Yıl 1936.
İngiltere Kralı VIII. Edward Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk’ün doğum gününü kutlamak için bir telgraf çekmek ister. Bunun üzerine İngiltere Maslahatgüzarı Mösyö Morgan, Hariciye Vekili Yardımcısı Londra Büyükelçimiz Ali Fuat Türkgeldi’ye Atatürk’ün doğum gününü sorar. Ancak Türkgeldi’nin konuyla ilgili bir bilgisi yoktur. Bu sebeple Ankara’ya resmi bir yazı yazılır ve Atatürk’ün doğum gününün hangi gün olduğu Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği’ne sorulur.
Afet İnan olayı şöyle anlatır:
“1936 yılında bir gün, Cumhurbaşkanlığı Umumi Kâtibi Hasan Rıza Soyak, Atatürk’e bir evrak getirmişti. Bunda, Atatürk’ün doğum gününün bildirilmesi rica ediliyordu. Mustafa Kemal Atatürk, bunun üzerine düşündü, fakat bu günü kendisi de tam olarak bilmiyordu. Ancak, annesinden işittiğine göre, bir bahar mevsiminde doğmuş olduğunu ve o gün için ise şöyle dediğini hatırlıyorum: Bu bir 19 Mayıs günü niçin olmasın?”
Ve böylece Atatürk’ün doğum günü kayıtlara 19 Mayıs günü olarak geçer.
“Doğum günü kutlamasının” kurtuluş sonrası geç bir tarihe kalması, hayatını vatan mücadelesine adamış Ulu Önder’in ruh dünyasını ortaya koyar. “Baba” doğum gününün kutlanılmasından elbette hoşnuttur ancak onu en çok huzura kavuşturan “evladının” doğum gününe tanıklık etmesidir.
19 Mayıs, Türk milletinin doğum günüdür. Atatürk varlığını milletle 19 Mayıs üzerinden özdeşleşmiştir.
19 Mayıs’ta Samsun’a atılan “ilk adım” neredeyse yok olmuş bir ulusu birleştirmiş ve ayağa kaldırmıştır.
“Ulusun yok olması” sadece fiziksel varlığının ortadan kalkması anlamına gelmez. Karanlık içerisinde belli belirsiz bir görüntü vardır ancak bunun gerçek bir görüntü mü yoksa bir yanılsama mı olduğu belli olmamaktadır.
Nereye gittiği kestirilemeyen bir vatan için savaşacak olanlar elbette vardır ama böylesi bir savaşın sonuç vereceğine dair bir inanç ve kararlılık sadece Mustafa Kemal’de bulunur.
Kıvılcımı yakan, bağımsızlık meşalesiyle halkını ayağa kaldıran ve kurtuluş davasının mümkün olduğuna dair bir düşüncenin kök salmasını sağlayan kişi O’dur.
O’nu ise harekete geçiren şey sadece cesareti ya da ileri görüşlülüğü değildi, tüm bu özelliklerini anlamlı kılacak olan devrimciliğiydi.
Mustafa Kemal halkla birlikte mücadele etti
Atatürk“tek başına yola çıkan bir lider” değildi. Kimilerinin iyi niyetle ifade ettiği “bir avuç Kuvvacının halka rağmen halk için verdiği mücadele” tanımı bizi gerçeklerden uzaklaştırır.
Türk Kurtuluş Savaşı kitleseldir ve tarihin ilk halk savaşı örneklerindendir.
“Beni İngiliz sicimiyle asın” diyen, Yunanla doğrudan işbirliği yapan ya da işgal altındaki İstanbul’da düşmanın gönlünü hoş etmeye çalışan hainler de tarihimizin bir gerçekliğidir ancak bu madalyonun sadece bir yüzüdür.
Diğer tarafta ise ne yapabileceğini bilmeyen ve kaderin tecelli etmesini bekleyen bir “çaresizler ordusu” vardır.
Mustafa Kemal’in devrimciliği tüm bu bürokrat ve sivil vatanseverleri harekete geçirmiş, böylelikle 19 Mayıs “direnişin ilan edildiği ve halkın mücadeleye çağrıldığı” tarihi bir sembol haline gelmiştir.
19 Mayıs’ta atılan “ilk adım” olmasaydı, direnişin vatan sathına yayılması mümkün olmayacak, yurdun her tarafından yükselen çığlıklar yavaş yavaş kesilecek ve nihayetinde millet ruhunu tamamen teslim edecekti.
Türk milleti artık yolun sonuna gelmiştir ve ömrü “günlerle” ifade edilmektedir.
Samsun’a çıkmak mı yok olmak mı?
Mustafa Kemal bunu gördüğü için “bir an önce” Samsun’a çıkmak “varlık ya da yokluk” meselesine dönüşmüştür. İstanbul’da çok kısa bir süre kalmasının ardından hızlıca Anadolu’ya geçmesinin temelinde, en ufak bir gecikmenin topyekûn bir dağılma yaratacağı endişesi vardı.
Birinci Dünya Savaşı sonrası vatanı işgal edenlerin “kötü şartlarla bile olsa bir anlaşma sonucunda” Türk varlığına izin vereceklerini düşünmek bugünün şartlarında anlaşılması zor bir rahatlığın ürünüdür.
Geçmişe bakıldığında “normal olanın” zaten Bandırma vapuruna binmek, Mustafa Kemal’in yanında yer almak ve direnişe katılmak olduğunu düşünüyor insan. Ama 1919’da böyle değildi. Osmanlı bürokrasisinin (sonradan Atatürk’e destek olanlar da dahil olmak üzere) en büyük beklentisi “acı tablo”nun “biraz daha belirginleşmesi” ve alınacak tarihi kararların belirsiz bir döneme ertelenmesiydi.
Atatürk’ün Nutuk’un henüz girişinde “Millet ve memleketi Harbi Umumiye sevkedenler, kendi hayatları endişesine düşerek, memleketten firar etmişlerdir.” diyerek eleştirdiği Osmanlı paşaları ise “savaşın bazı toprakların kaybına yol açsa da memleketin hepten elden çıkmasına engel olduklarını” düşünerek kendilerini avutuyorlardı.
“Kötü günlerin geçmesini bekleyen” bu paşalar, gittikleri yerlerde bir süre bekleyecekler ve “şartlar olgunlaştığında” dönerek yeniden mücadeleye girişeceklerdi.
Tüm bu yıkımın Türk milletini nereye “sürükleyeceğini” göremeyecek kadar kör idiler!
İşgal güçleri ise “hasta adam” meselesini tamamen ortadan kaldırmanın peşine düşmüş, asırlık bir hesaba son noktayı koymanın hazırlığını yapmaktadır artık.
Mustafa Kemal’in ise kaybedecek vakti yoktu.
Kurtuluşun müjdecisi 19 Mayıs
Ancak çıkılacak yol, vatanın kurtarılmasıyla yetinen bir “beka mücadelesiyle” sınırlı kalamazdı.
Mustafa Kemal, İstanbul’dan ayrılmadan önce Damat Ferid’i görmüş ve onun “perişan bir halde” olduğunu yazmıştı.
Osmanlı bürokrasisine sinen bu perişanlık sadece bir yenilgi sonucu ortaya çıkmış değildir. Asırlarca ayakta kalan devlet tamamen çökmüş, mazinin tüm ihtişamı silinmiş ve geriye can çekişmekte olan bir imparatorluk rejimi kalmıştır. İttihatçısı da İtilafçısı da bu hazin sonu hızlandırmış, en sonunda kaçıp gitmekten başka bir çare de bulamamışlardı. Kaçamayanlar ise esaretlerinin bedelini perişanlıklarıyla ödemektedir.
19 Mayıs’ta atılan o büyük adım; “statükoyu kurtarmanın” Türk milleti açısından çözüm olmayacağı, düşman işgaline son vermenin yetmeyeceği, imparatorluğun artık yıkıldığı ve ancak yeni bir ulusun bu enkazı kaldırılabileceği gerçeğini ifade eder.
Bu durumu fark eden tek kişi Atatürk’tü. O maddi dünyanın bir parçası olmakla birlikte kişiliği, fikirleri ve ruh dünyası arkadaşlarının çok ötesindeydi.
Yapılması gereken; öncelikle Türk varlığını garanti altına almak, Türklerin korkusuzca yaşayabilecekleri bir yurt kurmak ve ardından ulusun canı pahasına savunacağı bir idareyi tesis etmek olabilirdi.
Kurtuluş Savaşı’nın amacı: Savaşarak barış kurmak
Savaşmak barışı sağlamak için bir zorunluluktu ve Kurtuluş Savaşı da bunun bir aracı olacaktı. Ancak bu savaş “Osmanlının savaşı” gibi yeni savaşların hazırlığı olmayacak, Türk’ü ayağa kaldıracak ve medeniyete ortak edecek bir yaşam mücadelesinin başlangıcı olacaktı.
Cephelerde yitip giden bir ulus, artık evine dönecek, hem evini kuracak hem de yeni bir vatan inşa edecekti. Güzelliklerinden mahrum kaldığı yurduna ortak olacak, düğününü yapacak, tarladaki mahsulünü toplayacak, evladına sarılacak, onu okula göndermenin mutluğunu tadacaktı. Türk milleti artık “var olacak”tı!
19 Mayıs; Balkan hezimeti sonrasında kaçmak zorunda kalarak cami avlularına sığınmak zorunda kalan evsizlerin sığınabilecekleri bir yurdun, yetim kalan çocukların devletin şefkatini hissedecekleri bir ana kucağının, “Cumhuriyeti biz böyle kazandık” diyen köylülerin gurur duyabilecekleri yeni Türkiye’nin müjdecisiydi.
Osmanlı’dan miras “Harbiye nazırlığı”nın feshedildiği, “savaş”ın yerini “milli savunma”ya bıraktığı, askerlikten firarın yok denilecek kadar azaldığı Cumhuriyet idaresi, böyle bir Milli Mücadele’nin ardından kazanılmıştır.
Atatürk’ün devrimci coşkusu
Bu mücadele inanç ve azmin yanında aynı zamanda bir “coşku” meselesidir.
Samsun’dan Havza’ya giderken yolların bozuk olması ve araçların sürekli arıza yapması bile bu coşkuya engel olamaz. Atatürk ve arkadaşlarının “Dağ başını duman almış,/gümüş dere durmaz akar,/güneş ufuktan şimdi doğar,/yürüyelim arkadaşlar” diyerek yaya olarak yola devam etmeleri bir ruh halinin göstergesidir.
Mustafa Kemal, seneler sonra Samsun’dan Ankara’ya “Tam bağımsızlık için Mustafa Kemal yürüyüşü” yapan Deniz Gezmiş ve arkadaşlarına da yol göstermektedir. Onların da dillerinde marşlar, ellerinde bayraklar vardır. Ama çok daha önemlisi “zafer yolu”ndan yükselmekte olan o derin coşkuyu bütün benliklerinde hissetmektedirler.
19 Mayıs bir ülke kurmakla kalmamış, “Türk istikbalini, Türk Cumhuriyetini, ilelebet muhafaza ve müdafaa eden” bir gelenek de yaratmıştır. Zaferin yarattığı güç ancak böylesi bir geleneğin ne derece kök saldığını fark etmekle anlaşılabilir.
Mustafa Kemal benzersizdir. O’nun eşsizliği hem ilk adımı atmaktaki cesaretinden, hem de adımları nihayete erdirecek yolu bilmesinden kaynaklanıyordu.
19 Mayıs “devlet operasyonu” değildir
Kimilerinin 19 Mayıs’ı bir “devlet operasyonu” olarak niteleyip, Mustafa Kemal’in “Osmanlı Sarayı” tarafından Samsun’a gönderildiğini söylemesi, kimilerinin de Mustafa Kemal’in “aslında İttihatçılar tarafından atanmış bir komutan olduğunu” dile getirmesi, O’nun tüm hayatına yön veren devrimciliğini unutturmak için planlanmış bir saldırıdır.
Bu fikirleri savunanlar, bir devrimcinin sadece millete güvenerek zorlu bir yolculuğa çıkmasına ihtimal vermezler; böylesi bir kararın ardında mutlaka başka bir güç ararlar.
Tarihin düz bir çizgiden oluştuğuna inanan, kahramanları yok sayan bir zihnin yansımasıdır bunlar.
Oysa milletler kahramanlarıyla birlikte var olurlar. Liderler, ulus nazarında “kazandıkları için” kahramana dönüşmezler. Yapay değildir bu, milletin kahramanda gördüğü derin anlamın bir ifadesidir.