir. Hâlbuki burada bir tane etnisite var, o da; “düşünmeyenler-düşünemeyenler” etnisitesidir.
Çağımızda milletler, biyolojik yapılarına göre değil, beşeri akıl ile düşünme yapıp yapmamalarına göre farklılaşmaktadırlar. Çünkü Türkiye’nin tepesine düşünmeme bulutu çökertildiğinden, sosyal atmosferi düşünmeye engeldir.
Türkiye’nin düşünürleri olmadığı için bütün kavramlarının içi boştur. Kavramları sadece nominal (gerçekte öyle olmadığı hâlde öyleymiş gibi kabul edilen) yani isim olarak, yani sadece kaporta olarak vardır. Motor olarak, yani fikir olarak yoktur.
Bütün suç ve kötü olan fiiller insanın animal (hayvanlara ait, hayvanî) yapısından kaynaklanır. Bunlar, insanın hümünal (Hümünal: İnsanlara ait,) yapısına göre kötüdürler.
Sosyal psikoloji, genelde bütün toplumların değişmeyi sevmedikleri tespitini yapar. Özelde ise Türk toplumu değişimi hiç sevmemektedir.
Elbette ki Türkiye’nin geleneklerinden alacağı ve bugün yaşatacağı değerler vardır. Bunların en önemlisi aile bağlarıdır, bunları korumak gerekir.
Ama siz şayet Orta Asya Türk aydınlığındaki fikri zihinsel gelişmişliği yani Farabi’nin, İbni Sina’nın ya da Maturidi’nin düşüncelerini bin yıl evvelinden günümüze taşıyamazsanız, günümüzde sümüklü bir ajan tarikatçı çıkar ‘Ilımlı İslamiyet’, ‘Ilımlı Müslüman’ kavramı icat eder, Siyasal İslam’ın kurguladığı iktidar bu yönde oluşur ve sonunda bu ‘ılık’ veya ‘cıvık Müslüman’ yani her türlü herzeyi mubah sayan mazamort bir tip çıkar kendine ‘taban’ yapar…
Şu iyi bilinmelidir ki; düşünme ve ona dayalı lojik (mantık) bilim yoksa hayat da yoktur. Başkasının fikirleri ile yaşamak, kendi bedeni üzerinde başkasının kafası ile ortalıkta dolaşmaktır.
Türkiye’nin ve Türk milliyetçilerinin temel sorunu “düşünmeme”dir.
Bizim milletin ‘konuşuru’ çok, ama sıra düşünmeye gelince o düşünen insanı ara ki bulasın.
İktidarların, toplumlarını çağlarına göre her şeyi yeniden üretme görevleri vardır. Bunu ihmal ederseniz felaketler sıraya girer ve ihmal ettiğin şey seni imha eder.
Bu ülkede sözünü ettiğim ‘düşünceden’ nesnelere kadar her şeyin üretimi ‘M. K. Atatürk sayesinde’ ilk defa Cumhuriyet’in kurulması ile başlamıştır.
Bu sebepten O, ülkeyi kurtardığı için değil, düşünsel boyutla ilgili devrim yaptığı için gerçek ve yüce bir liderdir. Burada net olarak ifade edelim ki:
‘Kızılelma’= düşünme, düşünebilme ve eskilerin ifadesi ile ‘İmâl-i fikr meselesidir…

