Geçtiğimiz gün Evrensel gazetesinde çıkan bir haberden öğrendik. EMEP, çocuk istismarı ve tarikatlar konusunda bir açıklama yapmış. Açıklamanın ayrıntılarında elbette doğru noktalar var. Fakat açıklamanın can alıcı noktasında ciddi bir sorun var. Ve bu sorun, sadece EMEP ve onun çizgisindeki Evrensel’e özgü de değil.
EMEP’in temel olarak söylediği şeyi kendi ifadeleriyle aktaralım:
“Devlet ile tarikat-cemaatler arasındaki tüm ekonomik, bürokratik ve siyasi ilişkilere son verilmelidir.”
Evrensel gazetesi de açıklamanın can alıcı noktasının burası olduğunu düşünmüş olmalı ki haberi, “EMEP: Devlet ile tarikat ilişkilerine son verilmeli” başlığıyla vermiş.
Devletin bu tip tarikat-cemaat yapılanmalarıyla ilişkilerine son verilmesini istemek, aslında ilk bakışta ileri ve laik bir talep gibi görünse de özünde hiç de öyle değil. Aksine epey geri ve laiklik dışı kalan bir yaklaşımın ifadesi. Doğru yaklaşım; açık, net, bahanesiz ve istisnasız olarak “tarikatlar kapatılsın” demektir.
Devlete yapılan bu son derece kısıtlı ve utangaç “tarikat ve cemaatlerle ilişkilerini kes” çağrısı, gerçekte bu yapıların toplumsal alandaki, “sivil toplumdaki” varlığını kabul etmek anlamına geliyor. Yani bu, “tarikatlar ve cemaatler varlığının sürdürebilir, yeter ki devlet bunlarla ilişki kurmasın” demekten öteye gitmiyor.

EMEP ile benzeri birçok sosyalist grup, “tarikatlar kapatılsın” demiyor ve diyemez. Derlerse maazallah “Kemalist” olurlar, değil mi? Tavırlarının temelinde elbette bu korku yatıyor. Ama konu sadece bundan ibaret de değil. Birkaç boyuttan gelerek bu noktada buluşuyor.
Aslında bu yanlış mantığın temelinde başka bir yanlış ön kabul var: Tarikatların ve cemaatlerin önlenemeyecek sosyal gerçeklikler, olgular olduğu ve önlenemeyeceği için de varlıklarının kabul edilmesi gerektiği! Ama işte bu yapıları ve onların yarattığı ortamı “önlenemez sosyal gerçeklikler” olarak algıladığınız anda işler tam tersine dönüyor. Karşı çıktığınız çocuk istismarlarını, 6 yaşında evlendirmeleri vs. de aynen “önlenemez sosyal olgular” olarak kabul etmiş oluyorsunuz. Bu olaylar işte o “sosyal olgudan” bağımsız değil!
Tarikat ve cemaatler bunları doğrudan yaratıyor. Bu sistemin mantığında ve temelinde bu var. Yani burada sosyal gerçeklik olarak kabul edilecek, barış içinde bir arada yaşanabilecek toplumsal adacıklar yok. Aksine mücadele edilmezse tüm toplumu yutacak hastalık saçan bataklıklar var. Yani “istesek de kapatamayız” diyen anlayış, aslında tarikat ve cemaatleri tüm iğrenç sonuçlarıyla beraber de kabul etmiş oluyor.
Bu noktada devreye giren bir başka yanlış mantık daha var. Buna göre Türkiye’de tarikatlar zaten hukuken kapalı olduğuna göre, “tarikatlar kapatılsın” demenin de bir anlamı yok! Burada aslında karşımıza garip bir mantık oyunu konuyor. Gerçekte bu fikri öne sürenler de “tarikatlar kapatılsın” denirken kastedilenin, tarikatların yasal görünümlü ya da tamamen yasadışı kurumlarının, etkinliklerinin engellenmesi olduğunu çok iyi biliyor. Ama anlamazdan gelmek, bir çeşit siyasi “tecahülüarif “ işlerine geliyor.
Aslında herkes biliyor ki başka yasadışı örgütler gibi tarikat ve cemaatler de hukuk önünde “kapalı” ama ancak onlar kadar “kapalı”. Bunların yaptıkları eylemler, örgütlenmeleri, adam kazanmaları engellenmediği sürece isteyen istediği kadar “aslında sen kapalısın” desin, bir anlamı yok…
Burada maalesef EMEP ve benzeri solun, kendini aslında bir noktada tarikatlarla özdeşleştirdiğini görmeliyiz. Bu tip solun, iktidara gelse kendinden başkasına yaşam hakkı tanımayacak diktatörlüklere ideolojik olarak eğilimli olması, onların da aslında tarikatlarla bu anlamda aynı dünya görüşüne sahip olmaları anlamına geliyor.
Diğer taraftan bu özdeşleşmenin diğer boyutu da “illegal” kanatları olan ya da tamamen yasadışı alanda yer alan çeşitli sosyalist grupların yine benzer halleri olan tarikat ve cemaatlerle bir başka açıdan da kendilerini özdeşleştirdiklerini görüyoruz. Ve böyle olunca da bu tip solda “Kemalist devlete karşı İslamcılarla beraber özgürlük mücadelesi” mantığı gelişiyor. Bu yol geçmişteki İran solunun yolu ama bizimkiler, geçtim İran’dan ders almayı yaklaşık 30 yıldır Türkiye’de yaşananlardan da akıllanmış değil.
Geçmişte, 141 ve 142. maddelerin kaldırılması için verilen mücadeleye bir şekilde 163. maddenin kaldırılmasını da dâhil eden anlayış da buydu. Oysa aradan geçen yıllar, “komünizmin yasaklanması” olarak savunulan 141. ve 142. maddeler ile Şeriatçılığın önünü gerçekten kesen 163. maddenin hiç de aynı zeminde olmadığını ortaya koydu. Yani “sola özgürlük” ile “Şeriata özgürlük” birlikte mücadelesi verilebilecek şeyler değildi.
Aynı hata 28 Şubat döneminde de yapıldı. Aynı sosyalist kesim, o zaman da Şeriatçılara arka çıktı. Sonunda bu “özgürlük mücadelesi veren müttefik İslamcılar” AKP ile dikta kurdu. Sol da bu diktadan payını aldı ama hâlâ normal bir düşünce çizgisini tutturamadı.
Sosyalistler hâlâ Kemalizm ve devlet karşıtlığında kendilerini Şeriatçılarla, tarikatlarla, cemaatlerle özdeşleştirme hatasının içinde. Oysaki Kemalist diye karşı çıktıkları devlet çoktan o Şeriatçılar tarafından ele geçirildi bile.
Sol, özüne dönüp kendisini Atatürkçülükle, Kemalizm’le, laik Cumhuriyet’le özdeşleştirmediği sürece daha çok çeker. “Burjuva cumhuriyeti kurdu” vs. diye Atatürk Devrimi’ni beğenmeyen sosyalistlerimizin düşeceği batak, dönüp dolaşıp Şeriat, tarikat, cemaat kara deliği olacaktır.