Tayyip Erdoğan’ın Abdülhamit hayranlığı
“Abdülhamit, diplomasi dehasıyla Osmanlı’nın parçalanmasını önledi.”
Son yıllarda Türk siyasetinde en çok duyduğumuz cümlelerden birisidir bu. Bunun en önemli nedeni Tayyip Erdoğan’ın Abdülhamit hayranlığıdır.
İktidarının ilk yıllarında Avrupacı/Batıcı, ortasında Kürtçü/“Çözüm”cü sonlarında ise “milliyetçi” söylemler kullanan Tayyip Erdoğan’ın siyasi çizgisi son derece konjonktürel ve pragmatisttir. Mussolini ve Hitler gibi diğer faşist liderlere benzer biçimde… Dönem neyi gerektirirse ona göre biçimlenen ve sadece ve sadece iktidarını devam ettirme içgüdüsüyle belirlenen bir siyasi çizgidir bu. Daha doğrusu siyasi çizgi“siz”lik…
Ancak Tayyip Erdoğan’ın 20 yıllık iktidarında hiç geri adım atmadığı tek bir mesele vardır diyebiliriz: Abdülhamit hayranlığı… Bunun pek çok nedeni var şüphesiz, ancak en önemlisi, Abdülhamit’in devrilmesini İttihatçı ordunun bir darbesi olarak tanımlayan klasik İslamcı tarih anlayışının Erdoğan’daki “darbe” paranoyasıyla birleşmesidir. Tayyip Erdoğan kendisini Abdülhamit’le adeta özdeşleştirir. Nitekim, Abdülhamit’in hayatını anlatan Payitaht dizisi bile aslında Abdülhamit’i değil Tayyip Erdoğan’ı anlatmaktadır…
İslamcı tarihçilik, ideolojik bakışla tarihi gerçeklerin çarpıtılması ve hatta tarihin yeni baştan yazılmasıdır. Bunu gizlemek için de “resmi tarihin çarpıtmalarına karşı mücadele ediyoruz” derler. Aslında “resmi tarih” dedikleri tüm dünya tarihçilerinin üzerinde anlaştığı tarihsel gerçeklerdir.
Abdülhamit konusunda da bu “İslamcı tarihçi yalancılığı” devreye girer. O kadar ki, osmanlı İmparatorluğu’nun neredeyse yarısının yitirildiği Abdülhamit dönemi “tek karış vatan toprağı kaybedilmemiştir” diye kutsanır.
Bu yazımızda Abdülhamit döneminde ne kadar çok toprak kaybedildiğinin tartışmasını yapmayacağız. Bu konu çok yazıldı ve gerçekler de ortadadır. Yazarımız Okan İşbecer de geçtiğimiz günlerde bu konuyu gayet güzel özetledi zaten. Tekrar etmemize gerek yok. Abdülhamit döneminde Kaybedilen topraklar şunlardır:
Kıbrıs, Kars, Ardahan, Batum, Romanya, Bulgaristan, Makedonya, Bosna-Hersek, Girit, Mısır, Tunus, Habeşistan, Sudan…
Ancak Abdülhamit döneminin pek üzerinde durulmayan birkaç yönü daha var. Ve sonuçları aslında Osmanlı’nın yıkılmasına neden oldu.
Diplomatik “deha”?
Abdülhamit bilindiği gibi 33 yıl iktidarda kaldı. 1876-1909 arası… İslamcı tarihçilik bu yıllarda kaybedilen toprakları iki döneme ayırır. Romanya, Kars, Ardahan gibi Rusya’ya kaybedilen topraklar 1876-77 Osmanlı-Rus Savaşı’nın bir sonucudur. Abdülhamit ise tahta yeni oturduğu için bunlardan sorumlu olamaz İslamcılara göre… 1908-09 yıllarında kaybedilen Romanya’dan Bulgaristan’a, Makedonya’dan Bosna-Hersek’e topraklar ise Meşrutiyet idaresine geçilmesinin bir sonucudur. Abdülhamit yine sorumlu değildir!
Abdülhamit, İstibdat rejimiyle Osmanlı’ya tamamen egemen olduğu dönemde hiç toprak kaybetmemiş olsa İslamcıların dedikleri belki doğru olabilirdi. Halbuki örneğin Girit 1897’de yitirilmiştir. Bunun sorumlusu ne Abdülhamit’in “tecrübesizliği” ne de Meşrutiyet yönetimi olabilir…
Ancak “Abdülhamit, diplomasi dehasıyla Osmanlı’nın parçalanmasını önledi” görüşü bugün maalesef pek çok Atatürkçü tarafından da savunulan bir düşüncedir. Abdülhamit yanlıları bunu bir “diplomatik deha” olarak görür. Karşıtları ise “emperyalist merkezler arasında dans etmenin bir sonucu” olarak değerlendirir. “Hiç toprak kaybedilmemiş” olarak görülen 1880-1908 arası dönem Abdülhamit’in herhangi bir dehasının ya da “diplomatik dans”ının sonucu değil, dünya konjonktürünün bir ürünüydü.
Belle Époque (Güzel Zamanlar)
Avrupa tarihinde Belle Époque (Güzel Zamanlar) olarak değerlendirilen bir dönem vardır. 1871-1914 arası… 1871’deki Prusya-Fransa savaşının ardından başlayan ve Birinci Dünya Savaşı’na kadar süren bu dönemde Kıta Avrupası’nda hiç savaş yaşanmamıştır. Avrupa tarihinde görülmemiş uzunlukta 40 yılı aşkın bir “barış” dönemidir bu. Tabii Belle Époque, hiç savaş yaşanmasa da 1914’te yaşanacak büyük emperyalist hesaplaşmanın hazırlığının yapıldığı bir dönem olarak görülmelidir. Bu dönemde, Almanya ve İtalya’nın da ulusal birliklerini sağlayıp emperyalist paylaşım mücadelesine katılmış, ABD kendisini Amerika kıtasında “izole” eden Monroe Doktrini’ni yavaş yavaş terk etmeye başlamış, doğuda ise Japonya gibi bir güç ortaya çıkmıştı. Avrupa’da artık sadece İngiltere ve Fransa değil; İtalya ve Almanya gibi güçler de bulunmaktadır. Batıdan ABD, doğudan ise Japonya da güçlenerek gelmektedir. Artık Napolyon Fransa’sının yaptığı gibi tek bir ülkenin Avrupa’da istediği gibi “at oynatabileceği” yıllar geride kalmıştır. Rakiplerini alt etmek isteyen, bu rakiplerinin bir kısmıyla “ittifaklar” kurmalıdır.
İşte bu Belle Époque döneminde emperyalist ülkeler bir yandan silahlanmakta, teknolojik açıdan rakipleriyle yarışı kızıştırmakta ve büyük bir hesaplaşma için hazırlanmaktadır. Bir yandan da geçmişte rakip gördükleriyle ittifaklar kurma yoluna girmektedir. Yüzlerce yıllık düşman İngiltere ile Fransa, yükselen Almanya’ya karşı birleşmenin yollarını ararlar. Rusya da kendini bir ittifaka atma derdindedir. Avusturya-Macaristan da içten içe çürüyen imparatorluğun ömrünü uzatmak için Almanya’ya yanaşmaktadır. Ve saire, ve saire…
Ancak Belle Époque aynı zamanda bilimin ilerlediği, teknolojinin geliştiği yıllardır. Uçak, otomobil gibi buluşlar yaygınlaşmaya başlamış, donanmalar artık kömürle çalışan ve çelik gövdeleriyle sağlamlaşmış büyük gemilerle eski ahşap yelkenlilerle karşılaştırılamayacak bir güce ulaşmış, silah endüstrisi de çığ gibi büyümüştür.
Bir yandan da Afrika artık paylaşım mücadelesinin cephesi haline gelmiş, emperyalist ülkeler birbiriyle savaşmak yerine bu geniş coğrafyayı “neşe içinde” paylaşma yarışına girişmiştir. Balkanlar’dan Kuzey Afrika’ya uzanan Osmanlı toprakları ise paylaşılamayacak kadar değerlidir. Bu topraklar için bir hamle dünya savaşına yol açabilecektir. (Nitekim Birinci Dünya Savaşı esas olarak Osmanlı topraklarını ele geçirme mücadelesidir.)
Abdülhamit istibdadının yarattığı “durağanlık”
Abdülhamit döneminde yaşanan aslında bu Belle Époque döneminin bir eseridir. Bu dönemde Avrupa’nın paylaşım savaşı ertelenmiştir. Osmanlı toprakları da bundan payını almıştır. Batı ülkeleriyle “savaşsızlık” Abdülhamit’in bir dehasının ya da diplomatik manevralarının sonucu değil dönemin karakterinin kaçınılmaz sonucudur. O yıllarda Osmanlı’yı kim yönetse, bu “savaşsızlık” yine yaşanacaktı…
Ancak Abdülhamit yüzünden Osmanlı bu “savaşsızlık” dönemini diğer büyük devletler gibi iyi değerlendirememiştir. Tüm dünya hızla büyük donanmalar inşa ederken Abdülhamit bir “darbe”den korktuğu için Osmanlı Donanması’nı Haliç’te çürütmeyi tercih etmiştir. Tüm Avrupa orduları teknolojik açıdan devrimler yaşar, savaş bilimi hızla ilerlerken Abdülhamit dönemi Osmanlı Ordusu, liyakatin sona erdiği, sadece padişah yaltakçılarının paşa olup yükselebildiği durağan bir orduya dönüşmüştür. Balkan Savaşları’ndaki büyük yıkım ve hezimetin en önemli nedeni Abdülhamit’in bu “ufuksuzluğu”dur. Tüm dünya ordularını güçlendirirken Abdülhamit, orduyu kendisine rakip olarak görüp zayıflatmayı tercih etmiştir.
Osmanlı Ordusu’nda görülen bu “durağanlık” fikir hayatında da yaşanmıştır. Tanzimat sonrası hareketlenen Osmanlı fikir hayatı Abdülhamit istibdadıyla bitkisel hayata girmiştir. “Ordu”yu kendisine rakip görüp zayıflatan Abdülhamit, benzer bir paranoyayla “düşünce”yi de kendisine rakip görmüştür. Liberalizmden Marksizm’e, Hegelcilik ve Kantçılıktan milliyetçiliğe, rasyonalizmden realizme pek çok fikir akımı 19. yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkmış, ikinci yarısında ise artık iyice olgunlaşıp gelişmiştir. Avrupa’daki bu fikirsel devrim yıllarının tam zıddı olarak Abdülhamit dönemi, Osmanlı gazetelerin sansürlendiği, doğru düzgün tek bir düşünsel eserin yayınlanamadığı çorak bir zaman dilimidir.
II. Meşrutiyet sonrası yeniden zenginleşen Türk fikir hayatı, artık geç kalmıştı. Nitekim Osmanlı toplumu 1910’larda hâlâ “Osmanlıcılık mı, İslamcılık mı, Türkçülük mü?” tartışması yaşarken ve büyük bir fikirsel karmaşa varken, önce Balkanlar, ardından da Ortadoğu’da milliyetçilik çoktan gelişmişti bile. Türklerin bunlara yanıtı ancak ve ancak Mustafa Kemal ve Kurtuluş Savaşı ile birlikte gelebilmiştir. Dolayısıyla 33 yıllık Abdülhamit dönemi Osmanlı’nın yıkılışının ertelendiği değil, bilakis hızlandığı yıllar olmuştur. Türk milliyetçiliğinin doğuşu gecikmiş, Türkler çok önemli bir 33 yıl yitirmiştir. Bu aslında yitirilen topraklardan da önemli bir kayıptır. Toprağı yitirirsiniz, sonra yeri gelir tekrar kazanırsınız. Ancak teknolojik ve düşünsel açıdan geri kalırsanız yitirdiklerini geri kazanmak bir yana, daha çoğunu yitirirsiniz. Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı’nda yitirilen (ve nüfus olarak çoğunluğunu aslında Türklerin oluşturduğu) toprakların asıl sorumlusu bu anlamda Abdülhamit’tir.
20. yüzyılın başlarında dünya toplumları artık dönüşmüştü. Bu dönüşümü ülkeler de yönetimlerine yansıtabildiler. Kurulan yeni düzende Avrupa ülkeleri ve Rusya aşağı yukarı aynı topraklara hükmetmeyi başarabilmişlerdi. Tüm milletler çoğunluk olduğu bölgelerde hakim olmaya devam edebildi. Bunun tek istisnası Türklerdir. Türklerin 1880’lerde çoğunluk olduğu topraklarla Kurtuluş Savaşı sonrası “kurtarabildiği” topraklar neredeyse yarı yarıyadır. Hatta Mustafa Kemal gibi bir büyük devrimci olmasaydı, Anadolu’da bile Türk kalmayacaktı… Bu tablonun en önemli sorumlusu Abdülhamit istibdadının yarattığı “durağanlık”tır.