Ahsen Batur’un Türkçeye büyük mirası
Selenge Yayınları’nın kurucusu Ahsen Batur’u yitirdik. Kendisi yıllarca süren bir emek ve fikir mirası bıraktı geride. Türk düşün ve yazın dünyasına en büyük katkılarından biri ise Özbek edebiyatının dev ismi Adil Yakubov’un eserlerini bizlere kazandırmasıdır. Türk dilinin büyüklüğü ve mükemmeliyetini Adil Yakubov’un kalemi ve Ahsen Batur’un Türkiye Türkçesine kusursuz çevirisi ile bir kuşak yeniden keşfetti.
Adalet Menzili kitabı bu eserlerin içinden 2022 Türkiye’sinin, aydınının ve gençliğinin sancısını, karanlığını ve isyanını belki de en iyi yansıtan roman olabilir.
Sovyet Özbekistan’ı ile AKP Türkiye’si arasında nasıl bir benzerlik olabilir?
Dilleri ve örfleri bir olan iki halkın, binlerce km öteye düşmüş iki ayrı vatanı, bambaşka rejimleri, sorunları ve tarihleri var. Ancak zulmün adı tek: Adaletsizlik!
Adaletsizlik ve adalet
Sadece Türk insanı için değil, tüm insanlar için adalet ne kutsal bir arayıştır. Adaletsizlik duygusu ne büyük bir acı ve işkencedir. Adalet adeta tek gerçek dinimizdir.
Allah’ta en büyük, en adil, en kesin ve en şaşmaz hâkimi hayal ederiz. Neden?
Aslında O evreni yaratmış. Ama kimse O’nu bir sanatçı gibi görmez. Herkes asla yanılmaz, asla kandırılmaz ve asla adaletsizlik yapmaz bir yargıç olarak tahayyül eder Tanrı’yı. Çünkü adalet arayışı insanlığın asla dinmeyen, en derin, en ateşli kolektif buhranıdır.
Hem bu dünyada hem öte dünyada ilahi adaleti ararız. Çünkü insan sadece yaşamından ve ölümünden bilinçli olan tek canlı değildir, aynı zamanda içi isyan halinde alev alev yanan bir ruhtur. Bu denli güzel bir evren ve dünyada, bu denli büyük eşitsizlikler, cani cinayetler, bitmez zulümler…
Hesap sorulmalı, dur demeli, düzeltilmeli. Haklı ve haksız yerine konmalı. Eğri ve doğru ayrılmalı. Bu böyle olmaz.
Herkes, en sıradan kişi bile adaletsizliğe karşı bu en insani isyanı yaşar içinde. Ama şu bilinir ki hesap sormaya, eğriyi düzeltmeye kalkan kişi eline aldığı adalet ateşiyle yanarak ölecek. Bu kadar kesin bir sonuç. Haksızlığa karşı en insani, en kutsal yanımızdan gelen sesi, bir acizlik ve korku duygusu ile sustururuz bu yüzden. Çoğu zaman bahane bile bulamayız.
Bazen “şimdi zamanı değil, akıllı olmamız lazım, öfkeyle kalkan zararla oturur” deriz. Çoğu zaman da “dünyanın düzeni bu…” Bu denli büyük bir sancı, buhran ve çelişkiyi yaşamak zorundayız. Hepimiz, her an, her saniye…
Yeryüzünde “cennet”, yeryüzünde “adalet”
En sıradan insan bile bu isyan ile yanıp yok olmamak için çabalar. Büyük düşünürler ve devrimciler ise felsefeler, sistemler kurarlar. Kimi adaleti akla, kimi Tanrı’ya, kimi de devlete bağlamaya çalışır. Büyük dinler de insanın bu büyük acısını, sızısını çözmek için ortaya çıkar.
Kimi din adeta çaresiz kalır. Kıyamet alameti bunlar, yakında yok olacağız ve adalet öte dünyada gelecek der. Kimi peygamber ise Hz. Muhammed gibi bu dünyada, bu günde adalet için mücadele eder.
İslam, adaleti bu dünyada da vaat eder. Bu dünyada da adaletin kılıcı işleyebilir! Yeryüzünde de adalet olabilir!
“Ütopya değil gerçek komünizm peşindeyiz, bu dünyada cenneti kuracağız” diyen 19. Yy devrimcilerinin iddiası da buydu. Avrupa’nın sömürge kılıcından aklın ve bilimin adaletini arayan 18.yy Aydınlanmacılarının da… Tarihin sonu gelecek ve insanın acıları bitecekti.
En kutsal şiarlar en sapıkların eline de geçer. Aynı döngü binlerce kez yaşanır.
Böylelikle eline adalet kılıcının geçtiğini düşünen herkes, bilinçsiz bir çocuk gibi sallamaya başlar keskin nesneyi. Adı din olsun, insan hakları olsun, sosyalizm olsun fark etmez. Bitmez tükenmez bir cihadın adıdır bu. Bu sefer zalimi de âlimi de elinde tuttuğu nesneyi adalet kılıcı ilan eder. Aynı adaletsizlik döngüsü tekrar edip durur.
Ve insanoğlu bir bakar. Değişen hiçbir şey. Aklımız ve ruhumuz düzene susamıştır. Ancak dünyada düzen yoktur. Hayır, hayır vardır. Tek bir “düzen” vardır. Binlerce yıl sonra sabit kalan tek düzen adaletsizliktir.
İşte bu yüzden Adil Yakubov’un eseri evrensel bir eserdir. Yıkılmaktan olan, yozlaşmış ve kokuşmuş Sovyet düzeninin eleştirisinden ibaret değildir.

Gaziler nasıl oldu da hırsızlara yenik düştü?
Romanda bir Sovyet kahramanının, 60 yıllık bir Bolşevik’in, Gazi’nin aklının içine giren yazar, bugünün Türkiye’sinde hepimizin içini kavuran adaletsizlik duygusunu en sade ve sert sözcükler ile yüzümüze çarpar:
“Lanet olsun! Göze geldi buralar! Bir zamanlar, sabık genel müdürü terk-i dünya eylemeden önce, bu topraklar Gazi’nin nazarında, şiddetli fırtınada bütün atları geride bırakıp kanat takmış gibi uçan küheylana benzerdi! Merhum genel müdür, henüz pek çok kişi için esrarengizliğini koruyan bir şekilde ve hiç beklenmedik bir anda bu dünyadan göçtü ya, sürücüsüz kalan küheylan birden yere çakıldı.
Çakıldı demek yanlış olur, kanatları kırılıp düşüverdi!. Merhumun yerine oturup kamçısını ellerine alan yeni sürücüler ise küheylanın dizginini, elifi görse mertek zanneden bir güruhun eline teslim ettiler. İşte onlar da üç yıldır bu kendi halindeki toprakları yakıp kavurmaya başladılar! Yapmadıkları namussuzluk, çevirmedikleri dolap kalmadı. Sonunda bütün üç kağıtçılar, sahtekârlar bir yerde toplanıp damadı Suyun Burgut gibi helal süt emmiş yiğitleri tökezletmek, onlara kara leke çalmak için söz birliği ettiler.
Artık Gazi’nin eli televizyonun düğmesini açmaya gitmiyor, gözleri gazetelere bakmaya varmıyordu. Çünkü ne zaman bir gazeteyi eline alsa, diğer şehirlerde her şey güllük gülistanlık gösteriliyordu.
Ne hırsızlık var, ne sahtekârlık ve ne de göz boyamacılık! Ama ne kadar rüşvetçilik, ne kadar milyoner varsa hepsi burada! Bu şehirdekilere inanmayın! Onlar üçkağıtçının teki! Kendilerini fakir gösterdiklerine bakmayın. Ölen bir pamuk işçisinin çapanından bile bir kese altın, bir torba para çıkar!..”
Sovyet savaş kahramanı Gazi’nin damadı Suyun Burgut halkın çok sevdiği, yurduna çok şeyler katmış, hayatında bir kez olsun harama uzanmamış, çalışkan, dürüst ve adaletli bir Kolhoz yöneticisidir. Roman, Suyun Burgut’un iftiraya uğraması ve Moskova’dan gelen parti müfettişleri tarafından her türlü işkenceyle itirafa zorlanması üzerine Mercentav’da yaşananları anlatmaktadır.
Gazi, roman boyu damadını kurtarmak için çırpınır. Ama yaşadığı büyük acı, damadının ve ailesinin çektiği işkencelerden değil, gerçeğin adeta işkenceye çekilmesi, idam edilmesindendir.
Gazi, Özbek halkına hırsız diyenlerin gerçek hırsız olduğunu bilmektedir. Buna isyan etmektedir. Damadına rüşvetçi diyenlerin gerçek rüşvetçi olduğunu bilmektedir. Buna isyan etmektedir. Namuslu insanlara hain diyenlerin gerçek vatan haini olduklarını bilmektedir. Buna isyan etmektedir.
İftiradan büyük ceza yoktur insan vicdanı için. İdam değil iftira dehşete düşürür Gazi’yi. Artık iftira resmi Sovyet dini, resmi Sovyet gerçeği olmuştur. Kendisi ve kendi kuşağı bu Sovyet düzeni için şehit olmuş, gazi olmuş, emek vermiştir. Acaba iftiranın hakikat, zulmün adalet ilan edildiği günlerin sorumlusu kendisi midir? Çocukları ve torunlarından kendi günahlarının kefareti mi istenmektedir?
Gazi’nin hayatının son dönemecinde yaşadığı bu büyük acıya ortak oluyoruz romanı okurken. “Hayır, senin ve sizlerin suçu yok” demek istiyoruz ama hepimiz bu hissi biliriz. İnsan çaresiz kalınca sonunda suçu kendinde arar.
“Ben ne yaptım? Hatam ne? Suçum ne? Bunca felakete mutlaka ben yol açmış olmalıyım. Yaptığım bir haksızlığın bedeli olmalı bu.” Kendi içimizde yaşattığımız ilahi adalet, dünyanın adaletsizliği ile örtüşmeyince, mecbur yine kendi içimizde kendimize ait bir suç ararız yaşadıklarımız için.
20 yıldır Türkiye’de yaşadığımız bu duygu değil mi?
Şaranivski ve diğer “parlak savcılar”!
Adaletsizlik gerçekten acıtır, kanatır insanı. Acıtan adaletsizliğin sonuçları ve kesilen cezalar değil, adaletsizlik olgusunun ta kendisidir. Gerçeğin zedelenmesidir, kirlenmesidir. Hele zalimin kendini adil, hırsızın kendini namuslu, hainin kendini kahraman ilan etmesi kadar büyük bir adaletsizlik olabilir mi? Gerçeğe ihanet, gerçekle dalga geçmek insanın içindeki adalet duygusunu en çok zedeleyen eylemdir.
Adaletsizlik cezanın ta kendisidir. Devleti gasp edenlerin direksiyon koltuğuna oturduğu, “yargı” isimli keskin bıçaklı biçerdöverin içine atılan her aydın, her devrimci, her sıradan insan bunu bilir. En sonunda iş şu noktaya gelir: Hayır, ben hapisten falan çıkmak istemiyorum. Dışarısı o kadar pis ki, ben çilemi çekmeye razıyım. Tek istediğim AKLANMAK. Alçak iftiracılarla hesaplaşmak!
Altı ayda bir gelen celseler, tahliye umuduyla değil, iftiralara yanıt verebilmek açlığıyla beklenir.
Gerçekten de adaletsizliğin yarattığı maddi yıkım, adaletsizliğin bizatihi taşıdığı manevi kırımın yanında hiçbir şeydir. Haksızlık duygusu, haksızlığın hep sür gitmesi, bu haksızlığın asla onarılmayacağı hissi… Egemenler tarafından resmi bir ideoloji gibi haksızlığın yüceltilmesi, gazetelerin, televizyonların bas bas yalan haykırması ve hatta halkın dahi yapılanları onaylaması: “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz!”
Zulmün ve adaletsizliğin adeta yeni bir din ve put gibi yükselmesi.
Bir tarafta Suyun Burgut’un, Laçin’in, Gazi’nin, Mercanay’ın, Altınay’ın çırpınışları, trajedisi diğer tarafta Şaranivskilerin, Celalovların, Klaraların saltanatı.
Adil Yakubov adaletsizliğin ve bu adaletsizliği kanıksamanın aslında bir milli yok oluş olduğunu anlatıyor. Sömürgeci gibi hüküm süren Rus, Ermeni, Kafkasyalı karşısındaki buradaki Türk düşmanı, hak düşmanı, adalet düşmanı zalimin korkunç “divanı”nı görebiliriz. Ergenekon’u, Balyoz’u, Gezi’si ve diğer uydurma kumpas davaları.
Romanda “parlak savcı” Şaranivski “yeni adalet metodu” olarak “delil ve soruşturmayı” reddeder. Özbekistan’da “adalet devrimi” yapar. “Önce sorgula ve suçla, sonra sanık itiraf edince delillere ulaşmaya gerek kalmaz.”
Sanki karşımızda Şaranivski değil Ergenekon’un, Gezi’nin savcısı Tayyip var.
“TÖ” imalatçısı rejim. Önce “terör örgütü” yarat, sonra ismini sen koy, sonra da üyeleri bul ve hapse at. Onlar “TÖ” üyesi olmadığını ispat edebilirlerse, çıksınlar kuyudan dışarı. Yargı bağımsızdır!
“Hesabım Yanlış Mahkemede Görülüyor”
Zalimin, adalet katilinin mantığı hep bu… Nasılsa çürütemezsin yalanı. Yalan, iftira çürüktür çünkü zaten. Mesele hukukun evrensel ilkesi masumiyet karinesinin yok edilmesi de değil. Tamam, zaten önce “suçlu”yuz. Ama olmayan şeyi, yani “suçunun olmadığını sen ispat et” diyenler yine yalan söylüyor. Çünkü mahkeme de yok aslında.
Adalet Menzili’ndeki sorgu sahnesinde Gökçe Fırat’ın mahkemede savunma olarak okuduğu, Attila İlhan’ın Sultangaliyev için yazdığı şiir aklıma geldi. Suyun Burgut’un hücrede yaşadığı buhran. İftiraya yanıt verememesi, iftiracılarla hesaplaşamamasının yol açtığı, ruhunu kavuran büyük yangın. Şairin ifadesiyle içimizdeki zemberek:
“bana bir şimşek çak
çok yanlış anlaşılmaktayım
hesabım yanlış mahkemede görülüyor
içimdeki zemberek
boşandı boşanacak
yaşamak mı gerek
yoksa unutmak mı
şaşırmaktayım.”
En önemlisi büyük bir ders var. Rüşvetçi, rüşvet iftirası atıyor. Aklanma şansı da tanımıyor. Tek yol yine rüşvet vermen diyor. Sıradan insanlar bu alçak dayatmayı kabul etmedikleri için başlarına gelmeyen kalmıyor. Ancak belli ki çoğunluk bu mekanizmayı kabul etmiş ki, “çalışan” bir adalet (!) sistemi var.
Aklıma bu sefer “FETÖ Borsası” geliyor. Rüşvetle tahliye olanlar. Rüşvet vermediği için de adı “terörist” kalanlar…
“Kaldırgaç”ı teslim etmek
Suyun Burgut ve ailesi asla Şaranivski veya başkasına rüşvet vermeyi kabul etmiyorlar. Ancak tuzaklar bitmiyor. Nihayet son çaresizlik anında annesi Mercanay’ın ricalarına boyun eğiyor Laçin. Babası için rüşvet vermeyi veya af dilemeyi kabul etmiyor, ancak küçücük belki de çoğumuza çok önemsiz gelecek bir taviz veriyor. Çok sevdiği, oğlum dediği, Moskova’dan gelen soyguncuların eline geçmesin diye Özbekistan vahşi doğasına, en yoksul çobanların yaşadığı fundalıklara sakladığı atı Kaldırgaç’ı, gidip kendi eliyle teslim ediyor.
Romandaki en genç, en isyankâr ve en güçlü karaktere salık verilen bu: “Tamam, kişiliğinden taviz verme ama o kır atı baban için gözden çıkar.”
Laçin ilk ve son hatasını yapıyor. Kaldırgaç, Özbek ruhunun tertemiz kalan son parçası. Onun özgürlüğünün, genç kalan parçasının ve vicdanının en güzel, en meleksi hali. Özgürlüğünden taviz veren, kişiliğini nasıl koruyabilir ki? Ya da “Adaleti Menzili”ne Kaldırgaç’sız nasıl ulaşılır?
Ne büyük bir yanılgı ne büyük bir tuzaktır. Her genç kuşağa, her seferinde kurulan alçakça bir pusu. Aslında en büyük adaletsizliğe Laçin maruz kalıyor. Bu yüzden Yakubov okura muhtaç olduğu “umudu” vermeyi adeta reddediyor romanda. Önce Laçinlere sahip çıkın. Sonra aydınlık talep edin.
AKP faşizmine karşı yapılan hataları vurgulamak için sıklıkla “o sarı öküzü vermeyecektik” öyküsü hatırlatılır. Beni bu öykü çok rahatsız ediyor. Öncelikle bizi bir sürü yerine koyuyor. Ve de öküz.
Oysa biz “Kaldırgaç”ımızı, bizi özgürlüğe taşıyacak kır atımızı, en genç, en adil ve en devrimci yanımızı teslim ettiğimiz için yok olduk adaletsizlik içinde.
Yakubov işte “Adalet Menzili”ni mutlu bir roman değil, sert bir tokat gibi yüzümüze çarpıyor. Genç kuşakların önüne atıyor çözmek zorunda oldukları bilmeceyi, içine girmekten asla kaçınamayacakları cendereyi.