Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idamını anlamak için 6 Mayıs 1972’den geriye doğru bir 10 yılı analiz etmek gerekir. Bu süreçte Türkiye öğrenci hareketini ve devrimci hareketini yönlendiren ve üniversitelerde satılan gazetelere bakmak gerekiyor. Bunların başında Doğan Avcıoğlu’nun Devrim gazetesi gelmektedir. Diğer incelememiz gereken, Mihri Belli’nin Milli Demokratik Devrim tezleridir. Bunların karşısında ise Hikmet Kıvılcımlı’nın Sosyalist gazetesindeki yazılarını da analiz etmeliyiz.
27 Mayıs Devrimi’nden sonraki süreçte gelişen anayasa şartlarında sol düşünce gelişmeye başladı. Bu süreçte Doğan Avcıoğlu’nun Türkiye’nin Düzeni isimli kitabını okumayan devrimci genç yoktu. Buradaki ana tez, Türkiye’de 27 Mayıs Devrimi’nin hedeflerine ulaşması için yeni bir devrime ihtiyaç olduğuydu. Bu görüşü Mihri Belli, Milli Demokratik Devrim (MDD) tezleriyle paylaştı. Bu tez, Lenin’in aşamalı devrim teorisine dayanıyordu ve önce demokratik devrim sonra sosyalist devrim gerçekleşebilir düşüncesini savunuyordu. MDD tezlerinde sınıfların mevzilenmesi ve strateji-taktiklerde öne çıkan “sivil-asker zinde güçler”di. Bu anlamda, 9 Mart’taki sol askeri darbenin teorisini oluşturmaktaydı. Devrimci gençler de bu strateji doğrultusunda bir aktivite içindeydi.
Bunun dışında iki grup vardı. Biri, TİP’in temsil ettiği düşünceydi. Gençlik içindeki lideri ise Harun Karadeniz’di. Onlar MDD tezlerine karşı çıkıp Sosyalist Devrim (SD) tezlerini savunuyordu. Harun, 68 Kuşağının gerçek lideri ve ciddi bir teorik birikime sahip bir arkadaşımızdı. Harun, Masis Kürkçügil ve Çetin Özek “entellektüeller davası”nda yargılanmış ve bu anlamda 1970’te THKO ve THKP-C kurulduğunda Harun’a tepkiliydiler. Sansaryan Han’da 10-15 gün kaldığımız süreçte, Harun polislerin çok saygı duyduğu bir kişilikti. Nitekim polisler “Harun, sen bunlarla beraber değilsin.” dediğinde Harun “Ben hasta oldum, o yüzden de hareketten uzak kaldım. Beraber çorba içip ortak yemek yeseydik, belki beraber olurdum. Ama şimdi aynı görüşleri paylaşamıyoruz.” yanıtını vermişti. Harun, Göreleli olduğu için, Anadolu halkını da yakından tanıyordu. Devrimin maddi şartlarının bir boyacı küpüne sokularak oluşmayacağını düşünüyor ve silahlı mücadele ve gerillacılığı reddediyordu.
Bir de benim de yakından tanıdığım Hikmet Kıvılcımlı’nın Sosyalist gazetesi etrafında örgütlenen, İşsizlik ve Pahalılıkla Mücadele Derneği ve Vatan Partisi grubuydu. Tabii o zamanki Vatan Partisi’nin bugünkü Vatan Partisi’yle alakası yoktu. Aynen bugünkü TİP’in geçmişteki TİP ile ya da bugünkü TKP’nin geçmişteki TKP ile alakasının olmaması gibi.
Hikmet Kıvılcımlı parti konusunda “sen, ben, bizim oğlan bir araya geldiği zaman bir parti oluşturulabilir” derdi. 3 kişilik merkez organı, onun etrafında 30 kişilik bir merkez komitesi, onun etrafında 300 kişilik bir partiyle Bolşevik modeli ve hatta Gramsci modelini savunan bir tezi vardı. Bunun dışında proleter partisinin kurulmasını bekleyen bir tavırdaydı. Mihri Belli ise “Devrimde öncülük, pazarlık konusu yapılamaz. Kim öne geçiyorsa, öncü odur.” diyerek parti konusunu ve proletaryanın önderliğini ikinci plana atmıştır. TİP ise, Kıvılcımlı’yı eleştirerek parlamenter mücadeleyle sosyalizme geçilebileceğini savunuyordu.
Doktor’un (Kıvılcımlı) TİP için yazdığı “Uyarmak için uyanmalı, uyanmak için de uyarmalı” başlıklı eleştirileri vardı. Diğer taraftan ise, MDD’ye eleştiri olarak da “Devrim Zortlatması” isimli bir çalışması vardı. Bunda MDD’yi Yörüklerin “zortlatma” sazına benzetiyordu ve “MDD, iki aşamalı bir devrim stratejisi değil, bizzat burjuvazinin demokratik devrimidir.” görüşünü savunuyordu. Toplumsal gelişimin MDD’yi aştığını söyleyerek örnek olarak da 1970’teki 15-16 Haziran büyük işçi eylemlerini gösteriyordu. Türkiye’de işçi sınıfının olmadığı bir politik hareketin “sivil-asker zinde güçler”le bir darbe yapıp iktidara gelse bile, 27 Mayıs’ta olduğu gibi iktidarı burjuvaziye teslim edeceğini vurgulayan bir tezdi.
Kıvılcımlı, Türk Ordusu’nun tarihsel devrim geleneğiyle ortaya çıkmış bir olgu olduğunu savunuyordu. Özetlemek gerekirse: “Devlet sınıflarının yani İlmiye, Kalemiye, Mülkiye, Seyfiye’nin oluşturduğu bir yapı vardır ve Jön Türklerden beri bu sınıflar etkindir ve Türkiye’deki devrimlerin temelinde yer almaktadır. Modern anlamda ise işçi sınıfı ile bu devlet sınıfları birleşmedikçe bir modern devrim olamaz. Kurtuluş Savaşı bir hibrit devrimdir, halk sınıflarıyla devlet sınıfları birleşmiştir. Ancak şimdiki devrimin merkezinde işçi sınıfı olmalıdır.”
Buna karşılık Perinçek bu tezleri “Kıvılcımlı’nın Burjuva Ordu Devlet Teorisinin Eleştirisi” kitabında eleştirmiş ve Lenin’in Çar ordusu için söylediği “Burjuva devlet mekanizması parçalanmalı yerine proletarya devleti kurulmalı. Burjuva ordu mekanizması parçalanmalı, yerine Kızıl Ordu geçmelidir.” tezlerini Maocu bir versiyonla, “Burjuva ordu ve devlet mekanizması kırlardan şehirlere doğru ilerleyen Maocu anlamda bir halk savaşıyla yıkılmalıdır” şeklinde ifade etmiştir. Böylece Perinçek, 1970’lerin Türkiye’sinden 1930’ların Çin’ine giden bir uçuş gerçekleştirmişti.
Kıvılcımlı ise buna cevap olarak “CIA Maoculuğu” yazılarını kaleme almıştır. Burada vurguladığı şudur: “Türkiye Çin değildir, yıl da 1930 değildir. Kırlardan şehirlere devrim tezi gerçeklerden kopuktur.” Doktor için Perinçek’in bu konudaki tezlerinin hiçbir önemi yoktur ama asıl tehlikeli olanı Mahir’lerdir. Mahir’ler inançlıdır, inançlı oldukları oranda da “tehlikeli”dir şeklinde bir düşüncesi vardır. “Kesintisiz Devrim” yazılarıyla kendini ifade eden Mahir Çayan, önce şehirlerde “şehir gerillası”, daha sonra kırlarda “kurtarılmış bölge”, ardından THKP-C’nin ilk kurtarılmış bölge kongresi ve oradan “kırlardan şehirleri fethetmek” şeklinde eklektik bir tez öne sürmüştür. Bu aslında Marighellacılıktan Maoculuğa doğru giden bir çizgidir. Doktor’u hastanede ziyaretinde yaptığı bir konuşmada söylediği “70 yıldır mücadele ediyorsunuz. Subjektif faktör yani parti, mücadele edecek savaş örgütü söz konusu değil, irade söz konusudur” tezleriyle Türkiye’deki sosyalist hareketin pasifist olduğunu, devrimin objektif şartlarının çoktan oluştuğunu, oligarşinin dengesinin kolaylıkla sarsılacağını vurgulamıştır.
Bu sürece gelmeden evvel Mahir’lerin tezi, Mihri Belli’yle beraber gidiyordu. Deniz’ler de Hüseyin İnan “Türk Devriminin Yolu” başlıklı broşürünü yazmadan önce, klasik Doğan Avcıoğlu tezlerini savunuyordu. Nitekim iki grup da 9 Mart’taki 27 Mayıs benzeri bir askeri harekâtın desteklenmesi gerektiğini düşünüyordu.
Fakat ne olduysa, CIA Maoculuğunun Türkiye’deki sol içine sızmasıyla “Biz darbeci değil, devrimciyiz.” diyerek Ordu’nun ilerici darbesine karşı çıkan tezler ortaya çıktı. Şehir gerillacılığı, kır gerillacılığı, Che Guevara’nın “Gerilla Savaşı” kitabıyla Alberto Bayo’nun “Gerilla Nedir” kitabı gibi yayınlar, fokocu anlayışı ortaya çıkarmıştır. Ve “foko”ların birbiriyle yarışmasıyla olaylar çığırından çıkmıştır. Banka soygunları ve diğer gerillacılık taktikleri ortaya çıkarak 9 Mart’ın Ordu içindeki destek gücü yok edilmiştir. Deniz’lerin Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’na karşı Demirel “Türkiye’nin tek bir ordusu vardır.” tezlerini ortaya koymaya başlamıştır. Diğer taraftan Maocular da “Halk ordusu” tezlerini ortaya çıkarmıştır. Halbuki, Doktor’un söylediği gibi, “kuşlar bir kanatla uçmaz.” Böylece iki keskin kılıç arasında kalan 9 Martçılar yerini 12 Martçılara bırakmış, 9 Mart’ın tam zıddı bir askeri darbe gerçekleşmiştir.
6 Mayıs’taki idamlar, aslında solun lider kadrosunun cezalandırılmasıdır. Mahir, Cihan ve Hüseyin Cevahir gibi diğer liderler öncesinde katledilmişti. Hapisteki Deniz, Hüseyin ve Yusuf da idam edilerek ortadan kaldırılmıştır.
Doktor’un teorik olarak vurguladığı şuydu: “Arka cebine 6.35’lik konularak çetecilik yapılamaz. Sosyalizme en büyük zarar çetecilikten gelmiştir. Bir diğer zarar da Kürtçülükten gelmiştir.” Doktor, “Yol Anıları”nda ise şöyle yazmıştır: “Çeteciliğe ve Kürtçülüğe karşı çıktığım için yurt dışına sürüldüm. Sovyetler Birliği tarafından da kabul edilmedim.”
Neticede, 60’tan 70’e kadar yükselen devrimci hareket bir partiye dönüşememiş ve bu yüzden de silahlı mücadele tezleriyle sınıf mücadelesi toptan silinme noktasına gelmiş ve 12 Mart ortaya çıkmıştır. 12 Mart’ın da sembolik sonucu Deniz, Hüseyin ve Yusuf’un idamıdır.
Deniz’in idamında söylediği son sözü çarpıtmadan vurgulamak gerekir: “Yaşasın Marksizm-Leninizm. Yaşasın Kürt ve Türk halklarının bağımsızlık mücadelesi.” Bu sözlerden önce Marksizm-Leninizm atılmış, sonra da Kürt ve Türk halklarının bağımsızlık mücadelesi kavramı Türk-Kürt kardeşliğine dönüştürülmüştür. Oysa Deniz bir Marksistti ve “kardeşlik” gibi bir burjuva kavramı savunmazdı. Onun için sınıf ve bağımsızlık kavramları söz konusudur. Örneğin Marks, Birinci Enternasyonal’de “Yaşasın Dünya Halklarının kardeşliği” sloganı atılmak istendiğinde buna karşı çıkmış ve “Benim kardeş olmak istemediğim o kadar çok insan var ki. Bizim kardeşlik sorunumuz yok. Tersine, yaşasın dünya işçi sınıfının birliği!” demiştir. Deniz de idam sehpasında bu minvalde Türk ve Kürt halklarının kardeşliğini değil birlikte mücadelesini savunmuş ve bölünmeye giden bir “kardeşlik” kavramını kullanmamıştır. Maalesef bu konuda Deniz’e haksızlık yapılmakta ve son sözleri çarpıtılmaktadır.
THKO ve THKP-C’nin ortaya çıkmasından önceki politik ortamı üçe bölebiliriz. Kıvılcımlı’nın oluşturduğu “tarihsel devrim ve sosyal devrimin bir aradalığı” düşüncesi, Mihri Belli ve Avcıoğlu’nun savunduğu MDD tezi ve Harun Karadeniz’in Sosyalist Devrim tezleri. Ancak birden bire bu üç görüşten farklı olarak “halk savaşı” tezleri köpürtülmüş ve kırmızı manşetli “Proleter Devrimci Aydınlık” gibi dergilerle yayılmıştır. Kıvılcımlı ise bu tezlerin yayılmasını engellemek için çabalamıştır.
9 Mart hareketinin 27 Mayıs’ın tekrarı ve onu geliştirecek bir hareket olarak ortaya çıkması CIA tarafından Rusçu bir hareket olarak yorumlanmış ve bu yüzden 9 Mart’a teorik olarak karşı çıkılıyormuş gibi yapılmış ve bu tezler zamanla Sovyet Sosyal emperyalizmine karşı çıkan bir Maoculuğa dönüşmüştür. Bu tezlerin bayraktarlığını yapan kişilerin, Cengiz Çandar olsun, Halil Berktay olsun, Perinçek olsun, konumları bugün görüldüğü gibi açıktır. Keza Sovyetler’e karşı çıkma çizgisi Mao’yu ABD’nin yanına savurmuştur. Nitekim bugün de Çin, Şi Cinping önderliğinde bu Amerikancı çizgiyi devam ettirmektedir. Bu, dünya sermayesinin Çin’de odaklanması anlamında bir Amerikancılıktır. Dünya sistemindeki sermaye bugün Çin’de odaklanmış ve Çin tüm dünyaya ihracat yapan ve tüm dünyayı sömüren bir emperyalist ülke haline gelmiştir. Buna rağmen hâlâ Maocular tarafından “sosyalist” bir ülkeymiş gibi savunulmaktadır. Doktor’un Macoluğu “CIA Maoculuğu” olarak eleştirmesi, aslında 1970’lerden bugünleri gördüğünü göstermektedir. Emperyalizmin yeni merkezi İngiltere ve ABD’den sonra Çin’e gitmiştir. Çin’i bu anlamda “sosyalizmin merkezi” olarak görmek dünya tarihinin gördüğü en büyük çarpıtmalardan biridir. Doktor’un 70’lerde ortaya koyduğu “CIA Maoculuğu” günümüze kadar değişik maskelerle süregelmiştir.
Doğan Avcıoğlu ve Mihri Belli’nin MDD tezlerinden kopuş esas olarak şu söylemlerle başlamıştır: “Avcıoğlu Kemalisttir. Gerçek bir devrimci olmak için Marksist-Leninist olmak gerekir.” Oysa, Kıvılcımlı, Kemalizmin tekelci burjuvazi oluşturduğunu savunmuş ve Kemalizmle yollarını daha 1935’lerde ayırmıştır. Bu düşüncedeki Kıvılcımlı’nın Kemalist olmakla suçlanması haksızlıktır. Yine de Kıvılcımlı, 1935’lerde yollarını ayırdığı Kemalizmin anti-emperyalist olduğunu teslim etmekten kaçınmamış ve Kürt isyanlarının emperyalizmin güdümünde olduğunu tespit edebilmiştir. Bu anlamda, gerillacılığa geçişte, karşı çıkılan temel ideolojik merkez Kıvılcımlı olmuştur. Nitekim, 1970’ten sonraki dönemde TSİP ve diğer partiler Kıvılcımlı’nın ideolojik ekseni doğrultusunda örgütlenmeye başlamış ve işçi sınıfıyla bağlantıyı öne çıkaran bir temel oluşmuştur. THKP-C’den kopan Yusuf Küpeli’ler de işçi sınıfına yönelirken THKO Maoculuğa dönüşmüştür. THKP-C’nin Halkın Yolu grubu da Maoculuğa savrulmuştur. Bu anlamda, Kemalist Devrimci çizgiyi terk edenler Marksist-Leninist çizgi yerine Maoculuğa yönelmiştir. Marksizm-Leninizme isim olarak yönelen ve örgüt isminin sonuna ML ekleyen TKP-ML, THKP-C/ML (Halkın Yolu) gibi hareketler Kemalizmden uzaklaşmış ve Perinçek’in ideolojik etkisiyle Maoculuğa yönelmiştir.
Halbuki Kıvımcımlı’nın bütün derdi, Leninist bir işçi sınıfı partisini örgütlemektir. Bunun için de askerlerle savaşmaması, aksine askerlerle birlikte yürümesini savunmuştur. Bunu, vaktinde Troçki de savunmuştu. Nitekim, “Balkan Savaşları” kitabında “Türk Ordusu bir burjuva ordusu değildir. Avrupa’da yıkılması gereken bütün aristokrat ordulardan farklıdır. Türk Ordusu halk çocuklarından oluşmuş bir ordudur ve iktidardaki güce karşı mücadele etmektedir.” tezini savunmuştur. Bu anlamda Troçki, “hakim sınıfların baskı aracı olarak ordu” tezinin Türkiye için geçerli olmadığını ilk fark eden teorisyen olmuştur. Kıvılcımlı bu anlamda Troçki ile aynı görüştedir. Buna karşılık, Türkiye’de Markizm-Leninizmi savunduğunu iddia eden kesimler, Batı’nın şablonlarını Türkiye için yanlış uygulayarak Türk Ordusu’nu yanlış konumlandırmış ve 1930’ların Çin’ini ve 1960’ların Küba’sını kopya ederek Türk Ordusu’nu burjuva ordusu olarak görerek orduya karşı savaşan bir gerillacılığı ve halk savaşını savunur hale gelmiştir.
Maoculuğa savrulma döneminde Atatürkçülükten kopuşta Mihri Belli ve Avcıoğlu grubu “Maocu halk savaşı gibi eylemler faşizme yol açar o yüzden bu eylemlerin çizgisine girilmemelidir” ifadelerini kullanmıştır ama Maocu silahlı çetecilik ise diğerlerini pasiflikle suçlamıştır. Böylece 9 Mart’taki hareket engellenmiştir.
Kıvılcımlı, Mihri Belli’nin ve Avcıoğlu’nun MDD tezlerini eleştirdiği ana kitabı “27 Mayıs ve Yön Hareketinin Sınıfsal Eleştirisi”dir. Gerillacılığı eleştirirken ise Çin’den gelen ve kendi topraklarına basmayan tezlerin “tek kanatlı kuş” olduğunu, Küba’dan gelen tezlerin Türkiye gerçekleriyle uyuşmadığını vurgulamıştır. Bu iki tezin temel dayanağı “Türkiye’de işçi sınıfı yoktur” düşüncesiydi ve aslında 15-16 Haziran büyük işçi eylemleriyle yanlış olduğu kanıtlanmıştı. Bu iki yanlış tez, 9 Mart yerine 12 Mart’ı getirmiştir. Doktor, o dönemde iki sapmanın sol için öldürücü olduğunu, bunlardan birinin çetecilik, diğerinin ise Kürtçülük olduğunu vurgulamıştır. Deniz’lerin ve Mahir’lerin bir günah keçisine dönüştürüleceğini ve kurban edileceğini daha 12 Mart öncesinde üzülerek ilan etmiştir. Bugün gelinen nokta, Doktor’un o dönemi ne kadar gerçekçi değerlendirdiğini göstermektedir.