“Dili elinden alınmış bir ulus; usu elinden alınmış bir ulus demektir.”
Yoldaş ise; ortak bir görüşü benimseyen yol arkadaşı demektir.
Yoldaş, paylaşmadır, sevgidir, cesarettir, emektir.
Yoldaşlık, en onurlu devrimci yaşam tarzıdır. İlmik ilmik örülen, sabır isteyen yaşam tarzıdır. İlmiklerden biri hatalı örülürse ya da eksik olursa sağlamlığı bozulur. İşte o ilmiklerden biri ve en önemlisi de dildir. Dil bozulur, yozlaşırsa ilmikler kopar, yoldaşlıktan eser kalmaz. Zaten geriye kalanın da adı, yoldaşlık olmaz.
Türk diline dil tarihimiz boyunca çok saldırılar olmuş, hor görülmeye, küçümsenmeye devam edilmiş. İslamiyet’in Türkler tarafından kabulünden önceki Türk Dili henüz Kur’an yoluyla Arapçanın, sonraları sanat dili olarak kabul edildiği için Farsçanın egemenliği altına girmediği için, 13.yüzyıla kadar Türklerin kullandığı arı ve saf Türkçe olarak yaşamıştır. Ancak 13. yüzyıldan itibaren, Arapça+Farsça+Türkçe karışımından oluşmuş, giderek ağdalaşıp arapsaçına dönmüş, Türk Dili’nin yapay (yapmacık) bir lehçesi olan, medrese eğitimi alıp, Arapça ve Farsça öğrenmiş olan ulemanın yalnızca yazıda kullandıkları Osmanlıca gelişmeye başlamış. Bu yüzyıldan sonra giderek yoğunlaşan Osmanlıcayı yeni eklenen kelime ve terkiplerle, özellikle “Yüksek Zümre Edebiyatı” diğer adıyla “Divan Edebiyatı” şairleri, bir övgü şiiri olan kasidede padişah, vezir-i azam veya Şeyh’ül-İslam’ı övdükleri “Methiye” bölümlerinde ne kadar abartılı ve anlaşılmaz bir dil kullanırlarsa, o kadar çok övüldüğünü zanneden “Saray Erkânı” tarafından, daha çok altın kesesine gark edileceklerini düşündüklerinden, Osmanlıcayı hiç kimsenin, hatta Arapça ve Farsça bilenlerin dahi anlayamayacağı şekilde yoğunlaştırmış, ağdalaştırmış, içinden çıkılmaz bir hale getirmişlerdir. Ancak yüzyıllar boyunca halk ve halk ozanları Türkçe yazıp, Türkçe konuşmuşlar.Bu durum Türkçenin yaşamasını sağlarken “güzel Türkçemizin” de yüz akı olmuştur. Kur’an dili olan Arapça sözcüklerden de bazıları halk arasında kullanım alanı bulduğu için halka malolmuş ve anlaşılır olanları halk tarafından benimsenmiş, kullanılmıştır. Buna da Türkçe’ye (Kur’an) girdi diyoruz.
Osmanlı bile bu durumda Osmanlıcaya karşıydı, Çünkü medreselerde Arapça ve Farsça eğitimi almış olanlardan ve saray çevresinden başka hiç kimse anlamıyor ve yazamıyordu. Örneğin şair Bâkî’nin Kanuni Sultan Süleyman için yazdığı övgü dolu kasideleri ve Kanuni’nin ölümü ardından yazdığı ünlü “Kanuni Mersiyesi”nde Türkçe sözcük bulabilmek için bir hayli uğraşmak gerekir.
Sonunda 7 yüzyıl sürmüş olan Osmanlıcanın en yoğun şekliyle yazılmış olan ve “Yüksek Zümre Edebiyatı”na ait olarak kalmış olan bu şiirler, 19. yüzyılda Tanzimat Dönemiyle “Batı Edebiyatı” örnek olarak alınmaya başlanınca büyük eleştirilere uğramış. Tanzimat sanatçıları Batı’ya yönelerek, Osmanlıca yazılmış “övgü” şiirlerine son vererek, halkın anlayacağı tarzda toplumsal şiir yazarak “Yüksek Zümre Edebiyatını” yıkmış, Batılı anlamda “Tanzimat Edebiyatı”nı kurmuşlardır.Şinasi, Ziya Paşa ve Namık Kemal’in atılımlarıyla başlayan bu edebiyat akımı, toplumsal olma özelliğini koruyarak, giderek Millî Edebiyat Akımını da oluşturmuş, “Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı” ve günümüz edebiyatına kadar da toplumsal niteliğini koruyarak ve Türkçe olarak devam etmiştir.
Mustafa Kemal Atatürk’ün Türkçeye verdiği değer sonucu Latin Alfabesi’ne geçiş ve TDK’nin kurulmasıyla Türkçe için yapılabilecek en büyük atılım ve devrim de gerçekleştirilmiş oldu.1928 yılında Atatürk’ün Sarayburnu’nda yaptığı bir konuşma sonrasında atılan “devrimci” adımla bu sorunlar aşılabilmişti. Bu adım ve “Harf Devrimi” kültürün, eğitim ve öğretimin gelişmesinde çok büyük bir adım oldu. Öyle ki Osmanlı’nın onca çabasına karşın, okuma yazma oranı %3’ü geçmezken, Türkiye Cumhuriyeti yazı devriminin 5. yılında bu oran %25’lere çıkmıştı.
Bugün saray çevresinde çok tutunan, övülen Sultan İkinci Abdülhamit bile, Latin harflerine geçilmesini, Osmanlıcanın artık bırakılması gerektiğini söylemişti. Padişah bile Osmanlıcanın yalnızca yazı dili oluşundan, konuşulamayışından, anlaşılamayışından yakınıyordu.Bu dönemde çıkan “Terakki” Gazetesi şöyle yazıyordu: “Kur’an, Arap harfleriyle yazıldığı için, Türkler bu alfabeyi kutsal ve değiştirilemez sanıyorlar. Ancak bu harfler değiştirilmedikçe, ilerleme mümkün değildir.” Aynı dönemde Azerbaycan ve Arnavutluk gibi ülkelerde de Osmanlıca’nın yetersizliği ve anlaşılamaması üzerine yoğun tartışmalar yapılıyordu.
Böylece Osmanlı Devleti’nin son evresini Türk aydınları, Osmanlı Lehçesi’ni, yazısını ve alfabesini tartışarak geçirdiler. 1911 yılında İstanbul’da “Harfleri Islah” Komisyonu kuruldu. Bir de kongresi yapıldı. Kongre’de “Dil ve Alfabe” konulu araştırmalarıyla tanınan Ispartalı Hakkı Bey, yaptığı konuşmada şunları söyler: “Hiç kimse yazdıklarımızın kolay okunabildiğini iddia edemez.Çocuklarımıza bakınız! Okula gidenler, ‘okul’ sözcüğünü bile okuyamıyorlar. Batılı ülkeler, çocuklarına kolayca okuma yazma öğretirken, biz bütün gücümüzü ve ömrümüzü bu yazıyı öğreteceğiz diye tüketiyoruz. Bilgilendiremiyoruz. Peki bizim çocuklarımız, Batılı ülkelerin çocuklarıyla nasıl yarışacak? Zavallı bizler! Zavallı bizim çocuklarımız!”
Askerimizin de okuma yazma bilmeyişi ve öğretilemeyişi nedeniyle, savaş sırasında yazılan emirleri okuyamamaları, muhabere güçlüğü, Mustafa Kemal’in savaş yıllarında içinden çıkılması gereken bir sorun olduğunu anlamasına neden olmuş, savaşta en önemli konu olan “muhabere” işi adeta felç olmuştu.
Üniversitelerde yıllarca, Türk Dili ve Edebiyatı öğretmen adaylarına “Eski Türk Edebiyatıve Osmanlıca” dersleri okutmama karşın, ben de işin içinden çıkamadım, hangi dönem Osmanlıcasını okutacağımı da bilemediğimden, öğretemeyişimin de üzüntüsü ve sorumluluk yükünü de taşıdım. Şimdi Zat-ı Şahaneleri’nin emirleriyle, ilk ve orta öğretimde nasıl ve Osmanlı Lehçesi’nin hangi dönemini okutacakları ve kimlere okutacaklarını da ayrıca merak ediyorum. Sanırım İmam Hatip mezunlarına iş bulmuş olmak için onlara okutmaya çalışacaklar. 1911’deki dil kongresinde Ispartalı Hakkı Bey’in dediği gibi “Zavallı bizler! Zavallı bizim çocuklarımız!” Biz bu gidişle yerimizde saymak şöyle dursun, ne kadar gerilere gideceğimizi de şimdiden hesaplasak iyi olur kanımca.
Türkçenin katledilme çabaları, Osmanlıca ve Arap harflerini ortadan kaldırıldıktan sonra da devam etmiş, zaman zaman da büyük bir hız kazanmıştır. Doğu dillerinin dilimizdeki hâkimiyetinden kurtulurken, Avrupa’ya yönelip, Avrupa etkisine girmemizle “Güzel Türkçemiz”i de bu kez Avrupa dillerinin egemenliği altına sokmaktan hiç kaçınmamış, özellikle Avrupa hayranlığıyla yetişen gençlerimizin elinde “Ses Bayrağımız” olan Türkçemiz, yozlaştırılmaya doğru büyük bir hızla adeta yuvarlanmaya başlamıştır. Günümüzde Atatürk’ün tüm devrimleri hiçe sayılmaya çalışılırken “Dil Devrimi” de hiçe sayılmaya başlamıştır.
Artık; biletlerimizi çekettiriyor, opsiyon alıyor ya da okeylettiriyoruz. Fönlüyor, şutluyor, duş alıyor, çay alıyor, sahne alıyor, drink alırken fondip yapıyoruz. Babayyyy, okey okey ve wovvv demeye bayılıyoruz.Resim çektirirken cheese diyor, fast foodlarda besleniyor, Dürümtrak, Mantıhause, Aşroom, Dürümland’de yemek yiyoruz.Yine de prezantbıl olmalı, ambiansı yakalamalı, konseysusu sağlamalıyız. Ayrıca spesifik konuları konjüktür içinde öğreniyoruz. Okey okey, korkunç güzel bir olay, sizi feci seviyorum, diyor. Sunucu da beklemede kalınız, size döneceğiz, diyor. Bekleme nasıl bir yer? Orada nasıl kalınırsa?..
Ve pek çok bu tür örnekler sıralamış Sayın Nadiye Santosun.
Şimdi de Yusuf Yanç’a ait şiirsel yazıyla yazıma son noktayı koyacağım..
“Karamanoğlu Mehmet Bey’i arıyorum
Göreniniz, bileniniz, duyanınız var mı?
Bir ferman yayınlamıştı;
‘Bu günden sonra, divanda, dergâhta, bargâhta, mecliste,
Meydanda Türkçe’den başka dil konuşulmaya’ diye,
Hatırlayanınız var mı?
Dolanın yurdun dört bir yanını,
Çarşıyı, pazarı, köyü, şehiri,
Fermana uyanınız var mı?
Nutkum tutuldu, şaşırdım, merak ettim,
Dolandığınız yerlerdeki Türkçe olmayan isimlere,
Gördüklerine, duyduklarına üzüleniniz var mı?
Tanıtımın demo, sunucunun spiker,
Gösteri adamının showmen, radyo sunucusunun diskjokey,
Hanım ağanın first lady olduğuna şaşıranınız var mı?
Dükkanın store, bakkalın market, torbasının poşet,
Mağazanın süper, hiper, gros market,
Ucuzluğun damping olduğuna kananınız var mı?
İlan tahtasının bilboard, sayı tabelasının skorboard,
Bilgi alışının brifing, bildirgenin deklarasyon,
Merakın, uğraşın hobby olduğuna güleniniz var mı?
Bırakın eli, özün bile seyrek uğradığı,
Beldelerin girişinde welcome,
Çıkışında goodbye okuyanınız var mı?
Korumanın, muhafızın body guard,
Sanat ve meslek pirlerinin duayen,
İtibarın, saygınlığın prestij olduğunu bileniniz var mı?
Sekinin, alanın platform, merkezin center,
Büyüğün mega, küçüğün mikro, sonun final,
Özlemin, hasretin nostalji olduğunu öğreneniniz var mı?
İş hanımızı plaza, bedestenimizi galeria,
Sergi yerlerimizi center room, show room,
Büyük şehirlerimizi mega kent diye gezeniniz var mı?
Yol üstü lokantamızın fast food,
Yemek çeşitlerimizin menü,
Hesabını adisyon diye ödeyeniniz var mı?
İki katlı evinizi dubleks, üç katlı komşu evini tripleks,
Köşklerimizi villa, eşiğimizi antre,
Bahçe çiçeklerini flora diye koklayanınız var mı?
Sevimlinin sempatik, sevimsizin antipatik,
Vurguncunun spekülatör, eşkiyanın mafya,
Desteğe, bilemediniz koltuk çıkmaya sponsorluk diyeniniz var mı?
Mesireyi, kır gezisini picnic,
Bilgisayarı computer, hava yastığını airbag,
Eh pek olasıcalar, oluru, pekalayı okey diye konuşanınız var mı?
Çarpıcı, önemli haberler flash haber,
Yaşa, varol sevinçleri oley oley,
Yıldızları star diye seyredeniniz var mı?
Vırvırık dağının tepesindeki köyde,
Cafe shop levhasının altında,
Acının da acısı kahve içeniniz var mı?
Toprağımızı, bayrağımızı, inancımızı çaldırmayalım derken,
Dilimizin çalındığını, talan edildiğini,
Özün el diline özendiğine içiniz yananınız var mı?
Masallarımızı, tekerlemelerimizi, atasözlerimizi unuttuk,
Şarkılarımızı, türkülerimizi, ninnilerimizi kaybettik,
Türkçemiz elden gidiyor, dizini döveniniz var mı?
Karamanoğlu Mehmet Bey’i arıyorum,
Göreniniz, bileniniz, duyanınız var mı?
Bir ferman yayınlamıştı…
Hayal meyal hatırlayıp da, sahip çıkanınız var mı?”
Yine de yazımı “Türkçem Benim Ses Bayrağım!” ve “Ne Mutlu Türküm Diyene!” sözleriyle bitirmek istiyorum.
Eğitimci-Türkolog FAHRİYE İPEKÇİOĞLU

