Dün 10. defa toplanan “6’lı masa” toplantısı sonrasında yapılan açıklamayla tekrar öğreniyoruz ki, Cumhurbaşkanı adayının kim olacağı meselesi gündeme gerçekten de hiç gelmemiş.
Yani konuşulup da siyasi taktik gereği gizlenen bir durum yok. Türkiye’nin her masasında en çok konuşulan “Aday kim olacak?” sorusunun sadece 6’lı masaya gelmemiş olması, muhalefetin kurduğu varsayılan “oyun planının” ne kadar temelsiz olduğunu baştan gösteriyor.
Her seçim öncesinde muhalif vatandaş “umut vadeden” semboller yaratmayı ve bu sembollere sarılmayı çok sever. Bu seçim öncesinde de genel başkanların aday belirlememe yönündeki ısrarlı tutumları ve ortak tavırları, altı ismin de gelişmeleri iyi izlediği ve duruma “son derece hakim” oldukları izlenimini uyandırdı.
Bir muhalif olarak ben de böyle düşünmek isterdim. Sonuçta “böyle düşünmek” insanı daha çok rahatlatıyor ve anlamsız bir mutluluk psikolojisine sokuyor. Tabii ki seçimden sonra ilk yıkılanlar da bu bahsettiğim kesimler oluyor.
Peki 6’lı masanın Cumhurbaşkanı adayını açıklamaması neden bir eksiklik yaratıyor? Bazıları “Erdoğan’ın da aday olduğunu henüz açıklamadığını” söylüyordu ancak Erdoğan, açıkça aday olduğunu, hatta “son kez” oy istediğini beyan etti. Dolayısıyla bu gerekçe artık boşa çıkmıştır.
Diğer taraftan “Cumhurbaşkanı adayının kim olduğunun acilen açıklanması çağrısı” birilerinin merakını gidermek amacıyla yapılmadı. Cumhurbaşkanı adayının ilan edilmesi kervanın artık yola koyulduğu, tüm tartışmaların artık geride kaldığı ve sonraki süreçte yapılacak politik mücadelenin açık deklarasyonu anlamına gelecekti.
6’lı masanın iktidar karşısındaki en büyük avantajı ve seçmenlere verebileceği en büyük güvence “ortak bir adayın sorunsuz biçimde çıkarılabileceğini göstermek” olacaktı ve bu mesaj üzerinden Türkiye’nin “ortak akılla” yönetilmesinin mümkün olacağı gösterilecekti.
Muhalefetin halka verebileceği tek somut şey işte bu “mesajdı”. Ancak bunu veremedi.
Diğer taraftan iktidarın ise iktidar olduğu için “dağıtabileceği” çok daha fazla kaynak var ve yaklaşık 2 aydır bu kaynakların AKP eliyle nasıl dağıtıldığını fazlasıyla görüyoruz.
Seçim yatırımları üzerine yapılan “Bay Kemal söyledi iktidar yaptı” propagandasının seçmen üzerinde nasıl bir etkisi olacağını bilmiyoruz. İddia edildiğinin aksine “Kemal Bey çok iyi muhalefet yapıyor, bırakalım muhalefette devam etsin” sonucu da ortaya çıkabilir. Bunu ancak seçim günü anlayabileceğiz.
Ancak kesin olan şey şu ki, siyaseti bir teraziye benzettiğimizde iktidarın verebilecekleri ve muhalefetin “vaat ettikleri”nin yarattığı etki aynı olmuyor.
AKP’nin iki aylık ekonomik yönelimi, Türkiye’de siyasetin dengesini iktidar lehine değiştirmiş, muhalefetin geliştirdiği “boş tencere” siyasetinin önünü kapatmış durumda.
Diğer taraftan uluslararası gelişmeler de iktidarın önünü açacak yönde. Rusya’nın Türkiye’ye büyük miktarda nakit destek yapması ve Esad’ın “Seçimlerden önce Erdoğan’la görüşmem” demecine rağmen, Esad’la Erdoğan’ı buluşturacak olması, iktidar açısından çok önemli bir hamle.
Böylesi bir görüşmede Erdoğan’ın elini rahatlatmak için çıkacak göz boyayıcı bir “Suriyelileri geri gönderme mutabakatı”, Türkiye açısından gerçek bir felaket senaryosu olacak.
“İktidarın oyun planı yok” söylemi, sadece bizi rahatlamaya yarayan bir sakinleştirici işlevi görüyor. İktidarın gayet net bir planı var ve uygulamaya da koydular.
Türkiye’yi izleyen Financial Times muhabirlerinin “seçimleri Erdoğan’ın kazanacağı” yönündeki öngörüleri bile bu iki aylık değişimin bir sonucu olarak ortaya çıktı.
Muhalefet ise en büyük kozu olan “ortak aday çıkarma” ve “kararlı bir birliktelik gösterme” fırsatını elinden kaçırmış durumda. Bundan sonraki süreç ise “ortak mücadele” değil, “pazarlık” sürecine doğru evrilecek. Davutoğlu’nun bugün yaptığı “Genel Başkanların kararlarda imza yetkisinin bulunacağını” söylemesi bunu gösteriyor. Pazarlığın bu kadar çok olduğu bir yerde gerçek bir kararlığın ortaya çıkması ve sürecin yürütülebilmesi ise her geçen gün daha fazla güçleşiyor.