Matruşka
Cumhuriyet gazetesinin 23 Mayıs tarihli nüshasında Barış Terkoğlu’nun “Saray’ın Demirtaş planı” başlıklı bir yazısı çıktı. Yazının önemi, gerçekten de Saray’ın bir planı olduğunu ortaya koymasından kaynaklanmıyor. Saray’ın bir değil birden çok planı var ama bu yazı Barış Terkoğlu nezdinde Saray’a bir “plan önerisi” olarak okunmalı.
Önce yazarı yakından tanıyalım. Barış Terkoğlu, Oda TV’den yetişmiş bir gazeteci, olgunlaşınca (yani şartlar olgunlaşınca!) başka benzer isimlerle birlikte Cumhuriyet’e yerleştirildi. Oda TV, Soner Yalçın’ın operasyonel haber sitesi. Soner Yalçın da Perinçek’in yetiştirdiği gazetecilerden. Perinçek ise Apo’ya gül verdiği resimle hafızalarımızda. Bu “matruşka”yı görmeden, Türkiye’de ne olup bittiğini anlayamazsınız.
Barış Terkoğlu yazısında, Sırrı Süreyya Önder ve Demirtaş’ın birlikte yargılanıp birlikte ceza aldıkları bir davadan bahsediyor ve orada Sırrı Süreyya Önder’den bir alıntı yapıyor. Alıntıyı burada aktarayım:
“‘Süreç’ bitti. Devir değişti. O konuşma, 3 yıl 4 ay 26 gün sonra davaya dönüştü. Önder, davada şikayetçi olan ‘muhbir vatandaş’ ile ilgili duruşmada neler olduğunu anlatıyor:
‘Bu kişi Türk Solu isimli, Fethullah Gülen Cemaati yapılanması ya da o yapılanmanın bir şekilde karar alma süreçlerine sızdığı anlaşılan bir örgütlenmeden. 2011’deki seçimlere bağımsız adaylarla girmiştik ve her adayımızın seçime girdiği yerde, ismi ona benzeyen birini getirip aday yapmışlardı bunlar. Sonradan bir parti de kurdular. Bu muhbir vatandaş da o partide genel başkan yardımcısı oldu. (…) ‘Bunlar belli ki Gülen Cemaati organizasyonu, yargılanmaları gerekir’ dedim, bunun üzerine adam kaçarcasına çıktı salondan. Tanıklık da etmeden. Hemen arkasından da diğeri, aynı şekilde. Tanıklık etmeye gelmişsin, nereye kaçıyorsun? Mahkeme heyetiyle kaldık baş başa. Hatta gülüştük. Ortada şikayetçi de kalmadığına göre bu dava battal oldu demektir. Mahkeme heyetinin de yüz ifadelerinden anladık, bitirecekler. Zaten deli saçması bir şey.’”
Yazıda bold olan yerler Barış Terkoğlu’na ait. Hedefinin ne olduğunu da buradan anlayabiliriz. Maksat Türk Solu’na saldırmak ama fazlası da var…
Ve tüm bunlar nereden çıktı diye soracak olursanız, bir kitaptan çıkıyor. Kitap, “Demirtaş’ın Beyaz Sandalyesi” adını taşıyor, yazarı Zinar Karavil, Demirtaş’ın basın danışmanı. Kitabın baştan sona okunması ve en ince ayrıntısına kadar düzeltilip düzenlenmesi işini yapanın Demirtaş’ın bizzat kendisi olduğunu yine kitaptan anlıyoruz. Yani, fikirler Demirtaş’ın ama kitap Karavil’in. İşte bu kitap henüz piyasaya çıktı ve elbette önemli bir amacı var…
Yıldıray Oğur ve Barış Terkoğlu kardeşliği
Bu dava da ne, bu muhbirler kim, neler oluyor diye elbette merak ediyor insan. Aslında ortada bir dava var ama dava hakkında kamuoyuna verilen bilgi yok. Tersine bu dava üzerinden yürütülen bir manipülasyon var. Ama manipülasyondan öte ortada büyük bir “pazarlık” var: Çözüm sürecini yeniden başlatmak.
İşte Barış Terkoğlu da burada bir gazeteci olmaktan çıkıp bir postacıya (kurye mi deseydim acaba?) dönüşüyor.
Barış Terkoğlu bu konuda tek değil. Aslında onun abisi Soner Yalçın ama bir de aynı “mesleği” icra ettiği bir yakını var: Yıldıray Oğur.
Yıldıray Oğur, Barış Terkoğlu’ndan neredeyse 4 yıl önce 8 Aralık 2018 tarihinde Karar gazetesinde şöyle yazmıştı:
“Ama o günlerde Bakırköy Adliyesi’nde kimsenin dikkatini çekmeyen bir suç duyurusu yapıldı.
Yaptıkları suç duyurusunu sosyal medyadan ‘Sırrı Süreyya Önder ve Selahattin Demirtaş iti hakkında vatani görevimizi yaptık, suç duyurusunda bulunduk’ diye paylaşan Türk Solu Dergisi genel yayın yönetmeni ve Ulusal Parti Genel başkanı Gökçe Fırat’tı.
Mitingde bölücülük yapıldığının iddia edildiği savcılık suç duyurusunu aynı partinin yöneticisi ve milletvekili adayı avukat Cafer Özsoy ve emekli öğretmen Hasan Fırat imzalamıştı.
Bakırköy’de görülen ilk duruşmada iki müşteki de hazır bulundular. Duruşmaya katılan Sırrı Süreyya Önder iki müştekinin Türk Solu dergisi çevresinden olduğunu açıkladı.
Bunun üzerinde müştekilerden avukat Cafer Özsoy söz almadan bağırmaya başladı. Daha sonra iki müşteki mahkemeyi terk etmeye çalıştılar. Biri gitti, diğeri mahkeme başkanı tarafından durduruldu.”
Kim mi Yıldıray Oğur?
Meşhur Genç Siviller’in kurucularından, Taraf gazetesinin yöneticilerinden, Ergenekon’un kumpasçısı, kardeşi hâlâ FETÖ suçlamasıyla kaçak olan biri. Bir süredir Karar gazetesinde “mesleğine” devam ediyor.
Barış ile Yıldıray, farklı cephelerde görünseler de aslında aynı şeyleri yazıyorlar.
Evet, bu bir matruşka!
Madem herkes yazıyor, biz de yazalım neler olup bitmiş. Ve bu gazeteci kılıklı postacılar, davayı da, davada yaşananları da nasıl çarpıtıp alenen yalan yazmışlar gösterelim.
Nevruz ve suç duyurusu
Tarih 21 Mart 2013: Nevruz
21 Mart’ta Diyarbakır’da, 17 Mart’ta İstanbul Kazlıçeşme’de kimilerine göre tarihi bir an, bize göre ise tarihi bir rezalet yaşanıyor: Apo posterleri altında düzenlenen Nevruz’da PKK elebaşısı Apo selamlanıyor, Apo’nun mesajı okunuyor, sözde barış çağrısı yapılıyor. Aslında yapılan alenen suç. Ama bu suça izin veren de hükümet. Dönem, Çözüm Süreci dönemi ve AKP ile PKK masada.
Arkasına AKP’nin hukuk gücünü, PKK’nın da silahlı gücünü alan HDP’li vekiller (O dönemki adıyla BDP) Sırrı Süreyya Önder, Selahattin Demirtaş, Sebahat Tuncel konuşmalar yapıyorlar.
Herkes televizyondan izliyor, herkesin gözü yaşlı, ertesi gün gazetelere barış manşetleri atılacak, Apo barış elçisi ilan edilecek.
Ve tıpkı Yıldıray’ın hatırlattığı gibi, “Ama o günlerde Bakırköy Adliyesi’nde kimsenin dikkatini çekmeyen bir suç duyurusu yapıldı.”
Suç duyurusunu yapan bizdik.
Kimsenin dikkatini çekmemişti çünkü o günlerde neredeyse herkes PKK’lıydı.
Ama suç duyurusu Yıldıray Oğur ve Barış Terkoğlu’nun çarpıtıp tahrif ettiği gibi değildi. Öncelikle onu düzeltelim.
İstanbul ve Diyarbakır’da yapılan Nevruz gösterilerinde terör propagandası yapılmıştı, bu çok açıktı. Biz, bunu yapan HDP’liler ile, buna izin veren AKP’lilerin tümüne birden suç duyurusunda bulunduk. Hatta Hürriyet gazetesi, İstanbul’daki suç duyurusunu “Mutlu ve Çapkın’a suç duyurusu” şeklinde haberleştirdi. Mutlu, İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu, Çapkın ise, İstanbul Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın’dı.
Ama onlar yalnız değildi: Başbakan Tayyip Erdoğan, İçişleri Bakanı Muammer Güler, Adalet Bakanı Sadullah Ergin, MİT Müsteşarı Hakan Fidan hakkında da suç duyurusunda bulunmuştuk.
Peki bu suç duyuruları ne oldu? Onlar için kovuşturmaya yer yok kararı verildi. Yani suç işleyenler vardı ama bu suçun işlenmesine izin verenler hakkında kovuşturma yapılamıyordu. Onlar hükümetti çünkü.
Peki bizim çok mahir araştırmacı gazetecilerimiz Barış ve Yıldıray bunlardan bahsediyor mu?
Hayır!
İyi de bu nasıl araştırmacılık?
Neden mi gizliyorlar?
Barış ve Yıldıray’ın bu gizledikleri bilgi, basit bir bilgi değil, kurdukları tüm teoriyi (kumpası mı desek?) yıkacak şey de ondan!
Ergenekon tertibinin Adalet Bakanı Sadullah Ergin, Sırrı’yı kurtarmış!
O halde biraz daha araştıralım.
Sırrı Süreyya Önder, Zinar Karavil’in kitabında şu şekilde aktarıyor:
“Muhataplarımızdan biri de Adalet Bakanı Sadullah Ergin’di. Kendisiyle bir görüşmemizde ‘Bu ne yahu?’ diye sordum. Sadullah Ergin ‘Önüme geldi, iade ettim’ dedi.”
Yani ne olmuş: Çözüm sürecinin ve Ergenekon kumpasının Adalet Bakanı Sadullah Ergin, Çözüm Süreci ortakları olan Sırrı Süreyya ve Demirtaş’ı korumuş, fezlekeyi reddetmiş. Eh, bunu yapan Adalet Bakanı’nın kendisi ve hükümeti hakkındaki suç duyurularını işleme koymasını elbette bekleyemezsiniz, değil mi?
Ama, fezlekenin işlemeyeceği bir kişi vardı, o da o dönem milletvekili olmayan ve dokunulmazlığı bulunmayan Sebahat Tuncel’di. Sebahat Tuncel’e dava açıldı ve 17 Mayıs 2016 tarihinde Bakırköy 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde duruşmaya çıktı. Suç duyurusunun altında 23 kişinin ismi vardı ama sadece iki kişi müşteki olarak çağrıldı. Cafer Özsoy ve Hasan Fırat mahkemede hazır bulundular.
Sırrı Süreyya’nın bulunmadığı bu duruşmada müştekilerden Hasan Fırat, “Ben bölücü terör örgütü propagandası yapıldığına yüzde yüz inanmaktayım, şikayetçiyim,” dedi. Cafer Özsoy ise “Ben o dönemde sadece Sebahat Tuncel hakkında değil dönemin Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın ve İstanbul Valisi hakkında da dilekçe gönderdim. Bunlar işleme konulmadı. Bunlar hakkında da şikayetim devam etmektedir,” dedi.
(Bu arada Cafer Özsoy o duruşmada, Nevruz’un Newroz olarak yazılmasına da karşı çıktı ve mahkeme tutanaklarına Türkçemizde w harfi olmadığını da geçirtti. Bunu da anımsatayım.)
Görüldüğü gibi kaçan olmadı mahkemeden, zaten diğer mahkemelerde de kaçan falan olmayacaktı, onları Sırrı Süreyya’nın sinematografik hayal gücü uyduracak, Barış ve Yıldıray da postacılık görevleri icabı aynı yalanı tekrarlayacaklardı!
Sebahat Tuncel’i nasıl uyardım?
Sebahat Tuncel’in davası nasıl sonuçlandı, onu merak ediyor musunuz?
Beraat etti!
Duruşma öncesinde Sebahat Tuncel ile konuşmuş ve bunu daha sonra Türk Solu’ndaki bir röportajımda (Sayı: 590, 21 Ağustos 2020) şöyle aktarmıştım:
“Daha 15 Temmuz olmadan Sebahat Tuncel’e bir dava açıldı. Ben o davanın duruşmasına katıldım. Ve Sebahat Tuncel’le adliyede şöyle bir konuşmamız oldu. Dedim ki, ‘Bak kardeşim biz herkes hakkında suç duyurusunda bulunduk, buna devlet yöneticileri de dahil siz de. Çünkü ikiniz de suç işlediniz. Ama şu anda arkadaşlarımı şahit göstermişler ve bana mahkemede şunu soracaklar, şikayetinizde devam ediyor musunuz etmiyor musunuz?’ Şimdi tuzağı görebiliyor musunuz? Ben ‘Şikayetime devam etmiyorum’ desem, ‘Bak Türk Solu, PKK’yı destekledi’ diyecekler. Şikayetime devam edersem de diyecekler ki PKK’ya ‘Bak sizi bunlar attırıyor.’ Dedim ki ‘Bak kardeşim, siz yarın öbür gün AKP ile barışırsınız arada biz kalırız. Ama şunu bilin biz ikinize de karşıyız ikinizin de yargılanmasını istiyoruz çünkü yapılan şey suçtur.’”
Aslında 15 Temmuz öncesinde yapılan bu konuşma, benim kurulan tuzağı gördüğümü ve HDP’lileri de uyardığımı gösteriyor.
Ama tabii ki Sırrı Süreyya ve Demirtaş, AKP ile barışma planları yaptıkları için kolay olanı seçtiler ve kendilerine dava açan AKP ile hesaplaşmak yerine, Türk Solu’na saldırmak ve böylece AKP’yi ikna etmek istediler.
Yıldıray Oğur’un yazısından sonra Türk Solu’nda Ali Özsoy, (Sayı: 566, 5 Ocak 2019) bu stratejiyi çok güzel özetlemişti:
“Ne yalan söyleyelim bende bile nostalji oldu. Çünkü Yıldıray’ın tam da Taraf gazetesi günlerindeki senaryolarını hatırladım. İki tatlı aşık AKP ve HDP’nin arasını açan ‘ırkçı Türk Solu’… Pardon gündem, jargon, yalan terminolojisi değişti değil mi? Gökçe Fırat bu sefer ‘ırkçı’ değil, ‘Fetöcü’. Hatta senaryoyu daha dokunaklı yapmak için soruşturmayı ele alan savcı ve miting tutanaklarını düzenleyen polislerin de meslekten ihraç edildiğini yazmış Yıldıray. Yani yine ‘Fetö’ iması. Reise yalvaran ve Sırrı’nın eski hizmetlerini hatırlatan düşük bir tavır ve dandik bir senaryo.
Yıldıray’a hatırlatalım bu yöntemleri ve meslekleri öğrendiği Taraf gazetesi de ‘FETÖ/PDY yayın organı’ olarak geçiyor tüm iddianamelerde.”
Sırrı’nın ucuz oyunu
Şimdi gelelim Sırrı Süreyya’nın Demirtaş ile birlikte yargılandıkları davanın gerçek hikâyesine…
20 Mayıs 2016 tarihinde TBMM’de milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılması hakkında bir kanun kabul edildi. CHP’nin de destek verdiği bir kanundu bu. HDP’liler elbette karşıydılar çünkü bu yasa aslında onlar için çıkartılıyordu. Bugünden geriye bakıldığında tam da 15 Temmuz öncesi bir hazırlık yasası olduğu çok net görülüyor. O dönemde biz Türk Solu’nda bu yasaya karşı çıktık, öncelikle bunu hatırlatalım. Yani şikayetçi olduğumuz HDP’lilerin yargılanmasına yol açacak bu yasadan medet ummadık, bizim için aslolan hukuktu.
Yasa değişikliğinden sonra bizim suç duyurularımıza dayanan fezlekeler işleme konuldu ve dava açıldı. 8 Kasım 2016 tarihinde Bakırköy 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılama başladı. İlk duruşmada müştekiler Hasan Fırat ve Cafer Özsoy bulunmadı.
İkinci celse 17 Ocak 2017 tarihinde yapıldı ve Sırrı Süreyya’nın “Türk Solu’na saldırma, FETÖ irtibatı kurma yoluyla AKP’ye yalvarma senaryosu” uygulamaya konuldu. Sırrı Süreyya hem senarist, hem yönetmen, hem de oyuncuydu.
Şöyle konuştu oyuncumuz mahkemede:
“İnternetten yaptığım araştırmada müşteki Cafer Özsoy’un Ulusal Parti üyesi olduğunu ve bu partinin desteklediği bağımsız milletvekili adayı olduğunu öğrendim. Nevroz sırasında eylemler polis tarafından en ince ayrıntısına kadar incelendiği halde bir suç unsuruna rastlanmamış hatta Sebahat Tuncel’e beraat kararı verilmiş, yani re’sen harekete geçen herhangi bir grup olmamış. Türk solu isimli bir dergi ve bu derginin fikirdaşları olan müşteki gibi kişiler benim hakkımda sürekli bu tarzda şikayette bulunmaktadırlar. Türk Solu dergiside sürekli kürtler aleyhine kampanya yürütmektedir. Müştekilerin şikayetlerinin bu nazardan ele alınması gerektiğini düşünüyorum.”
(Bu ve bundan sonraki tüm mahkeme tutanakları olduğu gibi alınmış, imla bozuklukları düzeltilmemiştir.)
Şimdi tarihe dikkat edin, tarih 17 Ocak 2017. Sırrı, o gün Türk Solu’nu Kürt düşmanı bir grup olarak suçluyor, henüz FETÖ’yü senaryosuna dahil etmemiş, onu oyununun sonraki gösterimlerinde ekleyecek!
Sırrı Süreyya’nın bu şekilde konuşmasına Cafer Özsoy itiraz ediyor. Sonrasını mahkeme zaptından okuyalım:
“Bu esnada müşteki Cafer Özsoy sanığın savunmasını keser şekilde savunmaya müdahale ettiği görüldüğünden ikinci kez söz almadan konuşması halinde salondan çıkartılacağı şeklinde yapılan uyarıya “o halde duruşma salonundan çıkmak istiyorum” şeklinde cevap verdi, bu esnada müşteki Hasan Fırat ‘da söz alarak “bende duruşmaya katılmak istemiyorum” dedi.
Müştekilerin beyanlarının alınmasında mevcut delil durumuna nazaran zorunluluk bulunmadığından mahkememizde dinlenmemelerine ve duruşma salonundan ayrılmalarına izin verilmesine oy birliğiyle karar verildi.”
Yani Sırrı’nın dediği gibi kimse kaçmamış, Sırrı’nın şov yapmak istediğini anlayan Cafer Özsoy, bu ucuz oyunda figüran olmak istememiş!
Bakırköy 1. Ağır Ceza Mahkemesi, üçüncü celsede dava hakkında görevsizlik kararı vererek dosyayı İstanbul 26. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderdi, bu mahkeme önce kabul etmedi sonra Bölge Adliye Mahkemesi’nin verdiği kararla üstlenmek zorunda kaldı…
Sırrı Süreyya’nın Akın Gürlek’e teklifi
İstanbul 26. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki duruşmalar daha büyük salonda yapılacağı için Sırrı’nın oyunu için daha fazla izleyici olacaktı, sevinmiş olmalı bu duruma.
14 Aralık 2017 tarihinde ilk celsede istediği fırsata kavuşan Sırrı Süreyya yine bilindik senaryosunu okumaya başladı:
“olay hakkında Bakırköy’de ayrıntılı savunmada bulunmuştum, yargılamaya konu suçlama tamamen iki tane müştekinin hakkımda yapmış olduğu ihbara dayalıdır, ben bu şahısların kimlikleri ile ilgili internette araştırma yaptım, öncelikli olarak size Türk Solu dergisi hakkında bilgi vereceğim, bu derginin yayıncısı Gökçe Fırat ÇULHAOĞLU’dur, basında hatırlanacağı üzere bu dergi Kürt bakkallardan alışveriş yapmayın, sopanızı alın gelin gibi kampanyalar yapmıştır, ayrıca bu dergi ordu göreve şeklinde pankart açan dergidir, Gökçe Fırat ile bu iki müşteki beraberce fotoğraf çekip internet üzerinden bu fotoğrafı sosyal medyaya verip, bu fotoğrafın altında “Sırrı Süreyya iti ve Demirtaş iti hakkında gereğini yaptık, Bakırköy Adliyesindeyiz suç duyurusunda bulunuyoruz” şeklinde yazılar yazmıştır, Bakırköyde ben bu müştekilerle beraber aynı salonda bulundum, beni görür görmez, bu iki müşteki bu bilgiler açıklanınca duruşma salonundan acelece kaçtılar, mahkeme başkanı birini zorla tuttu, diğeri duruşma salonundan kaçtı, ben de mahkeme başkanına madem müşteki yok bu davanın bitmesi lazım dedim.”
Sırrı, yalan söylüyordu, olay yukarıda aktardığımız gibi olmuştu, mahkeme tutanakları ortadaydı. Ama mahkeme tutanağını okuyacağını bildiği hakimlere bile açıkça yalan söylüyordu. Bu yalanını daha sonra basındaki postacıları aynen tekrar edeceklerdi!
Fakat Sırrı bu defa senaryoya FETÖ’yü de eklemişti:
“Bizim yapmış olduğumuz her konuşma daha önceden FETÖ’den dolayı atılan hakim savcılar tarafından fezlekeye konularak, hakkımızda bir sürü fezleke düzenlenmiştir.”
Sırrı Süreyya, hakim Akın Gürlek’i tanıyordu ve ona FETÖ’ye karşı bir çözüm süreci öneriyordu!
Nitekim duruşmanın 4. Celse tutanaklarında şunu okuyoruz:
“Ama bir savunma yada savunma anlamına gelecek şey bu iki faşist soytarı üstelik liderlerini de siz dediniz ki ben tutukladım. Gökçe Fırat Çulhaoğlu.”
Evet, Gökçe Fırat’ı tutuklayan hakimdi Akın Gürlek ve Sırrı Süreyya Önder de bunu hatırlatarak pazarlık yapmak istiyordu hakimle.
Sırrı Süreyya’nın bitmeyen yalanları
Şimdi durup “Demirtaş’ın Beyaz Sandalyesi” kitabına dönelim ve oradan devam edelim Sırrı’nın senaryosuna:
“Bu kişi Türk Solu isimli Fethullah Gülen Cemaati yapılanması ya da yapılanmanın bir şekilde karar alma süreçlerine sızdığı anlaşılan örgütlenmeden. 2011’deki seçimlere bağımsız adaylarla girmiştik ve her adayımızın seçime girdiği yerde, ismi ona benzeyen birini getirip aday yapmışlardı bunlar. Sonradan bir parti de kurdular. Bu muhbir vatandaş da o partide genel başkan yardımcısı oldu.”
Sırrı Süreyya’nın mahkemede söyledikleri tutanaklarda. Ama mahkeme dışında da belli şeyler söylüyor. Ekliyor da ekliyor yalanlarına.
Ulusal Parti 2011 seçimlerine İstanbul 3. Bölge, İzmir 1. Bölge, Balıkesir ve Mersin’den 4 adayla katıldı. Sırrı Süreyya’nın BDP’si ise tam 65 ilde aday çıkarttı! Yani onların aday çıkarttığı yerde aday çıkartmamıştık. Seçime girme amacımız Kürtçülüğü engellemekti ama bunu yapmak için Sırrı Süreyya’nın iddia ettiği gibi bir hinlik düşünmemiştik. Hinlik, sinsilik, pusuculuk kimin karakteridir bunu öğrenmek istiyorlarsa Zinar Karavil’in kitabından bana atıf yaptıkları wikipedia “kanıtlarından” bunu da öğrenebilirler tabii…
Ama isim benzerliği de güzel bir teoriydi, Sırrı’nın sinematik hayal gücü burada devreyle giriyor. Sırrı Süreyya Önder o seçimlerde İstanbul 2. Bölge adayıydı ve muhbir diye suçladığı Cafer Özsoy da İstanbul 3. bölgeden Ulusal Parti adayıydı. Yani en azından İstanbul adaylarını iyi bilmesi gerekir. BDP’nin adayı ise dönemin Emek Partisi Genel Başkanı Levent Tüzel’di. Levent Tüzel ve Cafer Özsoy isimleri ne kadar da birbirine benziyor değil mi?
Ya Mersin? Ulusal Parti adayı Hasan Pektekin ile BDP adayı Ertuğrul Kürkçü’nün isimleri? Peki Balıkesir’e ne demeli? Ulusal Parti’nin adayı Serap Yeşiltuna’nın karşısına BDP Turan Cengiz’i aday göstermiş! İzmir İkinci Bölge’de ise BDP’nin adayı Erdal Avcı, Ulusal Parti’nin adayı ise Tuncer Sümer’di.
Sanırım bunlar Sırrı Süreyya’nın yalan söylemedeki pervasızlığını göstermek için yeterlidir.
Kim muhbir, kim istihbaratçı?
Ama Sırrı Süreyya’nın seçimdeki rakibi Cafer Özsoy’u muhbirlik ile itham etmesi ayrı bir ahlâksızlık. Cafer Özsoy, öyle bir muhbir ki devletin emniyet müdürünü, valisini devlete ihbar ediyor! Devrimci Sırrı Süreyya ise hükümetle çözüm masası kurup, MİT tarafından Kandil’e ve İmralı’ya götürülüyor. Demek ki artık Türkiye’de MİT’in postacısı olmak devrimcilik, bundan şikayetçi olmak da muhbirlik olmuş oluyor!
Üstelik Sırrı Süreyya, yargılandığı mahkeme başkanı Akın Gürlek’e Gökçe Fırat’ı ihbar edecek kadar da akıllı kendince!
Bu arada Akın Gürlek hakkında bir de secere koymuşlar kitaba, bunu Barış Terkoğlu da yapıyor. Akın Gürlek, Canan Kaftancıoğlu’na, Selçuk Kozağaçlı’ya, Can Dündar’a ceza veren hakim. Kitapta bir de şu geçiyor:
“Müzisyen Atilla Taş ve gazeteci Murat Aksoy’un cebir ve şiddet kullanarak darbeye ve anayasal düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüs iddiasıyla tutuklanmaları.”
Gören de bunları gazeteci sanacak ama gazeteci değiller. O bahsedilen tutuklama olayında 1 numaralı sanık Gökçe Fırat’tı. Ama kitaba o ismi ekleseler, Sırrı Süreyya ve Selahattin Demirtaş’a ceza veren Akın Gürlek’in aynı zamanda Gökçe Fırat’ı da tutuklayan isim olduğu ortaya çıkacak ve foyaları açığa çıkacak.
Tabii Sırrı Süreyya’nın senaryosuna şunu da ekleyin; Türk Solu, dönemin Emniyet Müdürü ve Valisi hakkında şikayetçi oluyor, bu iki isim de FETÖ’den yargılanıyor ama Türk Solu, Fethullahçı oluyor!
Ama Sırrı’nın amacı Akın Gürlek’le FETÖ ve Türk Solu üzerinden pazarlık yapmak…
Ve elbette bir büyük ahlâksızlıkları daha var; Gökçe Fırat’a açılan FETÖ davası Yargıtay tarafından bozuldu ve Gökçe Fırat 4 yıllık haksız hukuksuz tutukluluktan sonra serbest kaldı. Ama bunu kitapta belirtseler yine tüm kumpasları çökecek, bu nedenle yalana, iftiraya devam ediyorlar hiç sıkılmadan.
Bu yargılamanın asıl ilginç yanı Selahattin Demirtaş’ın Sırrı’nın yanında figüran olması. Demirtaş için yazılan kitapta bu yargılama ile ilgili kısımlarda daha çok Sırrı Süreyya övgüsü görüyoruz. Üstelik kendi kendisini öven Sırrı Süreyya’nın kendisi! Bir yerde şöyle diyor, “Gerçekten güçlü bir savunma yaptım.” Demirtaş’ın bulunduğu celselerde de araya girerek yine Sırrı konuşuyor.
Demirtaş ise “tam olarak” Sırrı Süreyya’nın FETÖ ve Türk Solu üzerinden pazarlık açarak AKP’ye yalvarma çizgisinde sayılmaz. Ama Sırrı Süreyya’dan aşağı kalmamak için o da Türk Solu’na ve şikayetçilere küfrediyor:
“Efendim fezlekede ve iki faşist itin affedersin suç duyurusuyla bu davayı açmasına sebep olduğu iki cümleden yola çıkarak biz kanaatimizi oluşturduk diyorsunuz.”
Nasıl devrimci üslup ama: Akın Gürlek’e “efendim” diyecek kadar boynu kıldan ince ama iki sıradan vatandaşa “it” diyecek kadar da cesur!
Mahkemede yeni masa önerisi
Selahattin Demirtaş, duruşmada AKP’lilere geçmişi hatırlatarak bir “çözüm masası” öneriyor yine:
“Konuşmayı yaptığımız günler öyle günlerdir, şimdi peki konuşma kamuoyuna, daha doğrusu konuşmanın yapıldığı atmosfer kamuoyuna basın üzerinden nasıl yansıyordu hızla size sadece birkaç gazete manşeti, o günlerin manşetlerinden birkaç tane hatırlatma yapmak istiyorum.
Dönemin cumhurbaşkanı çok özür dilerim, dönemin cumhurbaşkanı başbakan iken söylediği bir söz, eski başbakan sıfatıyla Tayyip Erdoğan şunu demişti; “PKK ile görüşen arkadaşı ben gönderdim, sıkıntısı olan bana söylesin”, başbakan Ahmet Davutoğlu “Kürtçe yasağını biz kaldırdık, bana serok Ahmet diyorlar”, başbakan yardımcısı Bülent Arınç “sayın Öcalan demeyi ve PKK bayrağı açmayı suç olmaktan çıkardık”, başbakan yardımcısı Yalçın Akdoğan “Öcalan’ın olayları okuma kabiliyeti ve tecrübesi var”, başbakan yardımcısı Beşir Atalay “Öcalan’ın mesajları bizim de düşüncemiz”, adalet bakanı Sadullah Ergin “Öcalan bölgenin durumunu daha sağlıklı yorumluyor”, AKP milletvekili ve genel başkan yardımcısı Yasin Aktay “Abdullah Öcalan dünyanın geleceğini çok iyi okuyor”, Erdoğan’ın danışmanı Yiğit Bulut “Öcalan Türkiye’nin önünü açıyor”, başbakan danışmanı Etyen Mahçupyan “Öcalan’ın çok geniş bir prestij alanı var, nadir insanlardan biri”, AKP milletvekili Orhan Miroğlu “PKK ile İŞİD terör örgütü değil politik hareketlerdir”, yine iktidara yakınlığı ile bilinen yazarlar Hilal Kaplan “Abdullah Öcalan ölmeyi değil yaşatmayı seçti”, yine yazarlardan “PKK terör örgütü değildir, Öcalan’a terörist demek denize göl demektir”, Nihal Bengisu Karaca “bebek katili denen Öcalan size geleceği gösterdi”, yazar Cem Küçük “Öcalan olmasaydı şu an çoktan kan gövdeyi götürmüştü”.
Şimdi aşağı yukarı iktidarın etkili isimleri ve medyası bizim bu konuşmayı yaptığımız süreçte, dönemde siyası atmosferi kendileri bu şekilde tanımlıyorlardı, iddianame ısrarlar efendim orada Öcalan posterleri açıldı, işte terör propagandası yapıldı diyor ya, aynı günlerde iktidar ve yandaş medyanın mesajlarıydı.”
Evet, bir şekilde AKP’ye eski güzel günleri hatırlatma, Türk Solu’nu suçlama, FETÖ’yü gündeme getirme ve gelin yeniden barışalım çağrısı.
Yani benim Sebahat Tuncel’e dediğim gibi, AKP ve HDP barışacak, Türk Solu da suçlu olacak!
Aynı davada Demirtaş’a ceza, Sırrı Süreyya’ya beraat
Ama bu yalvarma stratejisi bir sonuç vermedi. Selahattin Demirtaş 4 yıl 8 ay, Sırrı Süreyya Önder ise 3 yıl 6 aya mahkûm edildi. Oysa Sırrı’nın müdahil olmadığı davada Sebahat Tuncel beraat etmişti. Selahattin Demirtaş’ın şanssızlığı Sırrı Süreyya ile ortak yargılanmaktı. Ve üstelik bu davada bile sonunda beraat eden Sırrı Süreyya olacaktı!
Yıldıray Oğur ve Barış Terkoğlu gibi postacıların bahsetmediği detayı da yazalım. Sırrı Süreyya verilen cezadan sonra Kandıra Cezaevi’ne girdi kameralar eşliğinde. Sonra hem Sırrı Süreyya hem de Selahattin Demirtaş, Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu. Demirtaş’ın başvurusu reddedildi, Sırrı’nınki kabul edildi. Bunun üzerine İstanbul 26. Ağır Ceza Mahkemesi Sırrı Süreyya’yı beraat ettirdi! Üstelik savcılık bu kararı İstinaf’a bile taşımadı!
Geriye Sırrı Süreyya’nın mahkeme şovları ile Selahattin Demirtaş’ın mahkûm edilmesi kaldı.
Zaten 4 Kasım 2016 tarihindeki Demirtaş’ın tutuklandığı HDP milletvekillerine yönelik operasyonda da Sırrı Süreyya da gözaltına alınmış ama 8 vekil tutuklanırken tutuklanmayan 3 vekilden biri olabilmiş, serbest bırakılmıştı.
Tabii bu arada şunu da soralım: Gezi’nin ilk günlerindeki kepçelere direnen adamı hatırlıyor musunuz? Sırrı Süreyya, şimdi Gezi davasında tutuklu Osman Kavala için güzel methiyeler düzüyordur ama nedense o davada Sırrı değil başkaları hapsedildi.
Ama zaten Sırrı Süreyya oyuncu değil yönetmen öyle değil mi?
Demirtaş’ı kim harcadı: Kandil mi? İmralı mı?
Merak etmiyor değilim: Acaba İmralı’nın isteği ile mi Demirtaş’ı mahkûm ettirdi, yoksa Kandil’in isteği ile mi?
2015 Haziran seçimlerini hatırlayalım o zaman. Demirtaş liderliğindeki HDP 80 vekil çıkartmış ve büyük başarı elde etmişti. Hemen sonrasında kanlı bir dönem başladı ve o dönemi başlatan Kandil’di. “Demirtaş’ın Beyaz Sandalyesi”nde bu dönem nedense es geçilmiş. Ama kısa da olsa şuna yer verilmiş:
“10 Ağustos 2015’te Şırnak il merkezinde yapılan özyönetim ilanıyla başlayan çatışmalar ülkenin bir numaralı gündemi olmuştu.”
Yani Kandil, HDP’nin kazandığı seçimden sonra Saray’ın istediğini yapmış ve savaşı başlatmıştı. Bu savaşın kaybedeni ise HDP ve Demirtaş olacaktı. Zaten Demirtaş’ın asıl yargılandığı dava Kobani davası. O da Suriye’dekine benzer bir çağrıydı ve sonucu Demirtaş’ın tutuklanması oldu.
Ben senaryo yazmıyorum, Sırrı Süreyya ile Demirtaş’ın arasına fitne sokmak gibi bir niyetim de yok. Benim için iki isim de bölücüdür ve Türk’ün düşmanıdır, ikisine de sempati beslemiyorum. Ama Sırrı’nın sırrını gerçekten merak ediyorum, her ortamın provokatörü olan bu adam kimin adamı? MİT’e sorsam bana “bu bizim sırrımız”dır diyecekler, ne diyebilirim ki?
Demirtaş’ın basitliği
Demirtaş içinse şunu özellikle belirtmem gerek, öyle güzel şeyler yazmakla güzel insan olunmuyor.
Tayyip Erdoğan’a hitaben söylediği sözlerini kitabından okuyorum:
“Suçu benim üstüme yıkarak siyasi bir rakibinden intikam alma basitliğine düşüyor olman tam bir gaflettir.”
Evet HDP’liler, AKP ile girdikleri kirli ilişkinin siyasi sorumluluğunu üstlenmek zorundalar. “Çözüm Süreci”nin sonucu bu oldu. Sizi kandıran AKP olmuş olabilir ama siz hâlâ Türk Solu’na saldırarak sorumluluktan kaçmaya çalışıyorsunuz. Kendi tanımıyla basitlik yapıyor, gaflete düşüyor Demirtaş.
Yine Demirtaş, Tayyip Erdoğan’a hitaben “Dört duvar arasında olmama rağmen panik halinde bana haksızca saldırıyor olman mertlikten uzak bir tutumdur” diyordu. Ama kendisi ve Sırrı Süreyya, hapisteki Gökçe Fırat’ı onu hapseden hakim Akın Gürlek’e şikayet ediyordu. Nasıl mertlik ama!
Yine kitabında “İnsan kimliğimizi siyasetçi kimliğimize kurban etmeyelim” diye yazacak kadar hümanist ama Türk Solu söz konusu olunca insanlığını unutabiliyor. Çünkü söz konusu Türkler ve solcularsa insanlık bir teferruat onun için…
Tabii Cafer Özsoy’u duruşmalarda konuşturmaktan kaçınma stratejisi de sadece şov değil. Çünkü Cafer Özsoy, o duruşmalarda konuşturulsa idi yine hükümetten şikayetçi olacaktı ve Sırrı Süreyya ve Demirtaş’ın AKP ile pazarlık masası yıkılacaktı!
Tarih, bugün sizin ve postacı gazetecilerinizin muhbir diye suçlama ahlâksızlığı yaptığınız Cafer Özsoy’u da Hasan Fırat’ı da, herkes PKK ile işbirliği yaparken korkmadan hem PKK’ya hem de AKP’ye isyan eden vatanseverler olarak anacak. Yaşayacak ve göreceksiniz.
Türk Solu’na iftira atmanın şu an için bedeli olmadığını düşünüyorsanız çok da rahat olmayın derim. O Nevruz’da da böyle rahattınız ve 4 yıl sonra gördünüz ne olduğunu.
Şimdi AKP nasılsa Türk Solu’na saldırıyor, biz de diyeceğimizi diyelim, atacağımız iftirayı atalım diyorsanız, bu günler de geçer ve siz yine hesabını verirsiniz, hatırlatayım.
Türk Solu, elbette sizin düşmanınızdır ve sizin düşmanınız olmaktan da gurur duyar. Ama biz, düşmanımıza karşı bile namertlik yapmayız. Hele hele iktidarla işbirliği asla.
Postacı gazetecilerin derdi ne?
Şimdi bizim matruşka gazetecilerimize dönelim. Yıldıray Oğur da Barış Terkoğlu da gazeteci değil postacı oldukları için, yazdıkları her yazının devletin bir kanadının başka bir kanadına mektubu olduğunu bilmeliyiz.
Sırrı Süreyya, PKK adına yeniden Çözüm Süreci talep ediyor, bu açık. Önümüzde seçimler var, AKP zor durumda, bu da açık.
Ama Barış Terkoğlu’nun bir adliye postacısı olduğunu biliyoruz ve burada bir şeyler döndüğünü de…
Abdülhamit Gül’ün görevden istifası sonrası Bekir Bozdağ’ın bakanlık dönemi başladı. Bekir Bozdağ, Ergenekon hükümlülerinin cezaevinden çıkmasını sağlamıştı bir önceki bakanlığı döneminde. O da bir pazarlıktı ve tam da Gezi sonrası iktidarın zora düştüğü dönemdeydi.
Şimdi aynısını acaba HDP’liler için mi istiyor birileri?
2013 Nevruz’unu unutmayalım
Şimdi tekrar başa dönelim ve 2013 Nevruz’una yeniden gidelim.
Kürsüde Selahattin Demirtaş şöyle diyordu:
“Bir nöbet kulübesinde bir gece yarısı nöbet tuttunuz mu? Kandil’i dümdüz ederiz diyenler kendilerini davet ediyorum, omzuna G-3 takıp gitsinler. Bir gece Gabar’da nöbet tutsunlar bakalım. Kandil dümdüz oluyor mu? Olmuyor mu?”
Bak sen şu demokratik siyasete, vatandaşı Gabar’a davet ediyor, hem de omzuna bir G-3 takmasını önererek!
Ya Sırrı Süreyya?
O da şöyle diyordu:
“Size Kürt halkı önderi Sayın Öcalan’ın selamını getirdim..”
O günlerde bu söylemler serbestti. Çünkü Türk Ordusu’nun komutanları terörist olarak hapse atılmış, teröristlerse tanık yapılmıştı. Habur’dan teröristler davul zurnayla karşılanmış, T.C. tabelaları sökülmüştü.
Tarihler 21 Mart’ı gösteriyordu, yıllardan 2013’tü, herkes çözüm sürecinin sonucuna odaklanmıştı.
İşte tam da Yıldıray’ın dediği gibi Bakırköy Adliyesi’ndeki “bir avuç Genç Türk”ü kimse dikkate almamıştı.
Nevruz’dan Gezi’ye
Evet bir avuçtuk!
Bundan utanacak değildik, bizi PKK’nın ve AKP’nin karşısında yalnız bırakanlar utansın!
O bir avuç olduğumuz Nevruz’dan 4 gün sonra Türk Solu’nda şöyle yazmıştım:
“Mustafa Kemal’in askeri olmak zor dönemin askeri olmaktır. Çıkar beklememenin, beklentisizliğin askerliğidir bu. Gücün değil haklının, doğrunun yanında askerliği seçmektir bu. Görev adamından önce bilinç ve inanç adamı olmaktır. Zor zanaattir kısacası Mustafa Kemal’in askeri olmak, herkesin harcı değildir. Ama ben gerçekten de Atatürkçüyüm diyenin namus borcudur.”
Tarihler önemli.
Neyin nasıl doğduğunu bilmemiz için hatırlatalım:
21 Mart: Nevruz.
25 Mart: Türk Solu’nun yeni kapağı: Mustafa Kemal’in Askerleriyiz.
27 Mart: Nevruz için suç duyurusu
8 Nisan: Türk Solu’nun kapağı: Çılgın Türkler Göreve!
15 Nisan: Türk Solu’nun kapağı: T.C. İlelebet
13 Mayıs: Türk Solu’nun kapağı: 19 Mayıs’ta Taksim’e
19 Mayıs: Taksim’de Genç Türk mitingi
31 Mayıs: Gezi
Evet, 2009’da başlayan Çözüm Süreci, 31 Mayıs’ta Gezi’nin başlaması ile sona erdi. Çünkü artık Türkler sokağa inmişti.
Evet artık bir avuç değildik, bütün millettik!
Bakmayın şimdi Gezi’yle PKK’yı yan yana getirme çabalarına, PKK da HDP de orada yoktu. Nitekim Demirtaş sonra şöyle diyecekti:
“Biz Gezi Parkı’nda yaşananların müzakere karşıtlığına çevrilmesine izin vermeyeceğiz. Çünkü biz onlarla hareket etmiyoruz. Kesinlikle ırkçı ve faşistlerle aynı etkinlikler içinde olmayız. Bizim tabanımız ne yapacağını bilir.”
Evet, Demirtaş bugün hapiste ise o gün Gezi’de olmadıkları için!
Onlar Gezi döneminde darbe olacak diyerek, Kemalist darbeyi engellemek için AKP ile ittifak kurdular ve AKP de onları önce kullandı, sonra da hapse attı.
HDP’liler, Türk milletiyle Gezi’de birleşmek yerine AKP ile birlikte olmayı seçtiler ve ayakta tuttukları AKP de onları harcayıverdi. Siyaseti yanlış okumuşlardı, Türk düşmanlıkları gözlerini kör etmişti ve şimdi bunun bedelini de cezaevinde ödüyorlar.
Kendi siyasi yanlışlarının hesabını kitlelerine vermek yerine suçu Türk Solu’na atıp kurtulmaya çalışıyorlar. Tayyip Erdoğan, Demirtaş için “asıl hesabı İmralı’dakine verecek” demişti, ben doğrusunu söyleyeyim, Demirtaş, yaptığı bu siyasi hatanın hesabını öncelikle Kürtlere verecek. Ve günü geldiğinde de Türk Solu’ndan özür dileyecekler.
Neden Türk Solu?
Türk Solu ise Gezi’de Türk bayrakları ile meydana inerek tüm oyunları bozduğu gibi Türkiye’nin önünü de açtı. Bugün aldığımız her özgür nefes, Gezi’deki ağaçlar ve Gezi’deki mücadele sayesindedir. Bunu asla unutmuyoruz.
Demirtaş’ların da şunu görmesi lazım: Türk Solu, HDP’ye elbette karşıdır, hem de sonuna kadar. Ama bizim derdimiz Kürt düşmanlığı olsaydı, 15 Temmuz’dan sonra bunun alasını yapardık, şu anda el üstünde tutulurduk. Bunun rantını da yerdik, bu rantı da etrafımıza dağıtır başarılı lider olurduk. Benim reddettiğim teklifleri kimlerin kabul ettiğini görmek için televizyon kanallarını dolaşabilirsiniz.
Ben, kendim için hiçbir mevki, makam, para, pul istemedim. Benimle yol yürüyen hiç kimseye de mevki, makam ve ikbal vaat etmedim sadece vicdanlı ve onurlu bir yaşam vaat ettim.
2013 Nevruz’u gerçekten bir kırılma noktasıydı, bunu hâlâ anlamayanlar olmasına şaşıyorum. Bir milletin sabrı orada taştı. Ve bunu gören, buna göre tavır alan da Türk Solu’ydu.
25 Mart tarihli Türk Solu’ndaki yazımda şöyle anlatmıştım o günleri:
“Az şey yaşamadık şu on yılda.
Komutanlarımız hapse atıldı.
Askerlerimiz şehit edildi.
Biz şehit acısıyla yanarken cenazelerimiz yasaklandı.
Biz ağıt yakarken Habur’dan teröristler davul zurnayla memlekete sokuldu.
Gencecik liseli kız kardeşlerimizi PKK’lılar Molotoflarla yaktılar.
Sokağa inip ‘şehitler ölmez vatan bölünmez!’ dediğimizde faşist dediler.
‘Hepimiz Türk’üz’ dediğimizde ırkçı ilan edildik.
Bizi ya yok saydılar ya düşman ilan ettiler.
Kendi ülkemizde esir olduk. Teröre teslim olan bir ülkede gururumuz kırıldı, erkekliğimizden utandık.
Gözyaşlarımızı kendimizden bile sakladık.
Atatürk olup hepsinin karşısına bir ordu olup çıkmak isterdik ama Atatürk değildik.
O nedenle bari onun askeri olalım dedik.
İşte bu yüzden Mustafa Kemal’in askeri olduk.
Ya ne olsaydık?
Teslim mi olsaydık?
Düzene mi uysaydık?
Yandaşlık mı yapsaydık?
Kaçakler kervanına mı karışsaydık?
Döneklik mi etseydik?
Yapamazdık. Ve yapmadık: Alçaklaşmadık.
Geldik bu güne.”
2013 Nevruz’u dediğim gibi kırılma anıydı, kimilerinin direnci orada kırılmıştı, oysa 3 ay sonra Gezi olacak ve özgürleşecektik.
Şimdi de kimileri AKP’ye iman ediyor, bense hâlâ 2013 Nevruz’undaki kararlılığımdayım. Çözüm Süreci’ni bitirdik, AKP’yi de yıkacağız.
1923 Nevruzu’ndan bir gün önce 20 Mart’ta Mustafa Kemal’in etrafındaki gençlere nasihati nedir bilir misiniz?
Türk Ocağı’nın duvarında asılı bulunan Emin Bülent Serdaroğlu’nun şiirini gösterir, kendisinin mücadelesinde bu şiirden güç aldığını söyler.
Bana da 100 yıl sonra aynı şiiri tekrar etmek düşer:
“Türk’üm ve düşmanım sana kalsam da bir kişi!”