Aklında tek bir düşünce vardı Hüseyin’in: “Çocuk yavru, ekmeğe kıtlık girdi, okutamazsam… Çocuk okuyacak, biz adam olamadık o olsun, biz ezildik o ezilmesin…”
Ne olursa olsun, ne pahasına olursa olsun, hangi şartta olursa olsun oğlu Ferhat mutlaka okuyacaktı.
Köyden İstanbul’a gidecekler, çalışıp para kazanacaklar, daha sonra da Ferhat’la birlikte kasabaya yerleşecekler ve Ferhat okula başlayacaktı.
Düşüncesini gerçekleştirdi de gariban Hüseyin. Ferhat’la çıktılar yola, vardılar İstanbul’a. Haydarpaşa Garı’nda indiler, vapurla karşıya geçmeleri kalır geriye.
Vapurda bir adam dikkatini çeker Hüseyin’in; eski püskü kıyafetli, değişik, yaşlıca bir adamdır bu. Birden şiir okumaya başlayınca dikkati daha da artar adama karşı
“Ne aldımsa onu doğadan aldım
Neyim varsa doğaya vereceğim
Kuşlar böcekler arılar dalgalar
Selamlar olsun aranıza gireceğim
İstemem toprağa gömüldüğümü
Yakın beni ve savurun külümü
Baharda badem ağaçları üstüne
Ben yine ineceğim yeryüzüne
Babamın öldüğü yaşa geldim
Hazırlanın beni uğurlamaya
Bakın ne kadar cesur duruyorum
Değmez üzülmeye değmez ağlamaya
Haydi allahaısmarladık
Siz gelemezsiniz benimle beraber
Güneşlerin battığı yere gideceğim
Bitişlerin yeniden başladığı yer…
İlhami Bekir’in şiirleri… Hediyesi çok ucuz, ucuz…”
Gelmişlerdir varacakları yere… Sırada ise, para kazanacak bir iş tutmak vardır.
Üç tekerli bir araba alır Hüseyin. Meyve sebze satmaya başlarlar oğlu Ferhat’la.
Her şey Ferhat’ın okulu içindir ama zabıtalar da hiç rahat vermezler onlara. Bir de çevre esnafı vardır onları rahatsız eden. Onlar vergi verirken Hüseyin vermemektedir, kazandığı kendine kalmaktadır. Onlar dükkan kirası verirken Hüseyin’in böyle bir masrafı yoktur. Ortada büyük haksızlık vardır yani.
Esnafla yaşanan sıkıntılar, zabıtalarla köşe kapmacalı kovalamacalarla geçen günlerde, Hüseyin’in aklı hep Ferhat’ın okulundadır.
Günlerden bir gün biri bir akıl verir Hüseyin’e. İstanbul’da parasız yatılı okullardan bahseder. Bir umuttur diyerek varırlar okula Ferhat’la birlikte. Parasız yatılı okumanın ise bazı şartları vardır. Birincisi, Ferhat’ın sınava girmesi ve kazanması… Bu, gerçekleştirilebilecek bir şarttır ama ya ikincisi? İkincisi, sadece yetim çocuklara bu hakkın tanınmış olmasıdır.
Hüseyin’in önünde tek seçenek, para kazanıp Ferhat’ı kasabada okutmak kalacaktı ekmek teknesini zabıtalara kaptırmasaydı eğer.
Başrolünde usta sanatçımız Genco Erkal’ın olduğu, yoksulluğun bir insanı nasıl çaresiz bıraktığını ve bu çaresizliğin bir babaya neler yaptırabileceğini, daha doğrusu bir babanın evladının okuması için “ceketimi satar yine okuturum”dan çok daha fazlasını yapabileceğini anlatan, toplumsal içerikli “At” filminden bir kesit sadece.
Filmin sonunda ne mi oldu?
Ferhat okumalıydı ve parasız yatılı okulda okuması için de yetim kalması gerekiyordu.
Peki, neden bunu yazma gereği duydum?
Her ne kadar yazının son dokunuşu yayımlanmadan birkaç gün önce yapılsa da, taslak hali çok daha önceden hazırdı ve o halinden bir gün önce okuduğum haberdi birincisi. Haber, zabıtalar tarafından kesilen cezadan sonra bir seyyar satıcının arabasını yakmasıyla ilgiliydi. Haberin altına yazılan “biz vergi veriyoruz” minvalindeki esnafların yorumları ise, kırk sene sonra bu filmi canlandırmıştı gözümde.
Kendilerince haklı tarafları elbette olabilir ama çaresizlik diye de bir gerçek var. Arabasını yakan o adam da içimizdeki Hüseyinlerden biriyse eğer.
İkinci sebep ise, İlhami Bekir’in şirini okuyan kişinin bizzat İlhami Bekir’in kendisi olması.
Filmin alâkasız yerinde böyle bir sahneye neden ihtiyaç duyuldu veya ne anlatılmak istendi bilmiyorum ama benim için önemli olan, bir dakikalık bu sahnenin aslında İlhami Bekir’in bir gerçeği olması. Yani kendi kitaplarını sokak sokak dolaşarak; vapurlarda, trenlerde “hediyesi çok ucuz” şekilde satmaya çalışma çabası.
Yine aynı sebep çıkıyor karşımıza: Çaresizlik!
Türk Solu gazetesinin bir önceki sayısında şöyle yazmıştı Gökçe Fırat: “Raflar aynı yazarın 80 farklı yayınevinden çıkmış kitabı ile dolu. Hem de sudan ucuz. Ülkemizde Sabahattin Ali kitabı 3 liraya satılıyor. Oysa bu bir cinayet!” Ve devam ediyor: “İşin acı tarafı şu ki, bugün çok satan telifsiz yazarların kitaplarını da yaşadıkları dönemde o dönemin yayınevleri basmıyordu!”
Bir yazarı, hem de kitabını kendi imkânlarıyla bastırmak zorunda kalan bir yazarı, kitaplarını sudan ucuza satmak zorunda bırakmak peki? İşte bu da bir cinayet! Düşünceye, akla tecavüz etmeye çalışmaktır bunu adı ve 1940 Kuşağı, bu tecavüze uğramıştır yıllarca.
***
İlhami Bekir Tez…
Cemal Süreya’nın takmış olduğu lakap ile Afrika Aslanı’dır.
1906’da Trablusgarp’ta doğdu.
Doğum adı El Hami Bekir Twebi.
Babası Arap, annesi Türk.
İki yaşında bir bebekken annesi ölüyor. Altı yaşına geldiğinde, dayısı Türkiye’ye getiriyor onu sahip çıkmak için ama o da 1916’da şehit oluyor. Yani çaresizliği kimsesizlikle başlıyor onda daha çocukken.
“İlk doğan yıldızım ben, son batan yıldızım ben;
Sormayın kimlerim var, yalnızım, yalnızım ben.
Yelim, başı boş gezen, ne yarim, ne yerim var;
Sormayın kimlerim var, yalnızım, yalnızım ben.
Sevincim gözlerimde, bir gece aydınlığı;
Bir gece aydınlığı; sormayın, kimlerim var?
Gece aydınlığında akseden kederim var;
Yalnızım, yalnızım ben; kimim var, kimlerim var?
Fırlatın beni, çarpsın karanlık karanlığa;
Ne uzağım ışığa, ne nurdan haberim var!”
Rıfat Ilgaz şöyle sesleniyordu gençlere, daha doğrusu vermiş olduğu bir ödev vardı onlara: “Türk edebiyatının, edebiyat kitaplarına alınmayacak kadar değerli edebiyatçıları var. Öğrenin onları gençler!”
İşte onlardan biridir İlhami Bekir ama çoktan silinmiş, unutulmaya yüz tutmuş, hakkında yazılanlar yok denecek kadar az olan bir şairdir aynı zamanda.
Dedim ya, çaresizliği kimsesizlikle başladı diye… On yaşındayken dayısını da kaybedince gidebileceği tek yer Darüleytam’dı; yani kimsesizler yurdu. O zaman ki adı Darülmuallimin olan Öğretmen Okulu’na girdiğinde yirmi yaşındaydı.
Henüz yirmi üç yaşındayken, bir işçinin yirmi dört saatini, emekçi kitlenin açlığını anlattığı “24 Saat” kitabını çıkardı çıkarmasına ama kitap, Zonguldak’ta maden işçileri arasında yaygınlaşınca, çıktığı gibi yok edildi kitapçılarda.
“Oku!
Oku, oku!
Kesik başlı, dört köşeli bir karaltı
gibi kucaklıyorsa gövdeni yerin altı,
kayaların yalçın omuzunda kazma sallıyorsan
Oku!”
Kitap basabilmenin sıkıntılarından dolayı yazdığı her şiiri kitaplaştırmaya çalışmış ve çoğu 16 sayfalık olan “Birinci Forma A, Herhangi Bir Şiir Kitabıdır, Mustafa Kemal, Olduğu Gibi, Yeni Can Yeni Işık Yeni Ses, Son Buhran, Hürriyete Kaside, Birinci Seans, En Güzel Şarkı, Küba” kitapların bazıları daha basım aşamasında çeşitli sebeplerle yok edilmiş ve maalesef tek nüshası dahi kalmamıştır.
***
Taşlıtarla, Suadiye taraflarında, Bulgaristan göçmenlerinin yerleştirildiği, iki odadan oluşan tek katlı dairelerin olduğu bir semttir.
Hasan da o bölgede yaşamaktadır. Bir gün arkadaşı Ali, ona, kendisine birini göndereceğini, kaçak olduğunu ve arandığını, misafirine hiçbir şey sormamasını, o konuşursa sadece dinlemesini, kendisini rahatsız etmeyeceğini, onu da rahatsız etmemesini söyler. Kabul eder Hasan. Bir süre evinde misafir eder bu bilinmez adamı. Daha sonra vaziyetten işkillenen komşularının ihbarı üzerine evden ayrılmak zorunda kalır. Belli bir zaman sonra Hasan, Ali’ye ona ne olduğunu sorar. Aldığı cevap yüreğini burkar Hasan’ın: İntihar etti. Halbuki intihar etmemiş, Ali’nin böyle demesi gerekmiştir sadece.
Taşlıtarla’daki Ev romanı, İlhami Bekir’in intihar ettiğini zannettiği kişinin anısına yazdığı kitaptır. Taşlıtarla’daki Ev, 1939 yılında tefrika edilmiş ve 1944’te kitaplaşmıştır fakat eserin birçok yeri sansüre uğrayarak, yok edilerek… Cumhuriyet tarihinin ilk sansüre uğrayan eseri olabilir.
***
“Bir vatan ki
Şimdi
Çemberi paslı
Üç kaburga kemiği kırılmış
Eski bir şarap fıçısı gibi
Gurbetteyiz.”
Hasan, Cezayir’e gitmeye karar verir çünkü Cezayir, Fransız işgali altındadır. Çocukken İskoçyalı bir çavuştan yediği tokadı hatırlar. Kendi ülkesinde dost görünümlü yabancı askerin olmasının ne demek olduğunu iyi bilir. İstediği, Cezayir’li çocukların da aynı şeyi yaşamamasıdır. Hem orada Selim’le de buluşacaktır.
“Bir yürek gibi atıyordu
Eli Selim’in
Avucunda sol elimin
Ve mavi gözlerinden yaşlar akarak
Yere gök gibi
Gök gibi bakarak
Ağlıyordu Selim.”
Selim, Hasan’a sarılarak gidermeye çalışır vatan hasretini. Hasan’ın kokusunda toprağının kokusunu hissetme çabasındadır çünkü Hasan’ın yarım saat sonra varmış olacağı toprağa girmesi yasaktır Selim’in.
Ana, vatan, yaşamak…
Bunlar Selim’in vazgeçilmezi olan üç şey…
Ana, doğumda ölümü göze alabilecek kadar cesur olduğu için kutsaldır onda.
Vatan ise, özlemi en ağır, en yakıcı olandır.
Ve yaşamak… Yaşamaktan anladığı, insanca bir yaşam ve bunun içinse, şartlar ne olursa olsun boyun eğmemektir.
Herhangi Bir Roman Kitabıdır, İlhami Bekir’in 1960 sonrası Türkiye’yi ve dünyada yaşananları anlattığı romanıdır.
Ne olaylar birbirini takip ediyor ne de karakterler. Bilinen roman tarzından farklı yazılmış bu kitap, bir tür deneme de sayılabilir belki. Birbirinden farklı karakterlerin yaşadığı farklı olaylar anlatılsa da, ortak özelliği, olaylara ve dünyanın gidişatına toplumcu bir aydının gözüyle bakabilmek.
Her iki kitapta da geçen Hasan karakteri İlhami Bekir’dir. Hasan’a bir X kişisini getiren Ali ise, Nâzım Hikmet’tir ve ikinci kitapta Selim olarak çıkar karşımıza.
***
“İnanıyorum ki yavrularım,
Yarın
Yepyeni bir hayat sürecekler.
Bizden aldıklarını
Daha ileri götürecekler.”
Kimsesiz yaşayan İlhami Bekir, 78 yaşındayken yine kimsesiz olarak 29 Mart 1984’te, Bağcılar Huzurevi’nde öldü.
Evet, Türk edebiyatında edebiyat kitaplarına alınmayacak, hatta ve hatta edebiyat kürsülerinin ilgisini çekmeyecek kadar değerli edebiyatçılarımız var. Bu isimlerin bir şekilde gün yüzüne çıkarılması gerekiyor.