AKP’den yasak paketleri
Canan Kaftancıoğlu’na siyasi yasak getirilmesi, sosyal medya düzenlemesinin Meclis’ten geçmesi, HSK’nın yaz kararnamesiyle seçim kurullarının yeniden dizayn edilmesi ve son olarak Suriye’nin kuzeyine yönelik bir operasyonun başlayacağının açıklanması iktidar bloğunun seçim hazırlıklarına başladığını net biçimde gösteriyor.
Bu gelişmelerin hiçbiri birbirinden bağımsız değil ve tamamının seçime odaklı bir misyonu var. AKP’nin engelleme “paketi” seçim öncesi sürecin çatışmalı geçeceğini, toplumsal gerginliğin artacağını ve muhalif kesimlere yönelik baskıların artacağını gösteriyor. Demek ki Erdoğan, önündeki siyasi süreci kaygıyla izliyor ve tedbir alma ihtiyacı duyuyor. Her seçim öncesi bu tarz baskıcı yönelimler olurdu ancak bu sefer iktidarın zemini daha kaygan ve durum da daha kritik olduğu için daha kapsamlı bir plan uygulamaya sokuluyor.
Canan Kaftancıoğlu’na siyasi yasak getirilmesi baskının ölçeğini ispatlıyor. Kaftancıoğlu gibi bir ismi engelleyerek aslında onu güçlendirmek bile göz alınmış durumda. Kazanılmış iki İstanbul seçiminde yaratılan siyasi tecrübenin ve örgütlenmenin engellenmesi en belirgin amaç. İktidarın en büyük korkusu İstanbul’daki sandık pratiğinin tüm Türkiye’ye yayılması ve Kaftancıoğlu da bu noktada sembol bir isim.
Ama siyasi yasağı sadece bu düşünceyle açıklamak da yetmez. Canan Kaftancıoğlu gibi özgül ağırlığı yüksek olarak bir siyasetçiye getirilen engelleme, iktidar bloğunun seçim sürecinde neler yapabileceğine dair net bir mesaj vermek anlamına da geliyor. Ekrem İmamoğlu’na açılan yeni davalar ve CHP’li belediyelere kayyum atanabileceğine dair fısıltıların gerçekleşebileceği görüntüsü veriliyor.
Sosyal medya yasası iktidarın korktuğunu gösteriyor
Çok uzun zamandır konuşulan sosyal medya düzenlemesinin Meclis’ten geçmesi de, engellemelerin sadece “tavanla” sınırlı kalmayacağını, “tabana” da ineceğini, muhalif partilerin yönetici kesiminin dışında kalan; partisiz ancak gündem belirleme potansiyeli barındıran her türlü muhalif unsura yönelik tedbir alınacağını gösteriyor.
Yeni düzenlemeye göre “halk arasında endişe, korku veya panik yaratmak nedeniyle ülkenin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı ile ilgili gerçeğe aykırı bir bilgiyi, kamu barışını bozmaya elverişli şekilde alenen yayan kimse” 1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezası alacak.
“Kamu düzeni, kamu barışı, iç ve dış güvenlik” gibi kelimelerle bezenmiş yeni yasa, iktidarın ve yargının elinde her olayda kullanılabilecek bir sopaya dönüşüyor. Böylece genellikle “Cumhurbaşkanına hakaret” üzerinden işletilen ve yüz binlerce insanın yargılanmasıyla yaratılan baskı ortamı, Cumhurbaşkanıyla doğrudan ilgili olmayan ama muhalif olan paylaşımların da suç kapsamına sokulmasıyla daha da büyüyecek.
Gerçek enflasyon oranlarının açıklanmasından tutun da, döviz rezervlerinin açıklanmasına kadar her şey iç ve dış güvenliği tehdit eden bir “algı çalışması” olarak gösterilip dava konusu edilebilecek. Bugüne kadar soruşturma aşamasında kalan birçok dosyanın davaya dönüşeceği, açınan bu davalar üzerinden de sosyal medya kullanıcıları üzerinde tahakküm kurmayı hedefleyen bir düzenleme getiriliyor.
İktidarın çok uzun bir süredir “dünyada en çok dezenformasyonun Türkiye’de yapıldığına dair” yaptığı propagandanın ve “hakikati arama” söyleminin aslında nasıl bir yasakçılıkla sonuçlandığını, asıl amacın gerçekleri örtbas etmek olduğunu yaşayarak göreceğiz.
Suriye operasyonu iç siyasete yönelik bir adım
Tüm bu yasal düzenlemelerin dışında iktidar bloğunun gerçek bir gündem yaratmak ve ürettiği siyaseti ülkeye dayatmak için daha farklı araçlara da ihtiyacı var. Bu noktada en önemli gelişmenin Suriye’ye yapılacak yeni operasyon olduğunu söyleyebiliriz.
Türkiye’nin Suriye’de yaptığı operasyonlar incelendiğinde kronolojik olarak operasyonların hep bir seçim dönemi öncesi başlatıldığı net biçimde görülebiliyor.
7 sene önce 2015 Haziran seçimlerinden önce Türkiye Şah Fırat Operasyonu’nu başlatmış, Süleyman Şah Türbesi yerinden alınarak başka bir yere nakledilmişti. Geçtiğimiz günlerde Türkiye gazetesinin “Süleyman Şah Yerine Dönecek” manşetiyle çıkması bir tesadüf değil. Habere göre Türkiye bu bölgelerdeki terör örgütleriyle yoğun bir çatışmaya girecek ve türbe de eski yeri olan Karakozak’a taşınacak.
Seçim öncesi Suriye operasyonları sadece Süleyman Şah’la sınırlı değil. 16 Nisan 2017 referandumundan önce de Fırat Kalkanı Harekâtı başlatılmış, tarihi bir öneme sahip olan seçimi Türkiye bir çatışma ortamında geçirmişti.
Yine aynı şekilde 24 Haziran 2018’de yapılan seçimlerin öncesinde Zeytin Dalı Harekâtı ve İdlib operasyonu başlatılmış, seçim atmosferi de buna göre şekillenmişti.
AKP’nin yaratmak istediği siyasi atmosferi tezkere dönemlerinde Meclis’te açıkça görebiliyoruz. Tezkere oylamaları genellikle muhalefetin ortak bir tavır alamamasıyla; bir kanadın “hayır” derken diğer tarafın da “PKK ile mücadelenin akamete uğramaması” gerekçe gösterilerek “evet” demesiyle neticeleniyor.
Tezkere oylamasında ortaya çıkan bu saflaşma, iktidar bloğunun kazımak istediği ve derinleştirmeye çalıştığı ana unsur. HDP’nin de PKK’ya karşı bir söylem geliştirmemesi, muhalefetin de işini zorlaştıran başka bir siyasi konu oluyor.
AKP’nin siyasi stratejisi tamamen buna konumlandırılmış durumda. PKK meselesi zaten önemli ölçüde güç yitiren iktidarın, kendisinden kopan ya da kopabilecek kitlelerin muhalefete geçmemesi için kullandığı bir propaganda silahı haline dönüşüyor. İçişleri Bakanı’nın normal zamanlarda “Örgütü bitirdik, hiç silahlı militanları kalmadı!” diyerek terörle mücadele başarı vurgusu yapmak için telaffuz ettiği terör örgütü, seçimlerden önce bir anda “diriliyor” ve ana gündem maddesi oluyor.
Operasyonun amacı: Olağanüstü hal siyasetini dayatmak
Suriye operasyonları da elbette böylesi bir gündemin merkezine yerleşiyor. Şehit verdiğimiz ve Ordu’nun çatışma içinde bulunduğu bir ortamda “normal bir siyaset yürütmek” imkânsız hale geliyor; saflaşmalar ve söylemler de iktidarın lehine oluyor.
Bu durum iktidar açısından bir “rutin” haline gelmiş durumda. Bir kaos ortamı oluştuğunda PKK’nın 2002 sonrasında güçlendiğini, AKP’nin Suriye politikasının orada bir PYD varlığına yol açtığını açıklayan derin analizler yapmanın da olanağı kalmıyor. Operasyon dönemleri doğru söylemenin iyice zorlaştığı ve siyasetteki doğruların da azaldığı dönemler oluyor. İktidar için güç kazanmanın mümkün olmadığı dönemlerde en azından mevcut gücü korumanın bir yöntemi haline dönüşüyor.
Suriye’de bulunan büyük güçlerin Ukrayna’ya yoğunlaşması, AKP’nin Suriye’de elini rahatlatıyor. ABD, operasyona karşı çıktığını söylese de Türkiye’nin PYD ile çatışmaya girmesi, PYD’nin “kurumsallaşması” ve Batı’da tanınmasını sağlayan bir zemin de yaratmış olacak.
Rusya’nın sessizliği ise Türkiye ve ABD arasında oluşacak bu gerilimin artması umudundan kaynaklanıyor. Kimilerinin iddia ettiği gibi Rusya’nın Türkiye’nin PYD ile savaşını “haklı görmesinden” kaynaklanan bir durum yok ortada. Moskova’nın Suriye’deki Kürt hareketine verdiği destek ve güvence görmezden gelinse de, bu ilişki inkar edilemez bir olgu.
Batı düşmanı üslup bir seçim yatırımıdır
ABD karşıtı ve Batı’yı karşısına alan bu söylemler, çok uzun zamandır beri vurguladığımız gibi antiemperyalist bir dış politika oluşturmanın araçları değil; iktidar bloğu bu politikadaki düşmanlık siyasetinin halk üzerinde yarattığı siyasi etkiyi kullanmaya çalışıyor. Alternatif bir Avrasyacı politikanın gideceği yer daha bağımsız bir Türkiye değil, daha yalnız ve “şer eksenine” çekilen bir Türkiye olacak. Bu “seçeneklerin” kamuoyunda tartışılması, TV’lerdeki tartışma programları üzerinden halkı etkileyecek bir gündem kıvamına getirilmesiyle, Erdoğan’ın kullandığı batı karşıtı üslup bir seçim stratejisi haline dönüşmüş olacak.
Operasyonlar başladıktan sonra Rusya’nın ne kadar iyi bir müttefik olduğu, PKK’nın hamisinin ABD olduğunu söyleyerek Rusya’yı aklamaya çalışan yoğun bir propagandaya maruz kalacağız.
Öcalan’dan medet umma siyaseti devam ediyor
Tüm bu planların dışına iktidarın cebinde bulundurduğu kozlardan bir tanesi de “HDP’nin kapatılma davası”. İktidar, Suriye operasyonunun da devam ettiği bir ortamda muhalefete HDP üzerinden saldırmaya devam edecek. Bu dava üzerinden HDP’yle bir pazarlık yapma ve bu pazarlığın sonucu olarak “HDP’nin İstanbul seçimlerindeki gibi tarafsızlaştırılması” gibi bir seçenek de tutulduğu için davanın geleceği hakkında kesin bir öngörüde bulunmak mümkün değil.
HDP’nin bir basın toplantısı düzenleyerek barışın yolunun Öcalan’dan geçtiğini söylemesi, ancak iktidarın Aynur Doğan konserleri için verdiği tepkiyi bu basın toplantısı için göstermemesi, Öcalan’ın geçmiş seçimlerde olduğu gibi “tarafsızlık görüntüsü altında AKP’nin kazanması için” sonuna kadar kullanılacağını gösteriyor.
Çıkışı olmayan kara delik: Ekonomi
Tüm bu konularda AKP kendisi açısından “mükemmel” bir siyaset mühendisliği yapsa bile, mühendislikle çözülemeyecek bir ekonomik kriz, gerçekleri gizlemenin imkansız hale geldiği bir süreç yaratıyor.
20 Aralık gecesi açıklanan “Kur Korumalı Mevduat”la birlikte dövizin artışının önüne geçilmiş ve kısmi bir istikrar sağlanmıştı. Ancak bunun bir “istikrar” olmadığı, “baskılama” olduğu dövizin son günlerdeki hareketlenmesiyle yeniden ortaya çıkıyor.
Dövizde 20 Aralık öncesi oynaklığın olduğu bir seçim sürecinde yukarıda yazdığımız tartışmaların pek çoğu “taca çıkar” ve anlamsız hale gelir. AKP’nin ekonomide şapkadan yeni çıkarabileceği bir tavşana ihtiyacı var ve “süper bono” söylentileri böyle bir hazırlığın olduğunu gösteriyor.
Tıpkı Kur Korumalı Mevduat olayında olduğu gibi AKP’nin siyasi geleceğini kurtaracak büyük faturaların çıkacağı ve bunların topluma ödetileceği bir dönemin arifesindeyiz. Muhalefetin elinde tek bir koz kaldı: “Cumhurbaşkanlığı seçimini kazanmak”. Aksi bir durum yıkımın telafisini imkânsız hale getirecek.