Başlıktaki soru biraz abes kaçabilir. Tayyip’in ağzını bozması için bir nedene ihtiyaç mı var? Bu adamın üslupsuzluğunu ve ağız bozukluğunu zaten çeyrek asırdır çok iyi biliyoruz.
Ya “bu adam böyledir” deniyor ya da “yine başladı…”
Ancak depremden sonra Tayyip Erdoğan bir uçta, Devlet Bahçeli diğer uçta, birer vaka gibi kendilerini aştılar adeta. Yine yürüyorlar, kameralara bakıyorlar, demeç veriyorlar, bağırmalı çağırmalı sesler çıkarıyorlar. Ancak görüntüleri hiç hayra alamet değil. Eskisinden de farklılar. Kendi “normal”lerinin bile dışında bir anormal duruş ve üslup sergiliyorlar.
Dün Tayyip Erdoğan “deprem yaraları sarma” konseptli gezisinin son durağında, Osmaniye’de yine açtı ağzını, yumdu gözünü. Aynen aktarıyoruz:
“Terbiyesiz, terbiyesizliğini bırakmaz. Çıkmış bir tanesi ‘Kızılay nerede’ diyor. Be ahlaksız, be namussuz, be adi… Günde 2,5 milyon insana bu Kızılay yemeğini ulaştırıyor. Böyle vicdansızlık olur mu?”
“Ahlaksız”, “namussuz”, “adi” sözlerini söylerken Tayyip’i hayal edin. Gerek yok. Belki zaten izlemişsinizdir. 15 kanal birden canlı bağlanır. Ya da zaten benzer ses tonunu ve suratı daha önce görmüşsünüzdür.
“Bu sözleri hedefinde Kılıçdaroğlu var” dedi kimi yayın organları. Oysa bölgede hemen hemen bütün depremzedeler Kızılay konusunda şikâyetçi…
“Asker nerede” diyenlere “asker çorba dağıtıyor” diye saldıran güruh gibi, bu sefer “Kızılay nerede” diyenlere yine “çorba” yanıtı veriliyor. Demek ki devletin kurumları çorba ağırlıklı bir kriz planına odaklanmış!
Elbette böyle bir saçmalık olmaz. “Kızılay nerede” diyenlerin sorusunun odağında ne olduğunu Tayyip Erdoğan da adı gibi biliyor. Büyük harflerle yazalım. Bölgenin sesini biraz olsun duyuralım:
ÇADIR NEREDE? ÇADIR NEREDE? ÇADIR NEREDE?
Tayyip Erdoğan, bu soruya yanıt vermek yerine milyonlara hakaret ve küfür ediyor: “Ahlaksız, namussuz, adi…”
Şimdi bu AKP standartlarını bile aşan olağanüstü üslupsuz, hakaretamiz, düzeysiz söyleme ne yol açtı yanıtlayalım. Tayyip Erdoğan’ı tanıdığımız kadarıyla.
Birinci neden; korkudur. Zora düşen, kendini çaresiz hissen, köşeye sıkıştığını anlayan, çıkış yolu bulamayan kimse, korkusunu gizlemek için tepki olarak öfkeye bürünebilir. Küfür, hakaret, tehdit böyle bir ruh halinin sonucu olabilir.
İkinci neden; korkutmadır. Korkmak ile korkutmak zaten madalyonun iki yüzü gibidir bu tür durumlarda. Korku yaşayan ve despotik eğilimleri olarak kişiler, bu ruh halini hiç sevmez. Bu hislerinin çevreleri ve rakipleri tarafından da anlaşılmasını asla istemezler. Bu yüzden kendi korkularını bastırmak için, çevrelerini terörize etmeye çalışırlar.
Tayyip Erdoğan başkalarını korkutabilir, tehdit edebilir ve sindirebilirse; hem kendi korku hislerini içsel olarak aşabilir, hem yarattığı genel toplumsal korku ortamıyla huzur bulup, tekrar kendini güvende ve güçlü hissedebilir. Güçsüzlük hissini aşabilir.
Bunu daha önce defalarca yaptı. Muhalefeti bu yöntemle sindirdi. Muhalefetin küfürler ve tehditler karşısında tavrı genellikle “bu düzeye düşmeyeceğiz, senin seviyene inmeyeceğiz” şeklindeydi. Ancak bu tavır ne Tayyip Erdoğan ne de toplum tarafından bir seviye, bir düzey, bir üstünlük gösterisi şeklinde algılanmadı. Nitekim küfrün ve tehdidin işe yaradığını Tayyip Erdoğan defalarca gördü. “Senin seviyene inmiyoruz” şeklindeki susuş, nihayetinde yine bir susuştu. Ve muhalefet hep susturuldu.
Buna psikolojik harp diyemeyeceğim. Yaşadığımız, Tayyip Erdoğan’ın iç dünyasındaki psikolojik kör döngülerin, devlet gücü amplifikatörü ile topluma aktarılmasıdır. Gerçekten de defalarca tanık olduğumuz bu öfke patlamaları bir siyasi sindirme taktiğinden öte, bir kişinin ruh krizinin tüm topluma pay edilmesine dönüşmüştür artık.
Kendisinin iç psikolojik harbini, biz topluma karşı yürütülen bilinçli bir psikolojik harp gibi algılıyoruz. Nihayet bu yanılsama hem onun hem de toplum için gerçeğe döndü. Söz konusu şahsın ruhsal patlamaları, artık AKP iktidarın için son derece işlevsel bir faşist sindirme mekanizmasına dönüştü.
Şöyle bir 20 yıllık AKP tarihine dönüp bakın. Bu küfür, hakaret, tehdit taktiğinin işe yaramadığı tek yer neresi oldu? Yanıt belli: Gezi Direnişi…
Yani yanıt sokakta… Sokakta da yaşarız. Küfreden birini “seviyesine inmemeye” karar vererek asla susturamazsın. Haddini aşan birine had sınırını bildirmezsen, o haddin de ötesindeki hadleri aşmaya devam eder.
Gezi’de öne çıkan futbol taraftar gruplarının üslubu, topluma ilaç gibi gelmişti. Kendisi için de daha sağlıklıydı. O zamanlar sakinleşmişti kısa bir süre için.
Beyefendinin defalarca tekrarlanan, “korkmak – korkutmak – sindirmek – huzur bulmak” şeklindeki iç döngülerini, dışsal bir tepkiyle kesintiye uğratmak gereklidir. Toplumun realitesinin onun realitesinin dışında olduğunu, toplumun kendi iç dünyasının bir parçası olmadığını algılatmalı. Elinde tüm devlet erki olsa bile, böyle bir yanılsama içinde yaşamasına izin verilemez.
Korkularını düzgün yaşasa bu tarz insanlar, Allah’tan bile korkmaz hale düşmezler. Bu iyiliği yapmak da muhalefete düşüyor.
Yine susarsa muhalefet, “seviyesiz olmamak” adına, o zaman çok daha büyük bir felaket, hem korku içindeki adamı hem de korkuyla sindirdiği toplumu her zaman bekliyor olacak.