Amerikalı nükleer fizikçi Robert Oppenheimer’ın hayatını konu alan, Christopher Nolan’ın yönetmenliğini yaptığı Oppenheimer filmi tüm dünyada tartışıldı, hâlâ tartışılmaya devam ediyor. “Amerikalı Promete” olarak tanımlanan Oppenheimer, atom bombasının babası olarak biliniyor. Film, Kuzey Kore’nin füze denemeleri, İran’ın nükleer silah elde etme çabaları, Putin’in Ukrayna Savaşı’nda nükleer silah kullanma tehditlerinin olduğu bir dönemde vizyona girdi. Tüm dünyada gişe hasılat rekorları kırmasının nedenlerinden bir tanesi de bu olabilir. Bu güç nasıl kullanılabilir ve sonucu ne olur bu filmde görebiliyoruz.
Oppenheimer’ın yarattığı gücü, yönetmen Christopher Nolan şöyle tanımlıyor: “(Oppenheimer) Atom enerjisini ortaya çıkararak bize daha önce hiç sahip olmadığımız, kendi kendimizi yok etme gücünü verdi. Bu da insanlığın denklemini değiştirdi.” Bu tanımlama film üzerine devam eden tartışmaların ana eksenini belirliyor.
Ben filmi izlerken kafamdaki soruların cevabını bulamadım. Bilim-etik tartışmalarına cevap vermeye çalışan film belli boşluklar bırakarak, belki bunu izleyicinin tamamlamasını istemiş. “2. Dünya Savaşı’nı bitiren atom bombası mı?” sorusuna Nolan, tarihi gerçeklerden kopmadan cevap vermeye çalışsa da, Oppenheimer’a duyduğu tutku derecesindeki ilgiyle onu aklamaya çalışmış.
Kahraman mı, hain mi, cani mi?
Oppenheimer, Amerikalı Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geliyor. Amerika’da ve Almanya’da eğitim gören Oppenheimer, üniversite yaşamı boyunca hep dikkat çekici, başarılı bir öğrenci olarak filmde karşımıza çıkıyor. Teorik fiziğe olan yatkınlığı hep ön planda, esas araştırma alanı astrofizik, kara delikler üzerine çalışıyor. Fiziğin her alanında çalışma yapan bir isim. Sadece fizik alanında başarılı değil, felsefe araştırmaları da dikkat çekici. Felsefi diyaloglara filmde yer veriliyor. Bilim-etik tartışmaları konusunda herkesten fazla fikir üretebilecek birisi. O dönemin bilim adamları hep çok yönlü, tek bir alanla sınırlı kalmıyorlar.
Filmde Oppenheimer’ın psikolojik durumuna da yer veriliyor. Kimya alanında çalışma yaparken Oppenheimer’in, anlaşamadığı hocasını öldürmek için hazırladığı siyanürlü elma vurgusu, karakteri hakkında ipucu veren bir ayrıntı. Oppenheimer’ın hazırladığı bu elma o zaman kimseyi öldürmedi ama atom bombasıyla yüz binleri öldürmeyi başardı.
Atom bombası gibi öldürücü bir bilimsel çalışma neden yapılır sorusu hep aklıma gelirdi, bu filmde bunun nedenini farklı açılardan görebiliyoruz.
İkinci Dünya Savaşı öncesinde, 1938 yılında Alman radyoaktivite ve radyokimya uzmanları Otto Hahn ve Fritz Starssman’ın uranyum atomunu parçalaması, yani nükleer füzyonu keşfetmesi, bunun fizik camialarında ön plana çıkması, Oppenheimer’ı harekete geçirdi. Kendisi de dünya çapında tanınan bir fizikçiydi, ama bir Nobel Ödülü yoktu, bu belki kendisi için bir fırsat olacaktı.
Atom bombası elde etmek teorik olarak artık mümkündü. Füzyonun bulunması büyük bir adımdı, Oppenheimer bir adım daha öne geçmeliydi. Atom bombası üzerine sadece o çalışmıyordu. Alman bilim adamları, Hitler’in yönlendirmesiyle çalışmalara çoktan başlamıştı ve hızlı ilerliyorlardı. Einstein bunu fark eden ilk isimlerdendi. ABD Başkanı Roosevelt’i bu konuda uyardı, Einstein o sırada Amerika’da yaşıyordu.
Einstein konusuna burada bir parantez açmak gerekiyor. Filmde Oppenheimer ile Einstein’ın diyaloglarına yer veriliyor. Oppenheimer bazı hesaplar için onun yanına gittiğinde, Einstein işbirliğine yanaşmıyor. Matematikte yetersiz olduğunu söyleyerek reddediyor. Almanya’nın yaratacağı gücün karşında yeni bir güç oluşturmak için bile olsa bu projede yer almıyor. Einstein savaş karşıtı bir bilim adamı. Birinci Dünya Savaşı’nda kendi ülkesi Almanya’nın hata yaptığını söyleyecek kadar cesur birisi. ABD’ye uyarısı “bu bombaya herhangi bir ülke sahip olmasın” şeklindeydi. Böyle bir güç sadece Hitler’in değil, kimin elinde olursa olsun bir felaket olacağını görüyordu. Başka fizikçiler de bunun farkındaydı. Atom bombası sadece Oppenheimer’ın düşündüğü ve hesabını yaptığı bir silah değildi, düşünüp harekete geçmeyen isimler de vardı.
Atom bombası projesinin adı Manhattan Projesi. Sadece Amerikalılar yok bu projede. İngiltere ve Kanada projenin en önemli destekçileri. Nazi Almanyası’na karşı kurulan bu işbirliği sadece atom bombası projesiyle de sınırlı değildi. Ülkelerin bilim adamları bu proje etrafında Amerika’da çalışmalara başladılar.
Bilim adamları ve aileleri için Amerikan ordusu tarafından özel bir kent kuruldu. Bilgi sızmaması için bütün önlemler alan Amerikan ordusu -başaramadı, bilgi sızdı- istihbarat çalışmalarını da bu kentten yürüttü. Pentagon’u yapan mühendis General Groves, Oppenheimer’ı Manhattan Projesi’nin başına geçmeye ikna eden isimdi. Zaten ikna etmek için çok uğraşmadı, Amerika’nın kahramanı olma fikri Oppenheimer için yeterliydi. Groves, Oppenheimer’ı sadece bilimsel yeterliliğinden dolayı seçmiyor, ondaki psikolojik boşluğu görüyor.
Projede yer alacak diğer isimlerle Oppenheimer görüşüp, ekibine aldı. Elinde önemli bir koz vardı, Hitler’i durdurmak. Bilim adamlarını ikna sürecinde, belki kendisini de ikna etmek için bu önemli bir kozdu. Bu ikna süreci diyalogları filmde bir felsefe tartışması olarak karşımıza çıkıyor. Felsefi tartışmayı ortaya koyan Oppenheimer değil, Bohr. Bohr, kendi atom teorisinden yola çıkarak, etik olarak hem kendini hem diğer bilim adamlarını ikna ediyor. Fizik felsefesi üzerine esas çalışmayı Bohr yaptı. Projede yer alan isimler, daha sonra başka buluşlarıyla Nobel Ödülü alıyor. Bu insanları General Groves gibi bir ismin ikna etmesi mümkün değildi. Oppenheimer da istediği herkesi yanına alamadı.
Atom bombasının etkilerini Oppenheimer’ın bilmemesi mümkün değildi. Birlikte çalıştığı, çalışmadığı bilim adamları bu konuda defalarca onu uyardılar. Bunu bilerek bu projenin başındaydı. Ama o bombanın sadece bir silah olarak elde tutulacağını, kullanılmayacağını düşünüyordu. Kendiyle hep bir hesaplaşma içindeydi. Dünyadaki nükleer dengeyi bu şekilde yapmayı planlıyordu. İnsanlık adına önemli bir adım atmaktı niyeti.
Hesaplar bitip, ilk bomba yapıldığında deneme testi yapmak gerekiyordu. Bu deneme testi için Oppenheimer’ın seçtiği bölge bir çöldü. Trinity Test olarak bilinen ilk denemenin o bölgede yaşayan insanlar üzerinde etkisini Amerika hâlâ açıklamadı. Proje gizli olduğu için halka hiçbir açıklama yapılmadı. Bölgedeki kül tabakasına halk bir anlam veremedi. Ta ki denemeden üç hafta sonra Hiroşima ve Nagazaki’ye ilk bomba atılana kadar…
6 Ağustos 1945’te Hiroşima’ya, üç gün sonra da Nagazaki’ye atom bombası atıldı. Almanya bomba atılmadan önce teslim olmuştu. Japonya savaşmayı sürdürüyordu, ama Amerika için önemli bir tehdit değildi. Bombayı ilk yapan ABD, hem bombanın etkisini görmek ve göstermek hem de gücün kendisinde olduğunu vurgulamak için bu bombayı kullandı.
Japonya bir hafta sonra teslim oldu. İkinci Dünya Savaşı sona erdi. Bomba atılmasa da savaş sona erecekti, bu bombayla modern tarihin ilerleyişi değişti. Atom Çağı ve silahlanma yarışı başladı. Soğuk savaş dönemi tüm hızıyla devam etti.
Tek suçlu Oppenheimer mı?
Oppenheimer halk kahramanı oldu. Bütün önemli dergilere kapak oldu. Hatta Amerikan Başkanı Truman’la görüştü. Bu görüşme sırasında yansıyan diyalog, Oppenheimer’in kendi çelişkisini de gösteriyor: “Ellerimde kan olduğunu hissediyorum, Sayın Başkan”. Truman da ona bir mendil uzatıp, “bu ağlak adamı bir daha yanıma getirmeyin” diye cevap verdi.
Oppenheimer’in Truman’la görüşmesinin esas nedeni bu hesaplaşma değildi. Yeni bir bomba daha geliştirilmişti, Hidrojen bombası. Fizikçi Teller’in yaptığı bu bomba hakkında Truman’ı uyarıyordu: “Bir süper bomba, soykırım silahı haline gelebilir. Bu bomba asla üretilmemeli.”
Oppenheimer, atom bombası sonrası devam eden zafer havasından hızla uzaklaşarak derin bir depresyona sürüklendi. “Zaten mağlup olmuş bir düşmana karşı” bombanın kullanıldığını görmek onu sarstı: “Dünyanın artık eskisi gibi olamayacağını biliyorduk. Bazılarımız kahkaha attı, bazılarımız ağladı. Birçoğumuz ise sessizdi. Kutsal Hindu öğretisi Bhagavad-Gita’dan bir satır aklıma gelmişti. Vişnu, Prensi görevini yerine getirmeye ikna etmeye çalışır ve onu etkilemek için silahlarını kuşanarak ‘Ben şimdi ölüm oldum. Dünyaların yıkıcısı’ der. Sanırım hepimiz o ya da bu şekilde o an aynısını hissettik.”
Hidrojen bombasının yapılması, Manhattan Projesi’nde yer alan diğer bilim adamlarının açıklamaları, Oppenheimer’ı devletin hedefi haline getirdi. McCarthy’nin başlattığı Komünizmle Mücadele sürecinde Einstein, Bohr gibi bilim adamları komünistlerle işbirliği yapmakla suçlandı. Oppenhimer bir komisyon tarafından sorgulandı. Projede yer alan ajanın kim olduğu ortaya çıktı, Oppenheimer değildi. Ama onun güvenlik izni iptal edildi, akademisyenliğe geri döndü.
Oppenheimer’in İspanya İç Savaşı’nda komünistlere verdiği destek temel suçlamaydı. Karısının Komünist Parti’ye üye olması, eski sevgilisinin de komünist olması işini zorlaştırdı. Ama Oppenheimer suçlamalar karşısında zayıf bir savunma verdi. Belki kendi vicdanını böyle rahatlattı. Karısının gösterdiği kararlı tavrı o göstermek istemedi. Soruşturma sonrası Hidrojen bombasını yapan Teller’in elini Oppenheimer sıkarken, karısı tavır aldı.
Oppenheimer’ın hakları 2022 yılında, ölümünden 55 yıl sonra geri verildi.
Nükleer enerji
Füzyon ve atom bombası dünyanın ilerleyişini değiştirdi. Bu bombayı Oppenheimer yapmasa başka birisi yapacaktı. Bomba üzerine sadece ABD değil, birçok ülke çalışıyordu. ABD çok büyük yatırım yaptığı, büyük bütçeler ayırdığı için bir adım öne geçerek, ilk elde eden ülke oldu.
Nükleer enerji sadece bomba için kullanılmıyor. Ortaya çıkan büyük enerji çok farklı alanlarda kullanılabilir. Uranyumdan elde edilen bu enerjiyi birçok ülke kullanıyor.
Bu enerji açığa çıkartılırken, bomba yapma tehlikesi her zaman var. Bunu önlemek için uluslararası bir kurum (IAEA) var. Şu ana kadar çalışan bir kurum. İran’ı durduran bu kurum mesela. Belli denetimlerle bu sağlanabiliyor. Türkiye de nükleer reaktörle enerji üretme potansiyeline sahip bir ülke. Teknolojik olarak bir adım öne geçmek istiyorsak SİHA’ları değil, bu enerjiyi konuşmamız gerekli.