30 Ağustos’un, Büyük Zafer’in 101. yıldönümünü idrak ediyoruz. Şanlı 30 Ağustos zaferimiz, Gâzi Mustafa Kemal Atatürk’ün Başkomutanlığında tüm mazlum halklara umut ışığı olmuştu. Asya ve Afrika’da klasik sömürgeciliği domino taşı gibi teker teker deviren ilk vuruş, işte bu 30 Ağustos zaferdir.
Ama Türk insanı için, elbette bundan fazlasıdır 30 Ağustos. Dumlupınar önlerinden yayılan haber, Anadolu ve Trakya’da ve Türkiye dışında Türkiye için atan her kalpteki derin yaraya merhem olmuştu. Söz konusu, bir milletin yüzyıllara yayılan boynu büküklüğüdür. Savaş meydanından yayılan haber, işte buna son vermişti.
Osmanlı’nın zihni, gücünün zirvesini yaşadığı 16.-17. yüzyıllarda kalmıştı. Dünyanın geçirdiği değişimi fark edemediler. Bu arada Osmanlı toplumu, Aydınlanma ve Modernleşme gibi iki kritik süreci kaçırarak geri kalmışlığa mahkûm oldu.
En sonunda çöküşe çareler aranmaya başlandığında gözünü açan Osmanlı; aydınıyla, ekonomisiyle, devlet teşkilatıyla kendini yarı sömürge olarak bulmuştu. Bu arada Müslüman Türklerden başka tebaayı meydana getiren herkes çoktan kendini yolunu çizmeye başlamıştı.
Bu yüzden Osmanlı’nın 19. ve 20. asırlara denk gelen çöküşü azapla doludur. İmparatorluk, üç kıtadan ağır bedeller ödeyerek çekiliyordu. Bir yerden sonra askeri hezimete artık ekonomik ve siyasi çöküş eşlik ediyordu. Zayıflık, bazen savaş meydanında kazandıklarımızı masada kaybettirir hale gelmişti. Atina’ya dayanıp gerisin geriye döndüğümüz Teselya Savaşı buna örnektir.
Fakat yenilgilerle dolu dönemin en ağır bedeli, uzun bir üç asra yayılan Türk soykırımlarıdır. Balkanlar ve Kafkaslar’dan çekilirken soykırıma uğratılan Müslümanlar en iyi ihtimalle 5.5 milyondu ve bunun yarıdan fazlası etnik Türk’tü.
Kaçınılmaz sona ilerlediğimiz 19. yüzyıl boyunca katliamların sıklığı da artmıştı. İmparatorluk coğrafyasının bir ucundan bir ucuna, can vere vere nüfusu kısıtlanmış Anadolu Türklüğünün kederi de en az soykırımlar kadar ağırdır.
Elde kalan ülkenin ekmek kırıntısı gibi dağıldığı son dönemeçte ise Düyun-u Umumiye’nin vampir gibi kanını emdiği “Hasta Adam” artık can çekişmekteydi.
Türk milleti, 1911’de Libya’da başlayıp 9 Eylül 1922’de İzmir’in serin sularında biten savaş maratonu boyunca kelimenin tam anlamıyla ölüm döşeğinde, son nefesiyle savaşmıştır. Fakat bir kişi olmasaydı, 9 Eylül’ü görmek nasip olmayacaktı.
En iyimser tablo ile bakacak olursak 1774’te Küçük Kaynarca ile başlayan 150 yıllık bir uğursuzluk söz konusu. 150 sene boyunca askeri, valisi, şairi, diplomatı, kimse mi kötü gidişe dur demek istemedi? Kuşkusuz, bu mesele nesilleri meşgul etti.
Gel gelelim Mondros imza edildiği gün görünen, her çarenin denendiği ve herkesin sırasını savdığıydı. Fertlerinin hatırında ölüm ve sürgünden başka bir şey kalmamış bu kadim millet, çağdaşlaşmış cellatlarının karşısında zafere hasret, son nefesini vermeye hazırlanıyordu.
Mustafa Kemal Paşa’nın milletine sunduğu reçete çok basitti ama geçen yüzyıllar boyunca bir ilkti. Çok makul görünen ama hepsi de tıkanan tüm denklemlerin içinde işe yarayan tek çözüm, devrimcilikti. Hem öyle bir devrim ki, millet olarak azim ve karar gösterilecek, milletçe savaşılacak, ölünecekse de millet gibi ölünecekti.
Nesillerce süren zafer özlemini 30 Ağustos’ta dindiren ordu, işte bu devrimci tavrın ürünüydü. Türkler, son nefeste düşmanın suratına “Ya istiklal, ya ölüm” diye haykırıyordu.
Bu devrimci haykırış sayesinde Türk milletinin son nefesi, yeni hayatının ilk nefesi oluverdi. Bağrından çıkmış evlâdı da bu yeni hayatında Ata’sı ve ebedi Başkomutanı oldu. 200 yıla varan tarihsel karanlığı gözleri kör edercesine yırtan o güneşe işte bu yüzden “Atatürk” diyoruz.
Atatürk, 30 Ağustos’ta Türk milletinin zafer hasretini dindirmekle kalmadı. Ona kim olduğunu savaş meydanında hatırlatmış oldu. Türkler, Mete Han’dan Attila’ya, Cengiz’den Fatih’e en büyük ve en erişilmez zaferlerin sahibi olan tek millettir.
101 yıl önce hasretle beklediğimiz zaferlerin en büyüğünü elde ettik ve kana kana içtik. Komutanların en büyüğü sayesinde.
30 Ağustos, yeniden muzaffer olup yeniden doğduğumuz, savaş meydanında süngüyle, kılıçla, atımızla ve barutumuzla yeniden dirildiğimiz gündür. 101 kere kutlu olsun!