İstanbul evleri giderek neye dönüştü?
(Gazeteci – Sosyolog) Dr. Hulki Cevizoğlu’nun, Eylûl 2002’de yayınladığı “Türk Olmak” (Ankara: Ceviz Kabuğu Yayınları, ss. 1-48) başlıklı kitabı, ilginç bir tartışmayı gündeme getirmiştir: Bir (diplomalı) mimar ve yazar olan Demirtaş Ceyhun’a (1934-2009) göre, Türkler, tarihin başlangıcından beridir, ‘Türk’üz, bıyıklıyız, ter kokulu ve göçebeyiz!’ demek istercesine bir davranışlar bütünü içerisinde görülmek durumundadır? Bu savsözler, çok duyulmuş ve tanıdıktır?! Biliyoruz ki, kimi çok-bilmiş, emperyalist, ırkçı-şoven ve Türk-düşmanı Batılı/Avrupalı tarihçi-geçinenlerce; hedefleri, (1920’deki Sevr Antlaşması’nda açığa çıktığı üzere?!) Türkleri Anadolu topraklarından kovmak (!) olduğundan, bunun kültürel altyapısını hazırlamak amaçlı olarak, neredeyse 150 yıldır savunula gelmekte olduğu gibi, ‘Türkler, barbar, vahşi, uygarlıktan uzak, medeniyetten uygarlıktan nasibini alamamış bir topluluktur?!’ şeklindeki siyasal propaganda ve yalanlar, sürekli olarak yinelenmektedir?! Âdeta bu savlara, kendilerini ve tüm dünyayı inandırabilmek için, canhıraş bir uğraş vermektedirler? Bilmektedirler ki, tarihsizleştirilen uluslar, başkalarının, sahte tarih yazıcılarının kolayca oyuncağı olurlar?!
Onun içindir ki, büyük ATATÜRK, vefatına kadarki 15 yıllık ‘Uygarlık Devrimi’ yıllarında, Türkçe ile Türk tarih tezini geliştirmeye koyulmuş ve kurduğu ‘Türk Dil’ ve ‘Türk Tarih Kurumları’nı, devletin kurumsallığından bile bağımsız ve demokratik yapılara sahip olmaları açısından, kendi mal varlığından parasal destek sağlamak yoluyla, bağımsız birer ‘dernek’ olarak yaşama geçirmiştir! Ve (sahte, yalancı!) tarih konusunda söylediklerini, her zaman anımsamak durumundayız: ‘Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan, yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır!’ (1931) Ayrıca şu uyarı da ona aittir: ‘Türkleri bütün dünyaya geri bir millet olarak tanıtan görüş bizim de içimize girmiştir. Dört yüz çadırlık bedevî bir kabileden bir imparatorluk ve millet tarihini başlatmak suretiyle imparatorluk zamanında Türklerin görüşü de bu merkezdeydi. Evvelâ millete, tarihini, asîl bir millete mensup bulunduğunu, bütün medeniyetlerin anası olan ileri bir milletin çocukları olduğunu öğretmeliyiz!’ (1930)
İşte ‘aydın yazar’ (?!) Ceyhun da, hiç utanmadan bu safsataları bilimsel ve toplumsal bir gerçeklikmiş gibi kabul edip, kitaplarını da bu görüşle yazmıştır?! Demektedir ki, ‘Avrupa’nın neredeyse yarısını içine alan en uzun ömürlü imparatorluklarından birisini kurmuş olduğumuz, son iki yüzyıldır Avrupalılaşabilmek için Avrupalıların bir dediğini iki etmediğimiz hâlde, gerçekten niçin Avrupalılaşamadık? Ne Avrupalılar bizi Avrupalı sayıyor, ne de kendi gözümüzde Avrupalı olabilmişiz hâlâ, acaba niçin? Avrupalılık şöyle dursun, köylü bile olamamış mıyız yoksa bu süreçte?’ (Örneğin, ‘Ah Şu Biz Kara Bıyıklı Türkler (Sahi Niçin Bunca Utanmışız Acaba Atalarımızın Göçebe Oluşundan?)’ ve ‘Ah Şu Biz Göçebeler (Ah Şu Biz Kara Bıyıklı Türkler – 2)’ adlı kitaplarında…) Daha önce yaptığı bir TV programında, konuğu olan ünlü Türk ve Türkçe araştırmacısı Kâzım Mirşan’ın (1919-2016): ‘Türkçenin kökeni, 16 bin yıl geriye gidiyor; kâğıdı Türkler buldu; Latin alfabesinin kökeninde Türkçe vardır!’ dediğini aktaran Hulki Cevizoğlu, bu gerçekler karşısında Ceyhun’un iddialarını sorgular… Ceyhun, pişkince: ‘Göçebelik bir üretim ilişkisidir; hangi toplum hayvancılıkla uğraşıyorsa, o göçebe toplumdur?! Ayrıca, bizim aydınlarımız, Osmanlı aydınlarımız 200 yıldır aptalcasına, enayicesine Oryantalistlerin gözüyle görüp, ille de biz hâlâ burada bağırıyoruz, Avrupalıyız diyoruz. Bana ne Avrupalılık(tan)?’ diye kendini savunur?! (Sıkıştığından) ‘Ben, “Türkler’in evleri yoktur, Türkler şehir kurmadı, Türkler’in sarayları yoktur” demedim ki? Göçebelerin de şehiri var, göçebelerin de sarayı var, tabiî!’ der…
Aynı programa katılan Türkolog Dr. İsmail Doğan, ki neredeyse bütün Türk dünyasını, araştırmaları için dolaşmıştır; yanıtlar, gafil mimar Ceyhun’u: ‘Taşkent şehrine, Semerkant şehrine bakın, Volgagrat şehrine bakın, Romanya’daki Türk şehirlerine bakın, Tuna nehrinin etrafındaki medeniyetlere bakın, İtalya’nın temelindeki Etrüsk medeniyetine bakın; bunlar hepsi medeniyetin örnekleridir!’
Demirtaş Ceyhun’un oğlu (çifte vatandaşlık sahibi) Ozan Ceyhun, AKP döneminde, Şubat 2020’de, (dünün haşmetli Roma-Cermen İmparatorluğu olan) Avusturya’ya ‘Türkiye Büyükelçisi’ olarak tâyin edilmiş bulunmaktadır… Kimbilir, Viyana’daki ‘Türk Siperi Parkı’nda, hani Osmanlı-Türk Serdarı Kara Mustafa Paşa’nın (‘2. Viyana Kuşatması’-1683) Kahlenberg Meydan Muharebesi’ni idare ettiği, ‘şu günleri görmektense, tek şehid olayım!’ diye atını düşman üstüne sürdüğü yer olan parkta, belki de, babasının göremediği (asırların silemediği) ‘Türk izleri’ni arayıp, bulacaktır?! ‘Türk Weinhaus’, ‘Türken Keller’, ‘Türk gülleleri’, (Avusturyalıların, Osmanlı ordusu tercümanlarından, Leh asıllı Kolschitzki aracılığıyla tanıdıkları!) ‘Türk Kahvesi’, bilmem ki, çok mu uzak geliyordur, oğul Ceyhun’a?! Osmanlı Türk’ünün, Batı’ya ilerleyişinin, tarihsel olarak durdurulduğu yerdir, Viyana… (Bkz.: Altan ARASLI, Avrupa’da Türk İzleri – I, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayını, 2001, ss. 161-195.) Geçelim biz, İstanbul’a…
Akan zaman içinde, sadece İstanbul’u değil ve fakat (mimar ve 1960’lardan beridir, turizm rehberliği ve sinema eleştirmenliği yapan) eski bir Beyoğlu-sevdalısı olup, dünyanın pek çok ülkesini (uzman bir ‘aydın’ bakış açısıyla) gezmiş olan Atillâ Dorsay’ın saptamasına göre, çok sayıdaki Batı-Doğu ülkeleri arasında Türkiye, mimarlık tarzı olarak, ‘en yüksek yapılaşmaya sahip ülke’dir! Evet, gökdelen yapılarını, uygarlık olarak, Batı uygarlığı icat etmiştir! En yüksek binalar, başta ABD olmak üzere, Batı’dadır… Ancak, bu yüksek binaların varlık nedeni, sadece kentlerin merkezlerindeki arazi ve arsa değerlerinin yüksek değerler kazanması ve iş yaşamının, göreceli olarak, küçük alanlarda çok yoğun biçimde çalışmayı ve toplanmayı gerektirmesindendir. Amerika da, Japonya da, temelde bir ‘ev uygarlığı’dır! Öyle ki, kent merkezlerinden çıkar çıkmaz, bahçeler içinde iki-katlı evler görüngüsünü önünüzde uzanmış bulursunuz! ‘Bizse, geniş ve nüfusumuzu rahat rahat kaldıracak vatanımıza, şahane doğamıza, o güzelim eski mimarimize, hayatlı, avlulu, sofalı, balkonlu ve insana mutlu olmak için her şeyi veren eski evlerimize karşın, birden apartman uygarlığını seçtik. Ve her yeri, ama her yeri apartmanlarla kapladık: İstanbul’da Haliç yamaçlarından Boğaz tepelerine, TEM çevresindeki yapılardan Avcılar, Halkalı, Küçükçekmece konutlarına, Kumburgaz sahilinden Kilyos ya da Şile gibi doğa harikası sayfiyelerine… Ve de ülke çapında, deprem görüntülerinde izlediğiniz Yalova, Gölcük gibi büyük kentten uzak yörelerden örneğin Kuşadası gibi dünya çapında turizm merkezlerine… Galiba, yalnızca deprem için değil, ama yeniden doğayla iç içe, insan düzeyinde, sakin ve huzur dolu bir yaşama dönmek için, yüksek binaları sınırlandırmak ve yeniden ev uygarlığını teşvik etmek gerekiyor.’ (Bkz.: Atillâ DORSAY, Quo Vadis İstanbul? Bir Kentin 20 Yıllık Tarihi ve Bugünü (2. Basım), İstanbul: Remzi Kitabevi, Ekim 2013, s. 61.)
Türkiye’nin yetiştirdiği önemli mimarlardan ve mimarlık kuramcı ve eleştirmenlerinden birisi olan Doğal Hasol’a göre, kutsal kitaptaki ‘Bâbil Kulesi’ anlatısında dile getirildiği gibi, insan soyunun ebedî bir tutkusu vardır: ‘Büyüklük peşindeki insanlar göğe, Tanrı katına kadar bir kule inşa etmeye giriştiler. Tanrı buna karşılık farklı diller yarattı. Böylece birbirlerini anlamakta aciz kalan yapımcılar bu işten vazgeçtiler!’ Ne var ki, tutkularının esiri olan Mısırlılar piramitleriyle, Mezopotamyalılar ziguratlarıyla, Çinliler pagodalarıyla ve Müslümanlar da (camilerinin) minareleriyle, hep daha, daha da yüksek yapılar kurma eğilimi göstermişlerdir! Mısır-Kahire’deki Keops Piramidi, 146 metrelik yüksekliğiyle, aynı zamanda, firavunun gücünü de göstermekteydi?! Zaman içerisinde, tarım uygarlığından sanayi uygarlığına evrilen ülkelerde, dinsel simgeler yerlerini tümüyle kapitalist dünyanın geçerli simgelerine bırakmışlardır! Şöyle ki: Gökdelenler, kapitalizmin gereksindiği bir işlevi karşılayarak, bir beyaz yakalılar ordusunu tek bir nokta-yapıda barındırarak, bir arada çalıştırmak, aynı iş ortamını ve iş araçlarını kullandırmak ve çalışanları, kapitalist işbölümü ve sıradüzeninin gereği doğrultusunda denetlemek için yapılmışlardır! Anılan yüksek yapılar, bir alışveriş ve ticaret merkezi konumuna gelen şehirlerin merkezlerinde çok yoğun bir iş yerleşmesini yaratıyorlar ve böylelikle, şehirlerin çevresinde de, yaygın bir yatakhane – banliyö bölgelerini olanaklı kılıyorlardı! Doğaldır ki, bu kentsel tasarım ve yapılaşma olgusu, kapitalist kent toprak piyasasında, şehir kent merkezinin taşınmaz değerini de yükseltiyordu! 1900 yılında, ABD’deki en yüksek bina olan New York’taki Tribune binası, sadece 79 metre yüksekliğinde idi. (1893’te düzenlenen) ‘Chicago Kolomb Uluslararası Sergisi’ için, MIT (Üniversitesi’nden) (Fransız kökenli mimar) Désiré Despradelle (1862-1912), 457 metre yüksekliğinde bir kule önermişti! Tasarımı o zaman yapılamamıştı, ama olsundu, gelecekteki mimarlık dünyasına yol gösteriyordu! Nitekim Chicago’da 1973 yılında yapılmış olan Sears Tower, bu yükseklikte inşa edilmiştir… Özetlenecek olursa, ‘kuleler ve gökdelenler’, 20. yüzyılın (kapitalist) iş örgütlenmesine göre uyarlanmış bulunuyorlardı. Sayısal iletişim ağları çağında, sanayi toplumundan bilgi – bilişim toplumuna geçişle birlikte, iş-büro çalışanlarının, kent merkezlerinde ve pahalı alanlarda, topluca tutulmaları mantığı giderek anlamını yitirdiğinden, gelişen ulaşım ve iletişim olanakları sayesinde, büro alanları artık, çevredeki daha ucuz banliyölere yönlendirilmektedir! ‘ABD’nin en yüksek binası Sears Tower’ın sahibi Sears firması, sonunda kendi gökdeleninden ayrılmış ve Chicago’nun uzak bir banliyösüne taşınmıştır! (Bkz.: Doğan HASOL, Geleceğin Geçmişini Yemişler, İstanbul: YEM Yayın, Mart 2021, ss. 304-307.)
Bu konuya, (İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi Yüksek Mimarlık Bölümü’nden, 1946 çıkışlı) diplomalı bir mimar olup, (1949’da, İstanbul Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümü’nden) ‘Türkiye’deki ilk sanat tarihi doktoralı mimar’ olma unvanını elinde tutan ve genelde İslâmî bir çerçeveden bakarak mimar-şehircilik kuramını geliştiren (‘Bilge Mimar’) Turgut Cansever de (1921-2009), çok eleştirel yaklaşmaktadır. Çevrenin bilincine varmak, beşeri, insana dönüştürür. Bu aşama, insanın oluşumu ve gelişmesinin ilk aşamasıdır. ‘Allah’ın yarattığı dünyanın, hüsn-ü muhafaza sorumluluğunu, dünyayı güzelleştirme görevini de yüklenen insan, Allah’ın dünyada halifesi ve yaratılmışların en mükemmeli (Ekmel-i Mahlûkat) düzeyine ulaşır.’ Geniş anlamda çevre, Allah’ın yarattığı tabiat ile insanın vücuda getirdiği inşa edilmiş yapılardan oluşur. 30-150 yıl ömre sahip bulunan yapılardan her biri, daha sonra inşa edilen ve edilecek olan yapıları etkileyerek, kendi iradesini çok daha uzun süre devam ettirir. Cansever’e göre, bugünkü dünyada ve Türkiye’de konut standartları ve mimarî, hiçbir çağda olmadığı kadar çirkin ve gayri insanîdir?! Çünkü, ‘100-150 senedir Batı yaşama biçimini taklit etmek peşindeki ülkemizde özellikle şehirlerde, son 15-20 senedir de kasabalarda yurttaşlarımız evvela evler yerine apartman dairelerinde oturmayı batılılaşma modasının bir icabı olarak tercih eder oldular. Bugün ise artık halkımız teknokratların kendi kaprislerini tatmin için vücuda getirdiği Babil kulelerinin içinde nasiplerine düşen bir delikte oturuyorlar. İnsanlarımızın bir kısmı modern teknolojinin ürünü olan gayri insanî kulelerin mağaralarında, pek büyük bir kısmı da gecekondularda, sefalet mahallelerinde yaşamaya mahkûm bulunuyorlar. İnsanı insan yapan çevre bilincini canlı tutan, yaşanan çevre kültürü yerine 50 yıldır ülkemizde daha etkin hale getirilen tiyatro, sinema vs. gibi seyir kültürünün de etkisi altında, insanlar artık evlerinin mimarî güzelliği ve mükemmelliğini tadmayı ve yaşamayı unutmuş bulunuyorlar!’ (Bkz.: Dr. Turgut CANSEVER, İslâm’da Şehir ve Mimarî, (Yayına Hazırlayan: Mustafa ARMAĞAN), İstanbul: İz Yayıncılık, 1997, ss. 139-143.)
Yine Turgut Cansever, bir başka incelemesinde, tarihin hiçbir döneminde, 20. asırdaki ölçüde bir ‘evsizlik’ görülmediğini; bugünkü dünya nüfusunun %30’una ulaşan bir kitlesinin ‘evsiz’ ya da çok fena şartlara sahip yerlerde yaşamakta olduklarına işâret etmekte ve ülkemizdeki konut sorunuyla ilgili olarak, şöyle demektedir: ‘Ülkemizde 150 yıldır bakım görmemiş bulunan ve loncaların 1840’da Mustafa Reşid Paşa tarafından feshedilmesinden sonra mahalli yapı tekniklerinin bilgi ve yetenekleri kaybolduğu için her türlü geçerli yapı bilgisinden yoksun olarak inşa edilen köy evlerinde 30 milyon vatandaşımız yaşamaktadır. Bu konutlar hepimizin bildiği gibi en ufak depremde yıkılmakta, binlerce insan enkaz altında kalarak ölmektedir. Son 60-70 yıl içinde inşa edilen apartman yığınlarının sebep olduğu mimarî ve kültürel çirkinlik, şehirlerimizi yaşanmaz hale getirmiştir. Bu yoğun yerleşmelerin fizikî ve biyolojik kirlilik ortamları oluşturduğunu artık hepimiz biliyoruz. (..) 70 yıldır uygulanan ve iskân alanlarını yoğunlaştırmayı öngören şehir inşa stratejisinin bu kirli ortamın oluşmasına sebep olması yanında yoğunlaştırma, arsalar üzerinde daha fazla yapı inşa etmenin sağladığı “artık değeri” ele geçirme hırsını yerleştirerek, toplumun en büyük ahlâkî çöküntüsüne yol açmıştır. (..) Özetlersek, bugün ülkemizde 60 milyon insanın ancak 3-5 milyon kişiden oluşan bir bölümü sağlıklı bir ortamda, 10-15 milyonluk bir nüfus bölümünün ise çirkin fizikî, biyolojik ve kültürel kirlilikle malûl de olsa bir kısım teknik katkıdan yararlanılarak vücuda getirilmiş apartman katlarında yaşamak imkânına sahip olduğu biliniyor. Halbuki geri kalan 40-45 milyon kişi tam bir konut sefaletine mahkûm bulunmaktadır!’ (Bkz.: Cansever, İslâm’da Şehir ve Mimarî (..) a.g.y., ss. 156-157.)
Geçtiğimiz yıllarda (TÜİK – 2006-2015 yılları verileriyle ve AB kodları çerçevesinde) yapılmış bulunan bir araştırmaya göre, Türkiye’de, (2015 itibariyle) toplam 16 milyon konut bulunmaktadır. Konut sahipliği oranı, %60’tır. Kiracı oranı, %40’ı bulmaktadır. (28 AB ülkesinde, ortalama ev sahipliği oranı ise, %70’tir.) 1984 yılında kurulmuş bulunan ‘Toplu Konut İdaresi’ (TOKİ), T.C. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na bağlı bir kamu kuruluşudur. Özellikle (dar gelirlilere) ‘sosyal konut üretimi’ için kurulmuş olmasına karşın, bu görevini, yeterince yaptığı söylenemez. Şöyle ki: TOKİ, AKP tarafından özellikle aktif hâle getirilmişse de, 2002 yılından itibaren 10 yıllık bir sürede, toplam 500.000 konut yapılmıştır. İddiaya göre, ‘Türkiye’de kamu eli ile en çok konut üretimine imza atılmıştır. AK Parti iktidarı, 2023 yılında, bir milyon konuta ulaşmayı hedeflemektedir!’ Fakat bu üretimin, ancak %47’si, orta- ve dar gelirli hanehalklarına hitap etmiştir?! Ve ülke toplam konut stokunun, sadece %7’si, TOKİ tarafından üretilmiştir! (Bkz.: Doç. Dr. Kemal AYDIN, ‘Türkiye’de Konut Sahipliği, Konut Koşulları ve Konut Kalite Endeksi’, İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Dergisi, 2019, 39(2), ss. 277-301.)
Yâni, ülke nüfusunun %93’ü, konutlanma meselesinde ve piyasa önünde, yalnız ve çaresiz bir durumdadır?! Hanehalklarının %40’ı, hergün artan kira düzeyleriyle boğuşur hâle gelmiştir?! Ve bu çaresizlik, (Mayıs 2022’deki) ‘Tüketici Fiyat Endeksi’nin (TÜFE), (bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 73,50 ve) 12 aylık ortalaması baz alınarak belirlenen kira artış oranının ise %39,33 olması ile birlikte, tüm hanelerde görülen hızlı yoksullaşma çerçevesinde, çok daha yoğun ve acıtıcı bir düzeye yükselmiştir?! ‘Seçilmiş Cumhur-Başkan(ı) R. Tayyip Erdoğan’ ve/ya da ‘Tek Adam’ rejiminde, kiralara, 1 Temmuz 2023’e dek, yeni bir ‘üst-limit’ getirilmiş ve (iş yerleri hâriç, sadece konutlarda) kira artışının bir önceki yıl düzeyinin %25’ini aşamayacağı düzenlemesi, bir müjde olarak sunulmuştur?! (Bkz.: https://www.milliyet.com.tr/ekonomi/kira-artisina-sinir-getirildi-geriye-donuk-kiralar-icinde-gecerli-olacak-mi-6769501; erişim: 09.06.2022.)
Bu işlem, doğaldır ki, kiracıları bir ölçüde de olsa enflasyona karşı bir ölçüde korur gibi görünse de, evinin getirdiği kira parasıyla geçinen orta gelirli ev sahibi yurttaşları, sıkıntıya sokacaktır… (Ülkede artık, orta gelirlilik, bir kategori olarak da, ortadan kalkmaktadır?) Kaldı ki, ‘neo-liberal kapitalist piyasa ekonomisi’nde, yasal düzenleme yoluyla kira düzeylerini belirleme gibi bir ‘kuralcılık’, kurama göre, kabul edilemez?! Öyle ya, neo-liberalizm, ‘kuralsızlaştırma’ demektir; ‘serbestleştirme’ demektir; ‘merkezsizleştirme’ demektir… Yâni, yasa ve düzen kabul etmeme demektir… ‘Görünmez el’in bile, YOK-sayıldığı bir ‘düzensizlik’ demektir…
Öyle anlaşılıyor ki, (dünya çapındaki ve özgün ‘faiz sebep, enflasyon sonuçtur!’ gibi bir bilimdışı safsatasının kanıtlanması peşindeki ‘ekonomist’!) Erdoğan yönetimi, artacak olan ev sahibi-kiracı uzlaşmazlıklarının ve çatışmalarının önünü, yanlış mecralarda kullanıp, finansal olarak da tükettiği TOKİ üretimi dışında; ve hattâ korkunç boyutlardaki işsizlik oranıyla, iş bulma umudunu tamamen yitirmiş gençliğiyle, yurtdışına kaçmayı düşünen doktor ve beyaz-yakalılarıyla, füzeleşen döviz fiyatlarıyla, dünya-şampiyonu enflasyonuyla, düşürüldüğü söylenen ve fakat her seferinde ileriye şahlanan faiz oranlarıyla, (çalınmasın diye, kilitlenen süt şişeleri ve çocuk bezleri yığınağı) süpermarketleriyle, semt pazarlarının çürük-sürtük sebze-meyvesiyle, çöplüklerden yiyecek aranan yüzbinlerce işsiz, yoksul ve emeklileriyle, çökkün-Türk-ekonomisinde, olmayacak-duayla kesmiş ve bir çözüm bulabilmiş görünmenin boş hayâlini görmektedir?
Bu ne yazık ki, boşuna, umarsız ve yararsız bir çabadır?!