“Süvari” gazeteci
Arkadaşları ona “son süvari” derdi. En beğendiği lâkabıydı. Askerliğini süvari yedek subay olarak yapmıştı. Maslak’taki Süvari Okulu’nun lağvedilmeden önceki en son mezunu olduğu için böyle denirdi Ergin Abi’ye…
Ergin Konuksever’i tanıdıkça gerçekten de bir “süvari” olduğunu anlardınız. Bir süvari gibi yaşamış, bir süvari gibi gazetecilik yapmıştı.
Kıbrıs Barış Harekâtı’nda Mehmetçik’le birlikte karaya çıkmış, tepelere tırmanmış, Lefkoşa’da sokak çatışmalarını görmüş, harekâtın tamamını bizzat cephede yaşamıştı.
“Savaş muhabirliği kelle koltukta yapılır. Öyle karargâhta subaylarla, çatışma durunca askerlerle röportaj yaparak değil, gerekirse çatışmanın ta merkezinde olacaksın, yaşayacaksın.” derdi.
Bu kadarla da kalmamış, yaralanmış ve Rumlara esir düşmüştü Ergin Konuksever. Haftalarca esir kalmış, şehit gazeteci Adem Yavuz’la aynı hastane koğuşunu paylaşmış, arkadaşının iniltiler içinde komaya girişine gözyaşları içinde şahit olmuştu.
İşte bu yüzden savaş muhabirliği denince akla ilk Ergin Konuksever gelir. İran-Irak Savaşı, İsrail-Arap savaşları, Afganistan Savaşı, Lübnan İç Savaşı… Savaş neredeyse oradadır makinesiyle cephe hattında… Defalarca ölümle burun buruna gelmiştir.
68’in de “süvari”si
Bugün Türkiye’nin bir 68 hafızası varsa, bunu Ergin Konuksever’e borçluyuz. 68 hakkında aklınıza gelecek bütün önemli karelerde onun imzası vardır. Deniz Gezmiş’in Şarkışla’da yakalandıktan sonra çekilmiş ikonik fotoğrafından tutun da 6. Filo askerlerinin Dolmabahçe’de denize döküldüğü karelere kadar… Her işgalde, gençlerin polisle her çatışmasında, 15-16 Haziran’da, Beyazıt’ta, Taksim’de, Kanlı Pazar’da onu görebilirdiniz.
Ergin Konuksever’in çektiği ikonik karelerin başarısının tek sırrı “orada bulunması” değildi. Orada devrimci gençlerin “Ergin Abi”si olarak bulunmasıydı. Deniz’leri evinde kaç kez ağırlamıştır, kendi bile bilmez. Kaçaklarken saklanmaları için evler bulmuş, yeri gelmiş silahlarını gizlemiş, 27 Mayıs öncesinin bir üniversitelisi olarak deneyimlerini de paylaşmış, devrimci gençlere gerçekten de “ağabeylik” yapmış birisiydi.
Deniz Gezmiş’in ünlü fotoğrafının ardındaki sırrı da bu şekilde ortaya koyuyordu zaten: “Beni bir abi olarak görmese, o kadar güzel gülümseyemezdi. Yoksa etrafında fotoğrafını çekmeye çalışan, ‘Deniz! Deniz!’ diye bağrışan çok gazeteci arkadaş vardı. Ama aralarında en iyi tanıdığı bendim. Zaten beni görünce bir mutluluk kaplamıştı yüzünü, o anı yakalamışım.”
O ünlü fotoğraftaki, Deniz’in o ünlü gülümsemesi aslında Deniz’in “Ergin Abi”ye duyduğu saygı ve sevginin tebessümüdür. Bu anlamda, o fotoğraf sadece Deniz’in değil, aslında Ergin Konuksever’in “abiliğinin” de fotoğrafıdır.
Kelle koltukta muhabirlik
“Haber fotoğrafçılığı sanat fotoğrafçılığı gibi değildir, daha zordur. Dolmabahçe Sarayı’nın resmini çekersin mesela, zaman ayırırsın, ışığını ayarlarsın, gerekirse 500 poz çeker, en güzelini yakalarsın. Ama haber fotoğrafçılığında seri olman, her an hazır tetikte beklemen ve pozu nerede yakalayacağını sezmen gerekir. Savaş muhabirliği ise daha da zordur. Tüm bunları başının üstünden mermiler vızır vızır geçerken yapabilmelisin.”
Alın size Ergin Abi’den büyük gazetecilik dersi. Onu büyük yapan da bu “kelle koltukta” süvari gibi gazetecilik anlayışıydı. Sadece savaşlarda değil, 68’de de… Devrimci gençlerin polisle çatışması mı var, Ergin Abi oradadır. Ama esnaf kepenginin arkasına sığınmış olarak değil, kafasına taş ya da kurşun yemeyi göze alarak sokağın ortasında… 15-16 Haziran’da da aynı cesaretle eylemin tam ortasındadır Ergin Konuksever. Bu yüzden en etkili, en canlı, en hareketli, en heyecanlı kareler hep onun makinesinden çıkmıştır.
O kadar ki, Kanlı Pazar’da hayatını yitiren bir gencin bıçaklandığı anı da yakalayabilmiştir. O kare sayesinde katil bulunabilmiş, olaya şahit olup müdahale etmediği anlaşılan polis de ceza almıştır. Bir siyasi cinayeti, bir linci canlı canlı gazeteye yansıtabilmiş birisidir Ergin Abi.
Böyle “süvari” gazetecidir işte.
68’li gençlerin “Ergin Abi”si
“Süvari”lik sadece “çalakılıç” düşman güçlerine saldırmak değildir. Cesaretle sınırlı değildir “süvari”lik. Aynı zamanda silah arkadaşlarını, yoldaşlarını canı pahasına savunmaktır.
Beyazıt Kampusu’nun kapısında devrimci bir genci tam silahını ateşlerken fotoğraflar bir gün. Müthiş bir karedir. Fotoğraftaki gence (Mustafa İlker Gürkan) sorar: “İstersen filmi vereyim, bu fotoğrafı yayınlarsak başın derde girer.”
Mustafa İlker Gürkan, “Abi sen ne yapacağını bilirsin, sana güveniyorum.” der.
Tam sayfa manşet yayınlanır o fotoğraf. Ama gözleri bantlar Ergin Konuksever, kim olduğu belli olmasın diye. Yazı işlerine de şart koşmuştur zaten, “Elimde müthiş bir fotoğraf var ama gözleri bantlı yayınlanması şartıyla veririm.”
Fotoğraf yayınlanır, Sıkıyönetim Komutanı Faik Türün çağırır, fotoğrafın orijinalini ister. “Ben çekmedim ki,” der Ergin Konuksever. “Gazeteye bu şekilde gözleri bantlı göndermişler. Ben buldum, ilgim alakam bu kadardır.” Faik Türün, hapse atmakla tehdit eder. Ama Ergin Konuksever geri adım atmaz.
Devrimci gençlerin güvenini bu tür olaylarda hiç boşa çıkarmaz. Deniz’in o fotoğraftaki gülümsemesinin ardındaki bir başka sır da bu güvendir işte.
Talat Aydemir’in de yoldaşı
22 Şubat yaşanırken dönemin en etkili gazetelerinden Akşam’da çalışmaktaydı. Talat Aydemir’in basınla ilişkilerini yürüten isimdi.
27 Mayıs’ın tam öncesinde eğitim aldığı Süvari Okulu’nun subaylarından biri Binbaşı Fethi Gürcan’dır. 22 Şubat’ın İstanbul harekâtının merkezi de Süvari Okulu’dur zaten. Sivil olmasına rağmen iki girişimde de aktif görev alır Ergin Konuksever. Hatta 21 Mayıs’ın ardından tutuklanır.
Salıverildikten sonra ise ihtilâlci subay arkadaşlarını hiç yalnız bırakmaz. Herkesin korkuyla uzak durduğu dönemde bu destekleri unutulmazdır tabii ki. Talat Aydemir de hapishanede yazdığı anılarını yayınlanması için Ergin Konuksever’e emanet eder. O da, ne yapar eder, Akşam’da tefrika ettirmeyi başarır. Sonra da kitap haline getirip yayınlar.
Ergin Abi, hayatının sonuna kadar Aydemir’in düşüncelerinin ve eylemlerinin arkasında cesaretle ve açık yüreklilikle durmasını bildi. Talat Aydemir’i “Gerçek Atatürkçü subay” olarak görür, 27 Mayıs’ın yarım kalan hedeflerini gerçekleştirmekten başka amacı olmadığını söylerdi. 2020’lerin Türkiye’sinde bunu yapmak, şüphesiz anca “süvari”lerin cesaret edebileceği bir şeydir.
Ergin Abi, Talat Aydemir ve Fethi Gürcan’ın idamlarından sonra cenaze törenlerine katılan az sayıdaki insandan birisiydi. Cenazedeki akraba olmayan tek kişiydi. Bu idamdan yaklaşık dokuz yıl sonra, bu sefer Deniz’lerin idamından sonra da aynı şekilde cenaze töreninde yer alabilen az kişiden biri olacaktır. Aydemir’lerden Deniz’lere uzanan o devrimci bağın hüzünlü bir göstergesi…
Türk Solu’nun da “Ergin Abi”siydi
Ergin Abi’yle üniversite yıllarımdayken tanışmıştık. Atatürkçü Düşünce Kulüpleri olarak pek çok okulda 68 sergileri düzenlemiştik onun fotoğraflarıyla. Bizlerle tanışır tanışmaz çok sevmişti. Fikirsel açıdan da bizi kendine çok yakın görüyordu. Klasik bir 68’li olarak hem Atatürkçüydü, hem sosyalist, hem de milliyetçi… Daha doğrusu bu üçünün birbirinden çok da farklı olmadığını düşünürdü. 70’li yıllarda esen enternasyonalist rüzgâr, 90’ların Kürtçülüğü ya da 2000’lerin “fonculuğu” Ergin Abi’yi bozmamıştı. Bu yüzden Türk Solu’nun fikirlerini, siyaset yapma tarzını çok beğenirdi.
Bizi hep “yeni 68” olarak gördü. 68 gençliğine nasıl ağabeylik yaptıysa, bizim de “Ergin Abi”miz oldu. Eylemlerimize gelir, fotoğraf çeker, bu şekilde o da eski günleri yâdederdi. Konferanslarımıza gelir, ilgiyle izlerdi. Türk Solu’nun da sadık bir okuyucusuydu. Her sayıyı göndermemizi ister, ulaşmadığında arayıp hatırlatırdı. “En az 5 tane verin” derdi. Gelip giden ziyaretçilerine dağıtırdı çünkü.
Ama daha da önemlisi, kötü günde de yanımızdaydı. Gökçe Fırat’in iki tutuklanmasında da hep bizimleydi. Sadece destek mesajı vermekle yetinemezdi, “süvari”liğine yakışmazdı bu. Gökçe Fırat’ın annesi Sevim Abla’yla birlikte Silivri’de düzenlediğimiz eyleme de geldi, bozulmaya başlamış sağlığına rağmen… Artık ayaklarının üstüne zor basar hale gelmişti ama bu, o “süvari”nin ta Silivri’ye kadar gelmesini engelleyemezdi.
Bununla da yetinmedi, “Gazeteciler Cemiyeti’nin Onur Kurulu’ndayım ben, bu titri kullanmanın tam vaktidir,” deyip cemiyeti Gökçe Fırat ve diğer gazeteciler için daha çok çabalaması için kaç kez ziyaret etti. Telefonla onlarca gazeteci arkadaşını arayıp bilgi verdi, hatta beni de yanına alıp giderek bizzat tanıştırdı… Gerçekten de “Türk Solu’nun abisi”ydi.
“Son Süvari”nin anıları
Anılarını birlikte hazırlamaya karar verdik. Ama bir kitap olarak yazmak hep gözünü korkuttu. “Gazetede tefrikayla başlayalım” dedi. Böylece gazetemizin yazarı oldu. “Daha yapacak çok şeyim var” diyerek anılarını hiçbir zaman tam anlamıyla bitirmedi, bitirmek istemedi.
Geçtiğimiz sene, eşi Günay Abla’yı yitirdiğimizde çok sarsılmıştı. Hayata tutunmasına yardımcı olmak, biraz da kafasını dağıtmak için anıları üstünde çalışmaya devam etmeyi önerdim. Kabul etti, ancak çok konsantre olacak durumda da değildi. Bunun üzerine bir “nehir söyleşi” şeklinde devam etmeye karar verdik. Aylarca sürdü çalışmamız. Eski gazete ciltlerini birlikte inceledik, fotoğraf arşivini birlikte karıştırdık. O anlattı, ben dinledim. Ben sordum, o yanıtladı. Ancak tüm bu çalışma sırasında sağlığı da adım adım kötüleşti. Son günlerinde artık yataktan kalkamıyordu; ben başucunda oturuyordum, öyle çalışıyorduk.
Sağlığının daha da bozulacağını hissetmiş olmalı ki, “bir an evvel bitirelim” diye ısrarcıydı da…
Çalışmamızı bitirdik. 2023 başlarında yayınlamaya karar verdik. Maalesef kitabın basılı halini görmeye sağlığı elvermedi Ergin Abi’nin. 17 Aralık Cumartesi sabahı yitirdik onu.
Benim de “abim”di
Aramızda 40 yaş olmasına rağmen çok güzel bir dostluğumuz vardı. Öyle sıcak bir insandı ki, sadece bir büyüğüm, örnek aldığım duayen bir gazeteci değil, aynı zamanda sırdaşımdı da…
Babam mesane kanseri geçirip ameliyat olduğunda, aynı ameliyatı yaşamış biri olarak benimle çok şeyler paylaştı. O kadar ki, Ergin Abi’yle sohbetlerimiz sayesinde babamı daha yakından tanıdım, neler hissettiğini, iç dünyasında ne fırtınalar koptuğunu daha iyi anladım, diyebilirim.
Evlendiğimde ve kızım doğduğunda, her babanın yaşadığı “Şimdi ne yapacağım?” anlarımda da hep yanımda oldu. Kendi yaşadıklarını, hatalarıyla sevaplarıyla paylaşarak yardımcı olmaya çalıştı.
“Yine gelin”
Vefatından iki üç gün önce, Gökçe Fırat ile Göztepe SSK’da ziyaretine gitmiştik. “Ne istersin?” diye sorduğumda “Yine gelin” demişti. Zaten evine her gittiğimde de çıkarken aynı şeyi söylerdi: “Yine gel… Gelemeyeceksen ara.”
Yalnızlığından değildi bu, yanından ayrılan herkese aynı şeyi söylerdi. Dost canlılığından…
Hastanede de yalnız bırakılmamıştı. Yoğun bakımdayken durumunu öğrenmek için gittiğimde kızı Tuba Hanım’la karşılaştım. Ziyaret saatinde “Kızıyım ben,” diye yanına girmek istedi, hemşireler “Ergin Bey’in kaç tane çocuğu var? Her gün başka biri geliyor.” diye söylenmeye başladılar.
Demek ki, her “yine gelen,” “çocuğuyum” diye yanına giriyordu!
Misafir ağırlamayı çok severdi. Bunu hissettirmesini de bilirdi. Hiç üşenmez, o ünlü kaşarlı/salamlı tostundan hazırlardı. “Benim evime tok gelinmez, tostumu yemeden olmaz,” diye de tembihlerdi.
Evinde bir yazı asılıdır: “Su veren çeşmenin başı kalabalık olur.”
Gerçekten de kalabalıktı başı. Hoş sohbetiyle, dost canlısı tutumuyla, misafirperverliğiyle her misafirinin “yeniden gelme”sini sağlardı.
O yüzden cenazesi de kalabalıktı. Hak ettiği dostluğu görmüştü son yolculuğunda. Hepimiz “yine gelmiştik.”