Boş tencerenin götürmeyeceği iktidar yoktur!
Seçimlere giderken hemen hemen herkes AKP’nin seçimi kaybedeceğini düşünüyordu, öyle ki yandaş bilinen pek çok yazar bile durumdan kaygılıydı. Muhalefetin kazanacağına bu kadar güvenmesinin de iktidar yanlılarının bu kadar kaygılı olmasının da asıl nedeni ekonomiydi. Ülkede o kadar büyük bir hayat pahalılığı vardı ki, bu şartlar altında seçim kazanılamazdı.
Süleyman Demirel’in meşhur sözünü tekrarlıyordu herkes: “Boş tencerenin götürmeyeceği iktidar yoktur!”
Ne kadar da doğru bir sözdü bu…
Ama seçimler beklendiği ya da umut edildiği gibi sonuçlanmadı, AKP yine kazandı. Fakat seçimlerden sonra AKP’nin seçimi neden kazandığı üzerine yapılan değerlendirmelerde ekonomi neredeyse hiç gündeme gelmedi, muhalefetin kaybetmesinin iktidarın kazanmasının nedeni seçmenin güvenlik kaygıları, terör, HDP ile işbirliği gibi sebeplerle açıklandı.
Neredeyse hiç kimse “Acaba Demirel’in bu sözü doğru olmayabilir mi?” diye sormadı. Oysa asıl sorulması gereken tam da buydu.
Muhalefet, kendisini eğitimli, araştırıcı, sorgulayıcı, bilimsel ve rasyonel olarak tanımlıyor. Öyleyse bu rasyonel muhalefetin yapmadığını yapalım ve Demirel’in neredeyse “nas” haline gelen bu sözünü rasyonel olarak bir inceleyelim.
Birinci olasılık: “Boş tencerenin götürmeyeceği iktidar yoktur” tezi yanlıştır.
Bu durumda muhalefete şunu sormak gerekir: Madem böyle, o halde neden tüm stratejinizi ekonomi üzerine inşa ettiniz, neden siyasetinizi daha farklı konulara dayandırmadınız?
Ama bir de ikinci bir olasılık var ki işte onu kimse dile getiremiyor:
Ya Demirel gerçekten de haklıysa ama tencere boş değilse?
Liberal “nas”lar
Bunu söylemek bile aforoz edilmek için yeterli sayılabilir, “Ne yani sen AKP’yi mi savunuyorsun, fiyatlardan haberin yok mu, millet perişan görmüyor musun!” diye hemen üstünüze gelmeye hazır bir kitle vardır. Siz de bunu bildiğiniz için susarsınız.
Bilenler bilir, doğru bildiğimi söylemekten de yanlış gördüğüme karşı çıkmaktan da çekinmem. Ama benim bile çekindiğim bir konudur bu. Çünkü Türkiye’de bir mahallede nasıl “dinsel nas”lar hakimse diğer mahallede de “liberal nas”lar hakimdir. İkisi de cehaletten beslenir ve tam da bunun için size söz hakkı tanımaz, linç etmeye çalışırlar.
Nebati dönemi başladığında, AKP’nin en kötü durumunda Türk Solu’nda iki yazı yayınlayarak ekonomideki gelişmelere farklı pencereden bakmak gerektiğini, bu ekonomik politikaların AKP’ye seçim kazandırabileceğini belirtmiştim.
(Bu iki yazıya Türk Solu’nun internet sitesinden ulaşabilirsiniz.
Enflasyon, büyüme ve seçimler, 16 Haziran 2022
Enflasyon, sermaye savaşları ve sınıf mücadelesi, 21 Şubat 2022)
Neden böyle düşünüyordum?
Enflasyon elbette hayat pahalılığıdır fakat enflasyon tüm toplumu aynı şekilde etkilemez, kimisini fakirleştirirken kimisini zengin bile eder. Enflasyon, herkesin kaybettiği bir oyun değildir, mutlaka kazananı vardır. AKP’nin yüksek enflasyon politikası da gayet bilinçli bir tercihti ve tamamen sınıfsaldı.
Enflasyon nedir?
Enflasyon, fiyatlar genel düzeyinin artmasıdır. Böyle tanımlandığında fiyatların artması tüm toplumu etkiler ve teorik olarak fakirleştirir.
Ama iş bu kadar basit değildir.
Enflasyonla birlikte artan bir şey daha vardır: Varlıklar.
Hayat pahalılığı olsa bile herkesin maddi varlıkları artar, evinizin değeri de, arabanızın değeri de, mobilyanızın değeri de, bilgisayarınızın değeri de…
Tam da bu nedenle enflasyon toplumda büyük bir yanılsama yaratır. Pazardan aldığınız domatesin fiyatı iki katına çıkmış olabilir, benzin artmış olabilir ama eğer eviniz, arabanız varsa onların değeri de arttığı için kendinizi fakirleşmiş değil zenginleşmiş hissedersiniz. Hatta şöyle düşünürsünüz, tüketim mallarının fiyatı elbet duracaktır ama sizin varlığınızın değeri de artmış olarak kalacaktır.
Kaldı ki iş bununla kalmaz, eğer enflasyonla birlikte maaşlar da artmışsa, enflasyona karşı bir şekilde kendinizi korurken, varlık değerleriniz arttığı için zenginleşmiş bile olabilirsiniz.
Ama daha fazlası da var: Eğer birikmiş borcunuz varsa, hele de borcunuz TL cinsindense, enflasyonla birlikte fiyatlar artarken borçlar düşer.
Düşünün, yüksek enflasyon başlamadan hemen önce banka kredisi ile ev aldıysanız, hem evinizin değeri artmış hem de borcunuz azalmış olur: Bu enflasyon size yaramıştır!
Enflasyona sadece hayat pahalılığı penceresinden bakan muhalefet, enflasyonun bu yüzünü görmek istemedi. Oysa vatandaş durumun farkındaydı, hele de kıt kazancı ile ev kredisi alan, araba kredisi alan geniş bir halk kitlesi vardı.
Enflasyon ve sınıf mücadelesi
Enflasyon sadece bir tercih değil tam anlamıyla sınıf mücadelesinin en keskin yeridir.
Fiyatların yükselmesi tüm toplumun giderinin artması demektir ama ya o fiyatları koyanlar için? Sonuçta her fiyat onu alan için bir gider, satan içinse bir gelirdir. O halde fiyatı yükselen ürünleri satan kesimler için enflasyon, gelirini yükseltme savaşıdır.
Sanayi, tarım, hizmet, ticaret gibi alanlarla meşgul iş kesimleri için fiyat bir silahtır. Bu silahı kimin ne kadar kullanabileceği hakim kapitalist sektörler arasındaki sermaye içi savaşı gösterir.
Enflasyon tek değildir, herkesin bildiği ama ne anlama geldiğini merak etmediği ÜFE ve TÜFE ayrımı bunun için vardır. Yüksek enflasyon döneminde Türkiye’de yaşanan, üretici enflasyonunun tüketici enflasyonundan daha hızlı artması oldu, sanayi enflasyonu da hizmet enflasyonundan hızlı arttı.
Böylece kapitalist sektörler arasında bir kaynak ve servet transferi yaşandı. Özellikle AKP’nin asıl dayandığı ihracata yönelik üretim yapan Anadolu sanayicileri bu işin kazananı oldu. Bunu “Yeşil Sermaye”nin güçlenmesi olarak okuyabilirsiniz.
Asgari ücretliler kaybeden mi?
İş dünyasının silahı faiz ise, işçi sınıfının ve çalışan kesimin silahı da maaştır. Artan fiyatlara karşı kendinizi korumak için maaşınızı artırmak için uğraşırsınız.
Ama işte maaş da tek değildir, iş dünyası nasıl farklı sektörlere bölünmüşse çalışan kesim de bölünmüştür.
Son 2-3 senenin maaş tabloları ne gösteriyor peki bize?
Asgari ücretin enflasyona karşı kendisini koruduğunu görürüz. 2020 yılında 391 dolar olan 2.325 TL’lik asgari ücret, bugün 425 dolar karşılığı olan 11.500 TL’dir.
Eğer bizim muhalif kesimlerin pek sevdiği ifade ile bilimsel olacaksak, rakamlara bakacaksak, asgari ücretlinin enflasyonun kaybedeni olmadığını kabul etmemiz gerekir. Ama fakirlik edebiyatı yapmaktan hoşlanıyorsanız durum başka tabii. Yine yapın fakirlik edebiyatı ama şunu bilin, fakir AKP’ye oy verdi ise bunun ekonomik nedeni tam da budur!
Ama maaş maaş dediğimiz de tek değil, mesela memur maaşları son yapılan yüksek zamma rağmen asgari ücrete yapılan zammı yakalayamadı. 10 yıl önce ortalama bir memur maaşı 2,5 asgari ücret maaşına denk gelirken şimdi 2’ye düştü oran.
Aynı şekilde memur standardında ve hatta daha iyi durumda olan özel sektör beyaz yakalı çalışanlar, serbest meslek sahibi eğitimli kesimin maaşı ise memur maaşı kadar bile artmadı.
Bu kesimlerden örnek aldığımız uzman doktor maaşı 2010 yılında 4 asgari ücrete denk iken şimdi bu oran neredeyse 3’e düşmüş durumda.
Maaş tablolarından çıkan en önemli gerçek orta sınıf maaşlarının artık asgari ücret seviyesine düşmüş ya da çok yaklaşmış olması. Ülke bir asgari ücretliler toplumuna dönüştürülmüş oldu.
Bu da elbette bilinçli bir tercihti AKP için çünkü orta sınıflar ekonomik bağımsızlıkları ve muhalif kimlikleri ile AKP’nin baş düşmanı idi. AKP, bu kesimi asgari ücretli düzeyine düşürerek büyük bir yıkım yarattı.
Dahası da var, işin çok acıklı kısmı da bu…
Türkiye gibi ülkelerde orta sınıflar, beyaz yakalılar genel olarak iyi maaş alır, iyi bir yerde kirada oturur, kalan parasını da iyi yerlerde yiyerek, içerek, gezerek harcardı. İşte enflasyon orta sınıflar için tam anlamıyla iki ateş arasında kalmak oldu: Bir yandan kiralar hızla arttı, diğer yandan tüketim harcamaları ve buna karşı maaşlarını artıramadılar. Böylece orta sınıfın yıkılması ile sonuçlandı süreç.
Konut krizi
Şu anda ülkenin en büyük sorunu konut krizi. Bu da elbette enflasyonun beklenen sonucu. Ama aslında bu da tam anlamıyla sınıf savaşının yaşandığı alan.
Madem herkes ekonominin kurallarından bahsediyor, o halde temel ekonomik bilgilere dönelim. Ücret çalışanın geliridir, kâr işverenin. Ama ekonomi kitaplarında bahsedilen iki gelir daha vardır: Faiz ve rant. Peki bunları kim elde eder?
Rant, topraktan veya konuttan elde edilen gelirdir, yükselen enflasyon karşısında ilk başta gafil yakalanan mülk sahibi sınıflar bir anda paniğe kapıldılar. Ve kendi sınıflarının çıkarı için kiraları hızla artırmaya başladılar. Biraz gecikmeli girdikleri için bu savaşa çok daha hırslı ve açgözlü bir şekilde yükselttiler fiyatları.
Elbette mülk sahibi sınıflar denilince aklımıza vampirler gelmemeli, bir evi kirada olan ve o kira geliri ile geçinenler de var ve bunlar mülk sahibi olsalar da toplumun yoksul kesimine dahil.
Ama madem ki mülkiyet özellikle sol iktisatçıların en temel analiz birimi, o halde bu ülkede mülk sahipleri ile mülksüzler arasındaki sınıfsal kutuplaşmayı neden kimse analiz etmez? Rantiye tabirini neden artık kimse kullanmaz?
Kaldı ki konut krizinin ağırlığı altında ezilen asıl katman orta sınıflardır. Toplumun üst sınıflarının zaten mülkü vardır, alt kesimler ise tüm varlarını yoklarını başlarını sokacak bir ev sahibi olmak için kullanırlar. Genellikle de en sonunda olurlar. Bizim gibi toplumlar, zenginler ve fakirlerin mülk sahibi olduğu, orta sınıflarınsa kiracı olduğu toplumlardır.
AKP’nin inşaat politikası esas olarak zengin müteahhitleri korumak içindi dersek doğrunun bir yüzünü göstermiş oluruz, doğrunun diğer yüzünde, uygun banka kredileri ile ev sahibi olan milyonlarca dar gelirli var. Hem dar gelirli hem de mülk sahibi oldukları için de AKP’ye daha güçlü şekilde bağlanıyorlar.
Bunların çoğu asgari ücretle geçiniyor ve şehirlerin varoş tabir edilen bölgelerinde yaşıyor. Ama asgari ücretin beyaz yakalı maaşları ile eşitlenmesine benzer bir olgu semtler arasında bile gözlenebiliyor. Konut fiyatlarının en fazla arttığı bölgeler şehirlerin bu varoş denilen kesimleri. Zengin semtlerde pahalı denilen konutların fiyatı 2 ila 5 kat artarken, yoksul semtlerde kimi yerlerde 10 kat arttı. Bugün Bakırköy’le Bağcılar, Ataköy’le Kayaşehir, Ümraniye ile Kadıköy, Pendik’le Göztepe neredeyse eşitlendi.
Tüm bu yaşananlar son 2-3 yılın şok programı sayılabilir. Bu şokun sosyolojik sonuçları oldu ve bu sosyolojik sonuçlar AKP’nin iktidarını sürdürmesini sağlıyor. Sözde eğitimli muhalefet ise bu sosyolojik dönüşümü göremediği gibi domates patates fiyatları üzerinden muhalefet yapıyor.
Faiz sebep mi sonuç mu?
Tayyip Erdoğan’ın “faiz sebep enflasyon sonuçtur” tezi hemen herkesin en çok dalga geçtiği şey ülkemizde. Tartışma yumurta-tavuk hikayesine döndü ve en kötüsü “faiz ne?” sorusunun cevabını gözden sakladı.
Faiz, paranın geliridir. Aslında paranın değil tabii, para sahibinin. Tıpkı mülk sahibinin geliri rant olduğu gibi para sahibinin geliri de faizdir. Faiz, bu anlamda para sahibi sınıfın silahıdır.
Enflasyonla faiz arasındaki ilişkiye yine sınıf mücadelesi açısından bakalım… Bankada paranız var ve enflasyon yükseliyor; kendinizi korumak için ne yaparsınız, elbette faizin yükselmesini istersiniz. Peki ülkede işbaşındaki iktidarın faiz yükseltmeme politikası varsa ne dersiniz? “Bu politika rasyonel değil, rasyonel olun” dersiniz! Kısacası, tartışılan faiz-enflasyon problemi bir iktisat bilimi problemi değildir, kaldı ki iktisat da bir bilim değildir, bir politik tercihler sistemidir!
Enflasyonla ilgili en rahatsız edici görüşümü yazının burasına sakladım, buraya kadar okuduklarınıza dayanabildiyseniz bu şoku atlatabilirsiniz: Enflasyon, zengine kesilen vergidir!
Herkes enflasyonu yoksula kesilen vergi olarak tanımlıyor biliyorum. Ama yazının başında da açıkladığım gibi, maaşınız enflasyon kadar arttı ise, size kesilen ek bir vergi yok demektir. İş adamıysanız ve fiyatlarınızı enflasyon kadar artırabiliyorsanız size de kesilen bir ek vergi yoktur. Hatta faizlerin düşük olması, kullandığınız kredinin maliyetini düşüreceği için sizi zenginleştirir bile.
Ama eğer birikmiş paranız var ise sizin o paranızı koruyabilmeniz için tek silahınız faizdir ve faizlerin yükselmesini istersiniz. Bu, sizin sınıf çıkarınız ve şahsi isteğinizdir, ekonomi bilimi ile de rasyonalite ile de hiçbir ilgisi yoktur.
Enflasyon bir yandan fiyatların artması olarak tanımlanırken diğer yandan ve daha doğru şekilde paranın değerinin düşmesi olarak tanımlanabilir. Paranın değerinin düşmesinden en çok etkilenecek olan da parası olan kesimlerdir, parası olmayan dar gelirliler değil.
Ama paranın değerinin düşmesi ile birikimi eriyen para sahipleri olayı tersine çevirirler, “enflasyon fakiri vuruyor” derler, “fakiri korumak için faizler artsın” derler, “rasyonel olan budur, bilim bunu emreder” derler, oysa tek dertleri kendi paracıklarıdır.
Zenginler de kaybeder
İktisatçı tayfasının sürekli söylediği bir şey var: Merkez Bankaları enflasyonla mücadele etmek için faiz silahını kullanırlar. Türkiye’de Merkez Bankası bu silahı kullanmadığı yani faizi artırmadığı için enflasyon bir türlü düşmemektedir.
Bu tezin güçlü bir dayanağı var elbette. Merkez Bankası’nın faizleri artırması ile birlikte kredi faizleri yükselir, yükselen faizler nedeniyle tüketim dizginlenir, bu talepte düşmeye yol açar, böyle olunca da arz fazlalaşır, en sonunda fiyatların yükselişi durur.
Durur çünkü üretim durur, üretimin durması ise fabrikaların durması demektir, bu ise işsizliğin artmasıdır. İşsizlik artınca gelir azalmakla kalmaz biter. Gelir yoksa talep iyice dizginlenir. İktisatçılar buna ekonomiyi soğutmak diyorlar. Tıpkı bir arabanın motorunu soğutmak gibi.
Ama asıl soğuyan çalışan kitlelerin evleridir, çünkü artık işsizdir. Binlerce evin yüz binlerce çalışanın gelirsiz kalmasıdır.
Ne kadar rasyonel değil mi?!
Neden peki?
Para sahiplerinin parasının değeri azalmasın diye!
İktisatçı tayfanın faiz yükselsin tezinin şöyle bir temeli var: Bu para sahipleri paralarının erimesi karşısında ne yapacaklar?
Sonra tüm toplum, özellikle de fakirler doğru ya, adamın parası eriyor, kendini nasıl koruyacak diye sormaya başlıyor. Düşünsenize rasyonaliteyi: Zenginin parasını nasıl koruyacağı fakirin derdi haline gelmiş!
Burada basit bir bilinç bozulması yok, zenginin asla kaybetmeyeceğine yönelik bir inanç bir tabu var: “Zengin kaybetmez” diyorlar.
Onlara şunu söylemem lazım: Zenginlere bu kadar tapmayın, zenginler de kaybeder…
Enflasyonun zengine kesilen bir vergi olduğunun en büyük kanıtı tam da bu faiz artsın talebidir. Ama faiz geliri elde eden para sahiplerinin alternatifi de vardır: Döviz. Bizim gibi ülkelerde (gelişmiş ülkelerde döviz diye bir kavram yoktur çünkü kendi paraları zaten dövizdir) para sahipleri paralarını korumak için faiz yerine dövize de yönelebilirler.
Ama Merkez Bankası müdahaleleri ile döviz dizginleniyorsa faizi artıramayan para sahipleri dövizin yükselmesi için ses yükseltmeye başlarlar. Merkez Bankası piyasaya müdahale etmemelidir, döviz satışı yapmamalıdır! Çünkü Merkez Bankaları döviz satmaz derler, iktisat bilimi böyle emreder derler.
Elbette böyle bir iktisat bilimi yoktur, dedikleri liberal iktisat politikalarıdır.
Baktınız döviz kuru bile enflasyondan düşük artıyor, faiz deseniz yerlerde sürünüyor, size kaçacak alan kalmamış, hükümet size KKM öneriyor ama biliyorsunuz ki KKM bile paranızın erimesini engellemiyor. Bu defa bağırmaya başlarsınız “KKM fakirin sırtında kambur, hazineden çıkıyor bunun bedeli” diye.
Elbette derdiniz fakir değildir, KKM’den hazineye binen yük ortada, yılda 10 milyar dolar, en fazla 20 milyar dolar. Bir taraftan Berat Albayrak dönemini eleştirirsiniz, 128 milyar dolar satıldı dövizi tutmak için dersiniz, ama işte 20 milyar dolara dövizi tutmanın yolu bulunmuş, maliyeti de zenginden çıkıyor, işte bunu kabullenemezsiniz!
“Rasyonalite gelsin, rasyonalite gelsin” dersiniz.
“İlle de reel faiz” dersiniz.
Reel faiz efsanesi
Bizim rasyonel iktisatçıların bir tezi var, zengin asla kaybetmez, o nedenle de paranın reel faizi olmalıdır. Yani faiz oranları enflasyondan yüksek olmalıdır. Kural bu derler, iktisat bir bilimdir derler.
Bir de örnek gösterirler, bakın tüm dünya enflasyonu düşürmek için faiz artırıyor derler. Bakarsınız gerçekten de tüm dünya faiz arttırıyor, bir tek sizin ülkeniz faiz düşürüyor. “İşte Tayyip Erdoğan’ın cahilliği” der, hem güler, hem tatmin olursunuz.
Ama ya bunlar gerçek değilse?
Buyurun size enflasyon ve faiz oranları.
İngiltere: Enflasyon: %7,9 Faiz: %5,25
Euro bölgesi: Enflasyon %5,5 Faiz: %4
ABD: Enflasyon %3,2 Faiz: %5,25
Japonya: Enflasyon: %3,3 Faiz: -%0,1
Tablodan açıkça görüleceği gibi gelişmiş ülkelerde, kapitalizmin ana vatanında, liberal iktisadın memleketinde faiz oranları enflasyondan daha düşük.
Doğru, herkes faiz artırıyor ama farkındaysanız kademeli olarak artırıyorlar ve neredeyse 1,5 yıldır faiz artırmalarına rağmen Avrupa’da faizler hâlâ enflasyonun altında.
Amerika’da ancak son 2 ayda ilk defa faiz enflasyonun üstüne çıktı. Ama bunun da bir sebebi var, ABD Merkez Bankası’nın takip ettiği asıl veri çekirdek enflasyon ve o da %4,7.
Japonya ise bambaşka bir örnek, enflasyon yükselse de onlar negatif faizden hiç şaşmadılar.
E, hani kuraldı, yoksa kapitalist ülkeler kendi koydukları kurala uymuyorlar mı?
Bu tabloyu gösterince bizdeki iktisatçılar hemen şöyle bir açıklama yapıverir: Onlar gelişmiş ülke, oralarda öyle olur, onların dövize yani sıcak paraya ihtiyacı yok. Mantıklı gelir size, “onların kuralları ile gelişmemiş ülkelerinki farklı olmalı galiba” dersiniz, oysa onların gelişmiş sizinse gelişmemiş olmanızın sebebi tam da budur!
Kapitalist devletler, kendi para babalarına reel faiz asla vermezler. Para babaları da bu paralarını ya borsada değerlendirir ya da bizim gibi uçuk faizler alabileceği gelişmemiş ülkelere gelir. Amerikan para babası kendi ülkesinde bulamadığı faizi sizde bulur, siz “sıcak para geldi, döviz ihtiyacımızı karşıladık” diye sevinirsiniz, oysa gelen paraya ödediğiniz yüksek faizle aldığınızdan fazlası ülkeden çıkar.
Para orada birikir, borç burada!
Arjantin olur muyuz?
Bakın Amerika’yı, Avrupa’yı, Japonya’yı dolaştık nereye geldik?
Arjantin!
Arjantin de tıpkı bizim gibi müzmin borçlu ülke. Yüksek enflasyon oranın da kaderi, para değerleri peso sürekli düşer.
Arjantinli de futbolla yatar futbolla kalkar bizim gibi. Orada da bizdeki gibi futbol yorumcuları vardır, takımları kurtarır. Ve bizdeki liberal iktisatçıların benzerleri Arjantin’de de vardır, ülkeyi kurtarır dururlar.
Arjantin’de iktidar 2018 yılında iktisatçıları dinleyerek IMF ile anlaşma yaptı ve 57 milyar dolar para aldı. Yüksek faiz politikası izledi, enflasyonun her yükselişinde faizi daha da artırdı. Öyle ki enflasyon %100’ü geçti ve faiz de %120’ye ulaştı. Her faiz artışı enflasyonu düşürmek bir yana sanki artırdı. Buna eşlik eden bir diğer gelişme ise Arjantin pezosunun da değerinin hızla düşmesi oldu.
Şimdi soralım bizim iktisatçılarımıza, sizin uygula dediğiniz her şeyi uygulayan Arjantin neden bu halde?
Bir de şunu düşünün: Türkiye eğer liberal iktisatçıları dinleseydi de aynı programı uygulasaydı ne olurdu?
Arjantin’de enflasyon da bizimkinin iki katı, para birimleri de bizimkinin iki misli değer kaybetmiş, sizin aklınızla sayın hocalar.
Aslında bizdeki iktisatçıların iktisat ile de pek ilgileri varmış gibi durmuyor. Tüm dünyada iktisatçılar, bugün karşılaşılan enflasyonun sebebinin klasik para teorisinin talep enflasyonu ile açıklanamayacağını, pandemi ve Ukrayna Savaşı sonrası girilen türbülansın etkilerini hesaba katmamız gerektiğini ve dahası bu yüksek enflasyonun asıl sebebinin yükselen şirket kârlılıkları olduğunu tartışıyor.
Futbol yorumcularımız ve taraftarlarımız nasıl her maçın sonunda hakemi suçlarsa bizde de ekonomi yorumcuları ve taraftarları faiz politikasını eleştiriyor.
Ve her sezon olduğu gibi transferler ile kurtulma umudu beliriyor. Bu defaki transfer, 20 yıllık eski futbolcu Mehmet Şimşek’in genç yıldız diye sunulması.
Mehmet Şimşek kim?
Mehmet Şimşek ekonomiden sorumlu bakan olunca muhalifler büyük sevince gark oldu. Kendileri olmasa bile fikirleri iktidardaydı. Hele de Şimşek’in “rasyonalite” açıklaması ise mest olmuşlardı.
Nitekim Şimşek’in ekonominin dümenine geçmesi ile birlikte muhaliflerin istediği oldu: Faizler artmaya başladı. 24 Temmuz tarihli 750 baz puanlık dev artış sonrası %9’a inmiş olan faiz %25’e yükseltildi.
Ama…
Nebati döneminde %80’lere ulaşmasına rağmen en son %38’e düşen enflasyon yükselişe geçti, hükümetin kendi tahmini bile yıl sonu %58’lik bir enflasyon.
Hani faiz artınca enflasyon da düşecekti?
Nebati döneminde 18 TL’de tutulan dolar kuru şu anda 26 TL.
Hani faiz artınca dolar düşecekti?
Şimdi diyecekler ki, bu daha başlangıç, bize süre tanırsanız dediğimiz olacak.Ben de onlara diyorum ki, Arjantin’e bakın, üç yıldır aynı akılla gidiyorlar ve şu an iflastalar. Türkiye’yi Arjantin yapacaksanız, devam edin.
Ama şunu da hatırlayın: Türkiye ekonomisinin, AKP’nin altın yılları olarak sunulan Ali Babacan, Mehmet Şimşek dönemi bugün yaşadığımız tüm sorunların temelidir, nedenidir, Mehmet Şimşek bize kurtarıcı gibi sunuluyor oysa bu ülkeyi batıran odur.
Mehmet Şimşek döneminde dolar kuru en fazla 3 TL’ydi, doğru.
Mehmet Şimşek döneminde enflasyon tek haneydi, doğru.
Mehmet Şimşek döneminde faizler düşüktü, doğru.
Ama bir de bunun nedenini söyleseniz ya!
Mehmet Şimşek döneminde, Atatürk döneminden beri kurulan Cumhuriyet’in en değerli kamu iktisadi kuruluşları, fabrikaları, arsaları satıldı. Dönemin özelleştirme geliri 100 milyar dolara yakın!
Mehmet Şimşek döneminde 2007 yılında 259 milyar dolar olan dış borcumuz 2018 yılında 426 milyar dolara çıktı. Yani tam 167 milyar dolar da dış borç yapmış.
Şu anda biz hâlâ bu adamın aldığı borçların faizini ödüyoruz.
Türk ekonomisini batıran, batırmaktan öte yabancılara satan, bizi de borca batıran adamı şimdi kurtarıcı diye getirdiler başımıza.
Korkarım Nebati’nin gözlerindeki ışıltıyı arayacağız…