Futbol asla sadece futbol değil
Merih’in bozkurt işareti, Arda’nın “Türk’e durmak yaraşmaz” tweet’i, bölücülerin Türkiye’nin rakiplerini tutması, “sözde” muhaliflerin milli takımı “AKP’nin takımı” olarak görüp burun kıvırmaları… 2024 Avrupa Şampiyonası o kadar çok tartışma yarattı ki, Simon Kuper’in dediği ne kadar da doğruymuş: “Futbol asla sadece futbol değildir.”
Futbol öyle bir spor dalı ki millet nedir, millilik nedir, milliyetçilik nedir gibi 200 yıldır tüm dünyada tartışılan bir konuya bir golle yanıtı verebiliyor… Kim Türk kim değil, kim milli kim değil, kim muhalif kim değil, Avrupa Şampiyonası adeta bir turnusol kağıdı oldu, net bir şekilde bize gösterdi.
Her şeyden önce Türklük sonradan edinilen, zorla dayatılan, ezberletilen bir şey değil bir hissiyattır. İlk maçımıza, Gürcistan maçına gidelim. Mert Müldür’ün o muhteşem golünü, milli takımımızın da şampiyonadaki ilk golünü izleyip havalara sıçradıysanız Türk’sünüzdür, bu kadar basit. Kimse o sevinci zorla hissettiremez.
Arda Güler o müthiş golü attığında “helal be” deyip kendi oğlunuz gol atmış gibi sevindiyseniz Türk’sünüz. Bir sonraki maçta oynamadığında “acaba sakatlandı mı?” diye endişelendiyseniz Türk’sünüz.
İşte futbolun güzelliği: Tüm siyasi ve milli duyguların tercümanı, en çıplak, en net, en duru haliyle hissedilmelerini sağlayan bir oyun.
Futbolun yaygınlığının sırrı
Her şeyden önce futbol oynaması en “ucuz”, en maliyetsiz spor. Tenis oynamak veya kayak kaymak için harcayacağınız parayı düşünün. Futbol oynamak için tek gereken bir toptur. Çıplak ayakla bile oynayabilirsiniz. Topunuz yoksa, her erkek çocuğunun ilkokulda yaptığı gibi, bantlarla, kağıtlarla bir top uyduruverir, teneffüslerde bile oynayabilirsiniz…
Futbol, diğer spor dallarına benzemez, “sınıflar üstü”dür. Yetenekli olmak yeterlidir. Gerisini paranız olmasa bile çalışarak getirebilirsiniz… O yüzden Maradona’dan Pele’ye pek çok büyük futbolcu yoksul ailelerden gelmiştir.
Futbolun asıl sırrı “sürprizlere açık” bir spor olmasıdır. Voleybol ve basketbol da “oynaması ucuz” spor dallarıdır ama futbol kadar yaygın değildirler. Çünkü basketbol ve voleybolda sürprizlere pek yer yoktur. İyi bir takım, kolay kolay yenilmez. Yenilirse bu büyük bir sürprizdir, yıllarca konuşulur. Futbolda ise her ihtimal her an vardır. Yaygın ifadeyle “top yuvarlaktır.”
O yüzden zayıf takımların güçlü olanı, yoksul ülkelerin zengin olanları yenmesi, futbolda son derece mümkündür. Seyretmesi işte bu yüzden keyiflidir.
O yüzden uluslararası turnuvalarda hep “daha zayıf” tutulur. Dünya Kupası’nda İngiltere’yi tutan hiç olmaz, varsa yoksa Brezilya, Arjantin…
Futbolun siyasi anlamı
Futbol kitleleri peşinden sürüklediği için elbette siyasetin de unsurlarından biridir. 1978, Arjantin’in Dünya Kupası’ndaki ilk zaferinin tarihidir. Ev sahipliğini de yapan Arjantin, 1 milyar dolara yakın para harcamıştır stat ve yol yapımları için. Çünkü o dönem Arjantin’de tarihin en acımasız askerî diktatörlüklerinden biri iktidardadır ve Dünya Kupası cunta için çok önemlidir. Hem Arjantin halkını ikna etmek hem de dünya çapındaki olumsuz görüntüyü düzeltmek için…
Benzer şekilde Şili diktatörü Pinochet için de, İspanyol diktatör Franco için de futbol çok önemliydi. Ancak, bu örneklerden yola çıkarak futbolu “diktatörlüklerin halkı uyuşturma” aracı olarak görmek çok doğru değildir. Franco, Real Madrid taraftarıydı, maç kaçırmazdı. Barcelona kulübü ise diktatörlüğe direnişin simgesine dönüşmüştü. Sonuçta, Franco diktatörlüğünü başlatan İç Savaş’ta, faşistlere son direnen kale Barcelona kentinin futbol takımıydı. Barcelona’nın Real Madrid’i yenmesi demek “İç Savaş”ın intikamı demekti…
Tribünler, bazen bastırılan, sansürlenen ya da engellenen siyasi duruşların patlama noktasıdır.
Dinamo Berlin, Doğu Almanya’nın baskıcı komünist rejimiyle özdeşleşmiş bir kulüptü. Başkanı Erich Mielke aynı zamanda istihbarat teşkilatı Stasi’nin de başkanıydı. Dinamo Berlin, kritik maçları 95. dakikada verilen penaltılarla kazanmasıyla meşhurdu! 1979-1988 arasında 10 sene kesintisiz şampiyon olmuştu.
Doğu Almanya’da Dinamo Berlin’in rakibini desteklemek, rejime muhalefetin tek yoluydu. Maçların Dinamo Berlin kazanana kadar uzayacağı, gerekirse haksız bir penaltı verileceği herkes tarafından bilinir ama yine de Dinamo Berlin’in rakibini desteklemeye devam edilirdi…
Çünkü futbol sadece sonuçların değil umutların da oyunudur. Kazanmak her zaman önemli değildir, en önemlisi de değildir. Sahada mücadele etmek, kazanma “ihtimali”nin peşinde koşmak “ezilen” için, “mazlum” için, “sesi kısılan” için, “yoksul” için yaşama sevincini artıran bir umuttur.
1950’lerde Sovyet sisteminden bağımsızlığını ilan eden Yugoslavya’da SSCB ile oynanan maçlar şehir hoparlörlerinden canlı yayınlanır, tüm Yugoslavya dikkatle izler, SSCB yenilirse adeta bayram kutlanırdı. Aynı Yugoslavya’da futbol iç savaşın bir aracına da dönüşmüştü. Mayıs 1990’da, Hırvat takımı Dinamo Zagreb ile Sırp takımı Kızılyıldız arasındaki maçta çıkan olaylar yaklaşan iç savaşın ilk çatışmasıydı adeta…
Maradona’nın 1986 Dünya Kupası’nda İngiltere’ye attığı iki gol, 1982’de Falkland Savaşı’nda İngilizlere yenilen Arjantinlileri sokağa dökmüştü. İngiltere’nin yenilmesi Arjantinliler için o dünya kupasını kazanmaktan çok daha önemliydi.
1988’de Hollanda’nın Avrupa Şampiyonası’nda yarı finalde Almanya’yı yenmesi ülkede adeta “İkinci Dünya Savaşı’nın intikamı” gibi görülmüş “işgalin hesabı sonunda soruldu” tezahüratlarıyla kutlanmıştı. İlginçtir, 1974 Dünya Kupası finalinde Almanya’nın Hollanda’yı yenmiş olmasından bahseden yoktu… “İntikamı alınan” 1974 değil 1945’ti…
Futbol sadece milli kimliklerin değil bazen dinî duyguların da tercümanıdır. İskoç liginde Glasgow Rangers ile Celtic rekabeti dillere destandır. Çünkü Rangers Protestanların, Celtic ise Katoliklerin takımıdır… O kadar ki, Katolik bir oyuncu Rangers’a transfer olduğunda İskoçya’da yer yerinden oynamıştır…
Futbol bazen işgallerde direnişin simgesidir. Pele ile Sylvester Stallone’un oynadığı Zafere Kaçış filminde Nazilere direnişin bir aracıdır futbol. Futbolun bu “direniş” ruhunu yansıttığı için “en etkileyici futbol filmi” seçilmiştir.
Fenerbahçe’nin İstanbul’un işgali sırasında İngilizleri yenerek kazandığı Harrington Kupası’nın da benzer bir öyküsü vardır. İşgalci İngiliz’i yenmek tüm İstanbul’da bayram havası estirmiştir. Tabii, Fenerbahçe’nin Anadolu’ya silah kaçıran gizli teşkilatların içinde yer alması, bu zaferi daha da anlamlı hale getirmiştir. Bir futbol kulübü bazen direnişe “fiilen” de katılır…
Futbolu güzel yapan, milyonların izlediği bir spor dalına dönüştüren işte bu özellikleridir. Bir Arjantinli olarak İngiltere’yi bir savaşta yenmeye paranız ve askeriniz yetmeyebilir ama futbolda yenebilirsiniz.
“Türk”lüğü hatırlatan ve coşturan “Bizim Çocuklar”
Türk milli takımı 2008’de de Avrupa Şampiyonası’nda başarılar kazanmıştı ama o dönemki takım çok da “Bizim Çocuklar” gibi görülmüyordu. İktidar yandaşlığıyla tanınmış oyuncuların bunu canlı yayınlarda oy dilenmeye kadar götürmesi, prim pazarlıkları, gazetecilere saldıran “şımarık” futbolcular… Bir türlü “bizim çocuklar” olamamışlardı.
Ama 2024’teki milli takım, Türk milletine çok daha iyi hitap eden, gerçekten “bizim çocuklar”… Arda o muhteşem golü atınca, İsmail Yüksek gibi biz de zıpladık yükseklere… Hollanda’ya elenince Hakan gibi biz de gözyaşlarımızı tutamadık…
Gerçekten de millete mâl oldu milli takım. O kadar ki, Merih iki gol atıp kahraman olduğu maçta “gaza gelip” bozkurt işareti yapıp bir de UEFA’dan ceza alınca, yılların solcusu amcalar bile savunmaya başladı bozkurt işaretini “bir siyasi görüşün değil Türk kimliğinin simgesidir” diye…
Türkiye’de son 10 yıldır yükselen bir milliyetçilik var. Bu milliyetçilik, bir dikta rejimi tarafından iktidarının devamı için pompalanan suni bir ideoloji değil… Aksine, iktidardaki “ümmetçi” partiye karşı oluşan tepkinin büyüttüğü laiklikten de güç alan, muhalif bir akım… Hele hele son yıllarda mülteci sorunu, milliyetçiliği daha da artırıyor, üstelik daha da AKP karşıtı olarak…
Unutulmamalı ki, böyle bir siyasi iklimde, yükselen milliyetçilik bir tek AKP’ye zarar verir. Milli takımı “AKP’nin takımı” olarak görüp burun kıvıran muhaliflerin göremediği gerçek şu: Milli takımla şahlanan milli birlik, aslında AKP’ye zarar veriyor.
Milli takımın başarısının bu kadar sahiplenilmesi, çok klasik söylemle “sağcı olsun solcu olsun tüm Türkiye”nin milli bir dava için kenetlenmiş olması, “Bizim Çocuklar”ın en büyük başarısıdır.
Merih ya “Rabia” yapsaydı?
Merih’in “bozkurt” işaretiyle yaşanan tartışmalar da bir Türkiye gerçeğini gözler önüne serdi. Futbol bu konuda da “turnusol kağıdı” görevini yaptı.
Birincisi, bozkurt hiç de iktidarın simgesi değil, olamaz da. Sağ-milliyetçiliğin siyasi sembolüdür, doğru. Ancak o sembolü kullanan insanların büyük kısmı artık AKP muhalifi. İyi Partilisi de kullanıyor o siyasi simgeyi, Zafer Partilisi de, AKP’den memnun olmayan hatırı sayılır bir MHP’li kesim de…
Zaten, bir milli maçtan sonra, maçın en başarılı oyuncusunun o işareti yapması, “bozkurt”un o siyasi imgesini ortadan kaldırmamış mıydı? Türk kültüründe yeri olan, Atatürk’ün de sahiplenip paramıza bile koyduğu “bozkurt”tu Merih’in yaptığı, sağ-milliyetçiliğin simgesi değil. Birazcık mantığı ve sağduyusu olan herkes böyle algıladı o işareti. Dikkat edin, en büyük tepki de Kürtçülerden ve “Ermeni yanlısı” İkinci Cumhuriyetçilerden geldi. Tesadüf değil bu, zaten onların derdi de sağ-milliyetçilik değil Türk kimliğinin kendisiydi…
İşin bir başka boyutu daha var, gözlerden kaçtı. Şöyle düşünün, ya Merih “Rabia” işareti yapsaydı… Ve bu yüzden ceza alsaydı… Tayyip ve AKP teşkilatı nasıl da sahiplenirdi. Rabia işaretli mitingler düzenlenir, yürüyüşler yapılırdı. Tayyip, Rabia işaretleriyle pozlar verir, Berlin’deki maçı bir siyasi şova dönüştürürdü. Ama söz konusu “bozkurt” olunca böyle bir sahiplenme olmadı. Bu da AKP’nin en büyük iktidar ortağı “milliyetçi” MHP olsa da “milliyetçilik karşıtlığı”ndan ve “ümmetçilik”ten vazgeçemediğinin göstergesi.
Soruyu bir de başka türlü soralım: Merih neden Rabia işareti değil de bozkurt yaptı? Ya da Avusturya maçından önceki maçlarda Türk tribünlerinde bozkurt (ve hatta zafer) işaretleri varken neden hiç Rabia işareti yapan bir seyirci görmedik? İki nedenle… Birincisi Rabia, tribündeki o sağduyunun da farkında olduğu gibi asla “milli” bir sembol değil. İkincisi, AKP 20 yılı aşkın iktidarına rağmen halka mal olmuş, tabanının içine sinerek “gururla” yapabileceği bir “el işareti”ne bile sahip değil…
Teşekkürler Bizim Çocuklar
2024 Avrupa Şampiyonası yarattığı siyasi tartışmalarla da akıllarda uzun yıllar kalacak. Ancak, en unutulmayacak sloganlardan biri Arda’nın çok iyi oynadığı Gürcistan maçından sonra attığı tweet’te yazılı olan: “Türk’e durmak yaraşmaz.”
Mesele turnuvayı kazanmak ya da kaybetmek değil. Mesele o sahada mücadele verebilmek, Türklüğü ve Türkiye’yi gururla temsil etmek, elensek bile başımız dik, tüm seyircilerin saygısını kazanıp ayrılmak. “Bizim Çocuklar” işte bunu başardı. Turnuvayı izlerken Türk milletinde oluşan o büyük birlik ve beraberlik ruhu da bunun bir sonucu…
Teşekkürler Bizim Çocuklar…