Son yazıda DEM Parti‘nin durumuna özellikle dikkat çekmiştim. Dün bir açıklama geldi; Kendileri CHP’nin eylemci kitlesi değilmiş ve katılım sağlamayacaklarmış... Aslında bu halihazırda tavan yapmış toplumsal muhalefet için çok iyi bir fırsat sayılabilir. Çünkü daha açık söylemek gerekirse zaten kendilerine bir ihtiyaç da yok. Bu birikmiş öfke ve hak arayışında, olayların merkezindeki isim İmamoğlu‘nun kendisi olmamış veya CHP son yerel seçimin galibi olmamış olsaydı, CHP’nin de bir önemi olmayacaktı. Çünkü toplumun öfkesi ve eylem kararlılığı CHP’yi ister istemez bir tavır almaya zorluyor.
Sonuçta dediğimiz gibi, böyle yapacaklarsa muhatap bile olmayın, gerekirse kovun gitsin! Zaten son çıkan KONDA araştırmasında da halkın sadece %27’si tepkiyi onaylamıyormuş(!) Faşizmle uzlaşma arayışındaki DEM Parti bu gidişle aldığı emanet oylarını da kaybedecek.
CHP’nin olaylara yaklaşımında bazı eksiklikler olsa da, her geçen gün kendini daha toparladığı gidişat fena sayılmaz. Boykot, sabırla ve tarif ettiğim gibi bir stratejide ilerledikçe daha sarsıcı sonuçlar alınacağı belli oldu, zira o koca koca bakan denilen tiplerin bir kahveci dükkanı için ne hallere düştüğünü gördünüz.
Şimdi bu baskı rejimi bir süre sonra genel durumu çeviremeyecek ve borcu daha fazla takla attıramayacak duruma geldiğinde şiddetin hangi evresine geçecek? Ve en önemlisi o şekilde nereye kadar devam edebilecek?
Bu projeksiyon üzerinde düşünmek gerekiyor. Gün itibarıyla geniş muhalif çevrelerce kabullenilmeye başlanmış ancak yüzleşilmek istenmeyen bir hakikatle karşı karşıyayız. Sonuçta tarihte de görüldüğü gibi en otokratik rejimlerin muhakkak bir sonu oluyor. Ve tarihin bize bu aşamada sordurduğu soru şudur: “Seçimle gitmeyecekler mi?”
İşte asıl tehdit budur ve bu tip soruları doğuracak/gündemde tutacak ortama müsaade etmemek gerekir.
Rejimin mevcut hususta içine düştüğü bunalımda jeopolitik dengeleri gözeterek bir çıkış yolu araması, o taraftan bakıldığında doğru görülebilir; ancak yanıltıcı olma riski her şeye rağmen yüksektir. Belki bir başka yazıda bu faktörü daha detaylıca ve tarihi pratiklerden yola çıkarak ayrıca ele almak lazım. Fakat bu konu özelinde belirtmek gerekir ki, ABD ile ilişkilerin görece iyimser yönde ilerlemesi birkaç yönden sorunludur. Birincisi Suriye’nin kuzeyindeki oluşumun, HTŞ ile mutabakat halinde ve İsrail‘in himayesi altında adeta yeni devlete aslî ortak olması ve ABD’nin hem bunda hem de bununla bağlantılı “açılım” benzeri yeni politikada Türkiye’ye yaptığı dayatmalar. İkincisi ise yaklaşan İran operasyonu! Bu çok nazik hususta da kısaca şunu ifade etmeliyim ki, ABD ile beraber ya da dolaylı destek biçiminde olası bir harekatın parçası olunursa asrın hatası yapılmış olur.
İçinde bulundukları genel vaziyet, taviz vererek rejimi korumak yolunu seçeceklerini gösteriyor. Durum değerlendirmesi yaparken bunlar göz önünde bulundurulduğunda, iddiaların aksine kimin dış destekli hareket ettiği de aslında ortaya çıkıyor.
CHP liderinin İngiliz başbakanına çağrısı aslında içerik bakımından doğrudur. Sonuçta sağ gelenek buna yabancıdır ve pek bilmez ama Sosyalist enternasyonal dayanışma çerçevesinde sol partiler birbirlerinden o desteği hep beklerler. Nitekim İşçi Partisi’nin bir önceki başkanı Jeremy Corbyn kendi özel hesabından destek açıklamasını yaptı. Almanya başbakanı da yine benzer bir açıklama yaptı. Burada kendi derdini anlatamamış ve sürekli iletişim kazaları yaşayan bir lider olduğunu kabul etmeliyiz. Maalesef muhalefette çok oluyor bunlar. Eksiklikler var ve daha iyi hazırlanması şart. Bu arada her şeye rağmen devam ettirilen mücadeleyi küçümsememek lazım. DİSK’in bugün yapacağı eylem ve Ekrem İmamoğlu için 28 milyon imza seferberliği en az boykotlar kadar önemlidir.
Halk desteğinin azaldığı zaman özellikle dikkatleri dışarıya çeken manevralar da otokratik rejimlerin karakteristiğidir. Kabul etmek gerekir ki, bir beka sorunu ortadadır ama buna rağmen uzlaşı ve ikna dili yerine, saldırgan bir dil ve her fırsatta dış siyasetin içeride malzeme yapıldığı ucuzluk hakimdir. Maalesef şu haliyle bir milli mutabakattan çok karşılıklı suçlamalara ve ayrışmaya tanıklık ediyoruz.
Ayrıca dışarıdaki durum, o kadar da bizim hesap ettiğimiz gibi dünyayı Türkiye’nin çevresinde döndürmüyor. Dünya genelindeki kaotik hava, buna tepki olarak güçlenen baskıcı yönetimler ve Batı blokundaki çatlama, ilgili ülkeleri şu anda öncelikle kendi gelecekleriyle uğraşmaya itiyor. İşin doğrusu, Türkiye ile bağları bu konjonktürde koparmayalım diyen gerek Avrupa Komisyonu gerek Avrupa Konseyi’nde ve hatta ilgili bazı başka mahfillerde Türkiye’de yaşanmakta olan, bu garip duruma doğrudan kayıtsız kalınmış değil. Ancak şu anda çok daha aciliyet arz eden sorunlar var. Avrupa, hem Rusya hem de ilginç bir biçimde ABD tehdidi altında; Rusya-Ukrayna savaşının durumu belirsiz ve anlaşma çok kırılgan, ABD hem gümrük engeli hem de müttefiklerinin topraklarına göz koymak suretiyle yıpratıcı olmaya başladı.
Grönland’dan haber var !
ABD’nin göz koyduğu toprakların başında gelenlerden birisi de malumunuz Grönland. İki hafta önceki seçimin değerlendirmesini yaptığımız yazı yerinde duruyor. “Hemen bağımsızlık olsun” talebindeki partiyi (Naleraq) dışta bırakacak daha mutedil dört partiden oluşan bir koalisyon kuruluyor. Deklarasyon bugün yerel saatle 11:00’de (TSİ 16:00) yapılacak. Danimarka ile uyumlu çalışması beklenen yüzde 75’lik seçmen desteğine sahip bu yeni hükümetin Trump üzerindeki etkisi bakalım nasıl olacak?