“İşte böyle ayaklarını kaldırır ve geçerler”
Türk milletinin Ebedi Başkomutanı, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’tür. Çünkü O Türk milletine inanmış Tek Adam, Tek Önder’di. Türk milleti de bunu gördü ve bu yüzden O’nun komutasında “ölmeyi emrettiği” anda dahi, gözünü kırpmadan savaştı. Bu tarihi anı ve inanç bağı Türk’ün genetiğine çoktan kazındı.
Atatürk, kendisine bir aile-soy asaleti sorulduğunda, tek olağanüstü mirasının “Türk olarak doğmak” olduğunu belirtmiştir. Burada bir hamaset değil, basit bir gerçeğin samimi bir itiraf vardır.
1922 Ağustos’unda, daha tarihin nice düğümü açılmamışken, Atatürk bu inancı ve kararlığında yine yalnız kalmıştı. Türk’ün gücüne ve azmine olan sonsuz imanıyla yine “Tek Adam”laşmıştı. Çünkü TBMM’de bile Türk Ordusu’nun taarruz edemeyeceği, düşmanı vatandan kovamayacağı inançsızlığı egemendi.
Bu öyle bir imansızlık, öyle bir karamsarlıktır ve öyle bir mantıksızlıktır ki; Atatürk Meclis’te değilken, baskın bir oylama ile “Başkomutanlık” yetkilerini elinden alacak bir yüzsüzlük abidesi olarak ortaya çıkabilmiştir. Yine aynı karanlık yüzsüzlük, İngilizlerin 1922 Mart’ında önerdikleri yeni “barış” daha doğrusu esaret koşullarını utanmadan İstanbul’dan ithal karanlık Ankara kulislerinde ve hatta TBMM kürsülerinden savunabilecektir.
“İşte İzmir ve İstanbul tarafsız şehir olacak ya, Yunan Ordusu Trakya’ya kadar çekilecek ya. Daha ne isteniyor? Zaten Ordu’nun taarruzu ne gücü var ne de hazırlığı?!”
Bu şeytani fısıltılar, aslında Yunan Ordusu’nu donatan ve yöneten İngiliz Genelkurmayı’nın propagandasıdır. İddia odur ki; Yunan Ordusu’nun arkasındaki öyle büyük bir güçtür ki; işgalcilerin inşa ettikleri öyle çelik bir hattır ki; Türkler yıllarca uğraşsa, değil İzmir’e girmek, Afyon çizgisini dahi aşamaz!
Atatürk ise aşılabileceğini düşünür. Nasıl mı? Türk askeri ayağını kaldırır ve geçer. Zaferden tam bir yıl sonra, günümüzden tam 100 yıl önce, Dumlupınar’da yaptığı konuşmada bu anı şöyle anlatır:
“Saat altıda Tınaztepe’ye hücum durumunda, saldıracak kadar yaklaşmış bulunan piyadelerimiz önlerindeki tel örgüleri kesmeye ve bir tarafa itmeye gerek görmeyerek; ayaklarını kaldırdılar ve tel örgüsünden bacaklarını aşırarak atladılar ve orada bulunan Yunan askerlerini süngüleriyle tamamen tepeledikten sonra Tınaztepe’yi işgal ettiler. Ve ben bu görüntüyü seyrederken, bir soruya bir cevap vermeyi hatırladım. ‘Bu tel örgüsünü nasıl geçebilirsiniz?’ diyorlardı. Oradakilere dedim ki: ‘İşte böyle ayaklarını kaldırır ve geçerler.’”
İşte bu kadar basit! Bu yüzden Türk’ün Başkomutanı Gazi!
“Ayağımı kaldırırım ve geçerim” diyen kişiye Türk denir, Türk eri denir, Türk subayı denir. Buna inanan Tek Adam’a da Başkomutan!
“Beklediğimiz kurtuluş için bu yıkım şarttı”
Atatürk’ü Ebedi Başkomutanımız yapan, Türk’e olan bu inancıyla birlikte, Türk’e görev yüklemesi, emir verebilmesi, vatan için canını vermeyi de, silaha sarılmayı da hiç duraksamadan talep edebilmesidir.
Atatürk asla kararsız bir lider olmadı. Günümüzün sahte liderleri, pazarlık masası “adayları” gibi hem kendini dayatan, hem gerekeni yapamayan, hem de “kazanmamak üzere” bahaneler ve pespaye felsefeler üreten biri değildi.
Büyük Taarruz’un hemen öncesinde komutanlarla yapılan gizli Akşehir toplantısında, Gazi’nin hazırladığı, Fevzi (Çakmak) Paşa’nın sunduğu taarruz planı çok cüretkâr bulunmuş ve ihtiyatlı kurmay itirazlarıyla karşılaşmıştı. Bir itiraz şuydu: “milletin varını yoğunu zar gibi atmak tarihçe cinayet sayılırdı.”
Atatürk’ün tavrı ise kesindi: “Milletin varı yoğu bundan ibaret midir Paşam?” Gazi’ye itirazcı paşanın verdiği yanıt “Evet!” oldu. Gazi’nin de yanıtı kısaydı: “O halde kesin sonucu almak zorundayız.”
Bir diğer kurmay, Ordu’nun teşkilatsız olduğunu, düşmanı 20 km.den bile fazla kovalayamayacaklarını belirtince, Atatürk paşaya söyle yanıt verecekti: “Demek düşmanı 20 km. içinde yok etmek zorundayız.”
Bu itirazları yapan aynı kurmaylar, 26 Ağustos sabahı destanlar yazacaktı. Çünkü Atatürk’ün iradesi “milli bir cereyan” gibi onlara da aşılanmıştı. Emir demiri keser, ancak emri verende demirden öte çelik gibi irade varsa!
Emir verebilmek hakkı zor kazanılır. Önder, bu hakkı kazanmıştı. Çanakkale’de erlerine “ölmeyi” emredebilen irade, şimdi Türk Ordusunun bütün kurmay, subay ve erlerine “bütün düşmanı 20 km. içinde yok edin” deme hakkını ileri sürebiliyordu.
Sonrasında yaşananları 30 Ağustos 1924’te Dumlupınar’da konuşan Gazi’ye bırakıyoruz:
“29/30 Ağustos gecesi sabaha karşı (…) Karahisar’da Belediye dairesinde bana ayrılan odada yatmaktaydım. Beni uyandıran Tevfik Bey’in gösterdiği haritaya baktım, hemen yataktan fırladım.
(…) Hemen Fevzi ve İsmet Paşa’ları çağırınız, dedim; üçümüz toplandık. Durumu bir daha düşündük ve kesinlikle karar verdik ki, Türk’ün gerçek kurtuluş güneşi 30 Ağustos sabahı ufuktan bütün parlaklığıyla doğacaktır. Bu karara göre ordulara yeni emir yazıldı. (saat 6.30 öncesi) Fakat durum o kadar önemli, o kadar hız ve şiddet istiyordu ki, bu yazılı emirlerle yetinmek önlemi uygun olmazdı…”
Atatürk tüm itirazlara rağmen bizzat bir otomobil ile cephe hattının tam ortasına ulaştı. Çünkü bu tarihi an O’nu ölümün kıyısında, orada istiyordu. Zafer riske atılamazdı:
Bu alelade bir meydan muharebesi değildi. Bir devrim anıydı! Atatürk, yeryüzünün sarsıldığını hissediyor ve açılan Yeni Çağı şöyle tarif ediyordu:
“Güneş batıya yaklaştıkça ateşli, kanlı ve ölümlü bir kıyametin kopmak üzere olduğu bütün ruhlarda duyuluyordu. Bir zaman sonra dünyada büyük bir yıkım olacaktı. Ve beklediğimiz kurtuluş güneşinin doğabilmesi için bu yıkım gerekliydi. Karanlıklar içinde bu yıkım gerçekleşmeli idi.”
Bu bir yıkım, bu bir devrim, bu tarihin gördüğü en büyük meydan okumalardan biriydi. İşte bu yıkımı göze alabildiği için, köhnemiş Osmanlı kafasının Düveli Muazzama diye kutsallaştırdığı “tek dişi kalmış canavarı” öldürmeye cesaret edebildiği için Atatürk Ebedi Başkomutanımız oldu!
Kazanmayı bildiği ve zaferi ne zaman vaat etse, onu Türk’e verebildiği için!
Türklüğü “ayaklar altına” almak isteyenleri ayaklar altına aldığı için Başkomutan
Gazi ,işgalci emperyalistlere, uşaklarına ve “Türk milliyetçiliğini ayaklar altına” almaya cüret eden alçak bedbahtlara Dumlupınar’dan şöyle sesleniyordu:
“Efendiler, Türk vatanını almak düşüncesini, Türk’ü esir etmek hayalini genel, ortak bir düşünce haline koymağa çalışanların da hak ettikleri sondan kurtulamamış olduklarını gözlerimizle gördük. Efendiler, kendilerine bir milletin geleceği emanet edilen adamlar, milletin kuvvet ve gücünü yalnız ve ancak yine milletin gerçek ve kabul edilir yararlar elde etmesi yolunda kullanmakla sorumlu olduklarını bir an hatırlarından çıkarmamalıdırlar. Bu adamlar düşünmelidirler ki, bir memleketi ele geçirip işgal etmek, o memleketlerin sahiplerine hükmetmek için yeterli değildir. Bir milletin ruhu baskı altına alınmadıkça, bir milletin kararlılığı ve iradesi kırılmadıkça, o millete hükmetmenin imkânı yoktur. Halbuki, yüzyılların çocuğu olan bu millî ruh, kalıcı ve sürekli bir millî iradeye hiçbir kuvvet karşı koyamaz.”
Bu bir ruh halidir. Bu haleti ruhiyeye varan irade için, ruh maddeye hükmeder. Çünkü bu ruhu yaratan en az 5 bin yıllık mazisi olan Türk Milletinin maddi tarihidir.
Şimdi bazı sözde liderlerin “depresyon” dedikleri esaret bilinci terk edildiği an, bu ruh ve maddi gücün önünde hiçbir “zorba” duramaz. Gazi diyor ki:
30 Ağustos gecesi karanlığı çöküyorken düşman için feci ve vahşi bir son kaçınılmaz hâle gelmişti. Düşmanın son çırpınışlarını Atatürk şöyle tarif ediyordu:
“Gerçekten gökyüzünün karardığı bir dakikada Türk süngüleri düşman dolu o sırtlara saldırdılar. Artık karşımda bir ordu, bir kuvvet kalmamıştı. Tam olarak yok olmuş perişan bir arta kalan kitle bulunuyordu. Kendilerinin dediği gibi çok korkan ve titreyen, şekilsiz bir kitle, tuhaf bir karmaşa halinde kaçmak için açıklık arıyordu. Artık gecenin koyulaşan ağırlığı, sonucu gözle görmek için güneşin tekrar doğudan doğmasını beklemeyi zorunlu kılıyordu…
Atatürk, Türk’ün egemenliğine, bağımsızlığına, hürriyetine kasteden iç ve dış zorbaları ayaklar altına aldığı ve hak ettikleri kahredici sonla onları buluşturduğu için Ebedi Başkomutanımızdır.
Pazarlığa, alçak alışverişlere, kokuşmuş müzakerelere “hayır” dediği için Başkomutan!
1 Eylül 1922 günü Atatürk şu tarihi emri tüm birliklere iletti:
“Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir ileri!”
İngilizler son bir çırpınış içinde Ankara’ya 4 Eylül’de bir mütareke teklif ettiler. Buna göre çatışmalar duracak, Yunan Ordusu İzmir’i boşaltacak, Trakya Yunanistan’a, İstanbul ise işgal kuvvetlerine bırakılacaktı. Rauf Bey’in bu teklifi ciddiye alıp Atatürk’e iletmesi bile Atatürk’ün neden tüm taarruz süresince gizliliğe önem verdiğini göstermektedir.
Yunan Ordusu’nun zaten yok edildiği koşullarda İtilaf Devletleri’nin hâlâ bu tür onur kırıcı mütareke tekliflerinde bulunması tam bir yüzsüzlüktü.
Başkomutan İzmir’e geldiğinde İngiltere Konsolosu sürekli Atatürk ile görüşmek için bastırır. Atatürk, Konsolosu huzuruna kabul etmez. Sonunda bitmeyen ısrarlar üzerine kendisinin makamına gelmesine izin verir. Türkçe konuşan Konsolos’un: “Tebaamız hakkında teminat almak istiyorum” cümlesi üzerine Atatürk, çok kuru ve kesin bir tavırla sorar: “Yunanlılar burada iken daha mı emindiniz?”
Konsolos bu soruya “Evet.” yanıtını verince, Atatürk çok kısa bir yanıt ile konuşmayı sonlandırır ve kapıyı gösterir: “O halde Yunanistan’a gidiniz.”
“Bu millet”in şarlatanları, Türk milletinin Başkumandanı var!
İşte Türk’ün savaş alanında kazandığını asla alçak pazarlık ve müzakere odalarında tartışmaya açmadığı için Atatürk’e Ebedi Başkomutan diyoruz.
Ben “Türkiye’yi pazarlamakla mükellefim” diyen şarlatanlara değil!
Bugün Türkiye’nin doğu sınırını delik deşik ettirip, vatan toprağını, namusunu çiğnettirene değil! Batı sınırının denetimini de “kaçakları engellemek” adına İngiliz istihbaratı ve sahil güvenliğine bırakan sömürge kuklalarına değil!
Trikopis, Atatürk’e esir düştüğünde “Siz o sırada muharebeyi nereden yönetiyordunuz?” diye sorar. Atatürk, “İşte tam o süngülerin parıldadığını söylediğiniz yerde, askerin yanındaydım…” yanıtını verir.
İşte “Türk gibi cesur” olana, Türk askerine Türk’ün süngülerinin parıldadığı noktadan komuta eden Adam’a, Ebedi Başkomutan deniyor.
Saklandığı delikten insanları birbirine kırdıran “adam gibi” -ve sadece gibi- adamlara değil.
Kısacası ağzına “Türk” ismini almaktan bile gocunan şarlatanların, şaklabanların uydurduğu “bu millet” isimli güruh kime ne derse desin!
Türk Milletinin tek bir Başkumandanı var. Ebedi Başkomutanımız Gazi Mustafa Kemal Atatürk!