Son bir aydır Türkiye’nin her yerinde işçi eylemleri ve direnişleri haberleri geliyor.
Bunların büyük çoğunluğu düzensiz, sendikasız ve kendiliğinden ortaya çıkan eylemler. Ve yine büyük çoğunlukla AKP diktasının yasadışı müdahalesiyle emekçi talepleri bastırılıyor ve eylem “başarısızlık” ile sonuçlanıyor.
Türkiye’de eskiden sarı sendikalar ve sarı olmayan sendikalar ayrımı vardı. AKP döneminde hemen hemen bu ayrım da kalktı. AKP diktasının kabile ekonomisine geçiş sürecinde emekçilerin örgütlü bir direniş gösteremediği bir gerçek. AKP faşizmine karşı direniş politik alanda ve genellikle gençlik-aydın ekseninde kendini var etti. Parlamenter muhalefet ve CHP ise eski AKP destekçisi liberalleri, eski AKP’li yeni muhalif partileri ve nihayet TÜSİAD’ı birleşik bir hatta bir araya toplamaya çalıştı.
TÜSİAD’ın devreye girmesi bir rastlantı değildir. Türkiye ekonomik bir yıkım sürecini yaşıyor. AKP diktasının oligarşik kabile ekonomisinin demir çekirdeğinde olmayan büyük ve küçük sermaye de bu yıkımı yaşıyor. Dolayısıyla CHP TÜSİAD’a gittiği için değil, TÜSİAD da artık mecburen muhalif bir tavır geliştirdiği için “ekonomik cephesi” açılıyor. 20 yıllık dikta sürecinin ilk kısmında hevesli destekçi, ikinci kısmında ise sadece sessiz muhalif veya sessiz destekçi rolünü üstlenen TÜSİAD aslında bir direniş gücü değil. Ancak “güç” ve “sermaye” büyük olunca AKP’ye karşı alacağı her muhalif tavır gerçekten de politik güç dengesini değiştirir.
Ekonomi cephesi açıldı. Peki ya emekçiler? Ekonomik yıkım var. Ve yıkılan sermaye değil gerçekten de halk. TÜSİAD devreye kendince giriyor. Emekçinin ise sendikası bile yok.
Yoksul kesimlere “AKP destekçisi” yakıştırması yıllarca devam etti. Kendince bir sosyolojik bir temeli de vardı. Ancak “yoksul” dediğimiz halk kesimleri toplumun %80’nden fazlasını oluşturuyor. Ve orta sınıf da artık bu kesime dâhil oluyor.
AKP’li olmayan ve AKP talanından “sosyal rant” kapmayan 10 milyonlarca insan için, “zaten onlar AKP’li” saptamasıyla, faşizmin dayattığı statüko ne yazık ki solcular açısından da bir ön kabul bir amentüye dönüşüyor. Oysa gerçekten de AKP’ye karşı en inatçı direnen kesim ne askeri-sivil bürokrasi ne akademi ne sermaye ne de başka bir güç oldu. AKP rant ekonomisinden bağımsız ve hatta bu talana rağmen kendi gelirini kazanan orta sınıflar ve “torpilsiz” , “partisiz” emekçiler kesinlikle en inatçı ve en dirençli AKP karşıtları olduklarını ispatladı. Evet ne Cumhuriyet Mitingleri ne Gezi Direnişi emekçi eylemleriydi. Ancak milyonlarca emekçi oradaydı. Cumhuriyetçi kimliğiyle veya solcu kimliğiyle… AKP’yi destekleyen “halk çekirdeği” varsa, 20 yıldır asla AKP’li olmayan ve AKP destekçilerinden bin kat inatçı bir “yoksul halk çekirdeği” de öbür tarafta var. Bin kat inatçı diyorum çünkü AKP’li “halk” kesimleri yoksulluğun, işsizliğin acısını bu kesim gibi çekmedi. Ekonomik sıkıntılar yaşandıkça halk içinde AKP’den muhalefete kayış var ama tersi imkânsız gibi.
Artık hayat Türkiye’yi ve bizleri öyle bir noktaya getirdi ki; artık ne solcu gözünü emekçiye kapatabilir ne de emekçi solcuya.
Tayyip özellikle 15 Temmuz 2016’dan Türkiye’ye bir “ekonomik büyüme” vaat etti. Bu vaadin (!) iki maddelik özeti var: Otoriter bir yönetim ve işgücünün ucuzlaması. İddia şuydu: Türkiye böylelikle büyük bir sanayi ve ihracat patlaması yaşayacak. Pasta büyüyünce herkes kârlı çıkacak.
AKP’nin sattığı “senaryo” buydu. Bizzat Tayyip patronlara “Türkiye’de grev olayını bitirdik” diyor şu gerçeği hatırlatıyordu:
“Şimdi grev tehdidi olan yere OHAL’den istifade ile anında müdahale ediyoruz. Diyoruz ki hayır, burada greve müsaade etmiyoruz.”
Tayyip yine kendince haklı olarak TÜSİAD’a çatıyor, AKP döneminde hepsinin sermaye olarak büyüdüğünü hatırlatıyordu. Tamam, AKP kendi oligarşisini yaratmış ve tepeye çıkarmıştı ama TÜSİAD da kendince süreci değerlendirmişti. Bu da kendince bir “konsensüs”tü.
Şimdi artık bu “konsensüs” dağılıyor. “Şöyle oldu, böyle oldu, şu tür olacak”ları bir yana bırakalım. Sonuç ortada. Türkiye ekonomisi son 8 yılda 957 milyar dolardan 720 milyar dolara küçüldü. Kişi başına gelir ise 12614 dolardan 8536 dolara düştü. Emekçiler açısından “büyüme mucizesine bakarsak” 2013 yılında asgari ücret 372 Euro, ortalama ücret 725 Euro iken, 2021 yılının sonunda asgari ücret 150 Euro’ya ortalama ücret ise 190 Euro’ya düşmüştü.
Bir yorum şu olabilir. Ekonomi büyürken emekçiler yoksullaşsa bile sistem yoluna devam eder. Pasta büyümüştür. Bir sonraki dönem emekçiler de payını alır. Almasa bile egemen bloğun zenginliği ve gücüyle susturulur.
Oysa o kadar açık bir gerçek var ki artık yorumluk bir durum kalmıyor. AKP emekçilerin reel ücretini %100’den fazla düşürürken, sermayesiyle, orta sınıfıyla ve kendi oligarşisiyle birlikte tüm ülkenin ekonomisini de %33 küçülttü. “Pasta büyüyor emekçiler sabretsin”lik bir durum da yok.
Burada artık ekonomik anlamda uzlaşmaz çelişkiler ve çözümsüz krizler devreye giriyor. Pasta da küçülüyor, ücretler de. Belli ki istesek de artık “yoksullar AKP’nin olsun orta sınıf bizim” denklemi hükmünü yitiriyor. Orta sınıf kalmıyor ki! Hatta TÜSİAD için bile durum devam ettirilemez hâle geliyor.
Peki ya son işçi eylemleri? Emekçiler de bir cephe açacak mı? Son bir ayki direnişlerin sadece bir kısmını not düşelim: Bursa’da otomobil işçilerinin direnişi, Yemeksepeti direnişi, Trendyol direnişi, Yurtiçi Kargo direnişi, Digitürk Direnişi, Farplas direnişi, HepsiJet direnişi, Scotty direnişi.
Ortak nokta şu; direnişlerin çoğu AKP’nin çekirdek oligarşik sermayesinin dışında direnişler. AKP bunlara bile sert müdahalede bulundu. Ancak belli ki toplumsal gerginliğin seviyesi burada bir gedik açılmasına yol açtı. Önceden hiçbir eyleme izin verilmiyordu.
AKP yoksullaşmanın yarattığı öfkeyi kendi sermaye gruplarının dışına yönlendirmeye çalışıyor ancak emekçiler en azından ayağa kalkabilecekleri yerlerde hareketleniyorlar. AKP çekirdek oligarşisine karşı emekçi direnişleri olmadı mı? Oldu. 3. Havalimanı işçilerinin direnişi örnektir. Onlarca işçi öldükten sonra başladı ve çok sert bir müdahaleyle karşılaştı. Tamamen örgütsüz bir direnişti ve bütün liderleri tutuklandı.
İkinci ortak nokta ise şu; işçi direnişlerinde politik olarak bir tek slogan öne çıkıyor: “TÜİK’in enflasyon oranı sahtedir.” Bu çok doğal çünkü ocak ayında ücret artışları ne kadar olacak sorusu büyük bir bomba gibi ekonominin ortasına düştü. AKP asgari ücreti resmi enflasyonun üstünde gerçek enflasyonun altında arttırdı. Fitili ateşledi ve işçilerle işverenler arasına dinamiti attı.
AKP’li işverenler işçilerine tüm güçleriyle abanabiliyor. TÜİK’in uyduruk enflasyonunu ücretlilere dayatıyorlar. Ama geri kalan her yerde bir çatışma yaşanıyor. Büyük resmi görüp “AKP yine kârlı çıktı” demek de doğru olmaz. Çünkü bu ücret savaşı AKP sermayesinin egemenliği altındaki işyerlerine de her an bir yangın gibi sıçrayabilir.
İşte bu koşullarda işçi eylemlerinde öne çıkan en “politik” sloganlar “TÜİK karşıtı” sloganlar oluyor. İşyeri direnişi bastırılmasın diye özenle “AKP karşıtı” değil “patron karşıtı” sloganlar atılıyor. Bu biraz da Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin “Tayyip istifa” yerine “rektör istifa” demesi gibi bir durum. Veya kadın eylemlerinde atılan “hükümet istifa” sloganı gibi. Polis müdahalesi kaygısı bir yerden sonra içselleştiriliyor.
Ancak sorulması gereken şu; bu bir apolitizm mi yoksa dikta koşullarının bir sonucu mu?
İşçiler suçlanabilir mi? CHP bile kendi Mersin Mitingi’nde halk “Tayyip istifa” sloganı atmasın diye, “hükümet istifa” sloganı attırıyordu. Yine meydanda on binler “Tayyip istifa” sloganı attı. Yeni başkanlık-saray rejiminde “hükümet” zaten yok ki!
Demek ki ortada tespit edilecek bir olgudan çok müdahale edilecek bir olgu var. İşçi eylemleri ücret odaklı ve apolitik dersek; evet öyledir ve öyle kalır. Ve hatta AKP kendisinden olmayan sermayeye karşı kullanabilir bile.
Yok, sol TÜSİAD’a seslendiği kadar işçilere ve emekçilere seslenirse, o zaman aynı olguya bir bakmışsınız, sadece ve sadece “polis müdahale etmesin” kaygısıymış her şey. Apolitizm ile hiçbir alakası yokmuş. “TÜİK karşıtı” sloganın aslında kimi hedeflediğini bal gibi hepimiz biliyoruz. “Hem biz hem de polis farkında.”
Sol derken elbette ki sosyalist solu kastetmiyorum. Sosyalistiyle, Kemalist’iyle, sosyal demokratıyla, CHP’siyle, sol aydınıyla, sol bilinciyle bütün solu kastediyorum.
Uzun yıllar sonra “yoksulların sosyolojisi” ilk kez solun ve ilericilerin yanına gelebilecekken, biz bu fırsatı yine mi kaçıracağız? “%70’i sağcı toplumun” saptaması gerçekten de “Eski Türkiye”ye ait. Yıkılan Türkiye’nin enkazı bu olgunun da üstüne çöktü. Bırakalım AKP bu “gerçeği” yaşatmaya çalışsın biz değiştirmeye…
Bu mesele artık sol içi bir tartışma değil Türkiye içi tartışma.
İşçiler, emekçiler nihayet AKP’ye karşı yürüyecekler mi?
Ve sol sonunda işçilerle birlikte yürüyecek mi? Emekçilerin en çok ihtiyaç duyduğu anda…