Namuslu, milliyetçi bir aydın
“Ahsen Batur’u üç kelimeyle tanımla” deseniz ilk aklıma gelen “milliyetçi” olurdu şüphesiz. Sonra “aydın” kimliği… Üçüncü için biraz düşündükten sonra “namuslu”da karar kılardım.
Ancak bu üç tanım da aslında ancak bir arada olursa Ahsen Batur’u tanımlayabilir. Türkiye’de pek çok aydın var şüphesiz. Ya da kendini “aydın” olarak tanımlayan… Ahsen Batur’un farkı milliyetçi bir aydın olmasıydı. AB fonlarından beslenmeyi ya da Rusya’dan maaş almayı içine sindirebilen kalemini satmışlardan değildi. Kıblesi ABD olan ya da Batı hayranlığıyla kendi toplumunu, kendi milletini, kendi ülkesini küçümseyenlerden de değildi. Türklüğü/Türkçülüğü küçümseyen akımlara kapılmamış, hatta hayatı boyunca onlarla mücadele etmişti. Hele hele Kürtçülükle bölücülüğü aydın kimliğiyle bağdaştırabilenlerden de olmamıştı. Çünkü, dediğim gibi öncelikle milliyetçi, Türk milliyetçisi bir aydındı.
Tabii, Türkiye’de kendisini “milliyetçi” olarak tanımlayan da çok insan var. Siyasi kimliğini “milliyetçi” olarak belirten iki büyük parti (MHP ve İyi Parti) de bulunmakta. Hatta logosundaki Altı Ok’ta yer aldığını da düşünerek CHP’yi bile bu listeye ekleyebiliriz. Ama bu kadar milliyetçi arasında Ahsen Batur’u özgün kılan “aydın” kimliğiydi. Hamasetten uzak, milliyetçiliği sol düşmanlığına (ya da orijinal haliyle anti-komünizme) indirgemeyen ve gerçek antiemperyalist tanımıyla kabullenen, laiklik ve Atatürkçülüğü milliyetçilikle harmanlamayı başaran biriydi Ahsen Batur. Çünkü “aydın” kimliği bunu gerektiriyordu. Araştırmaları, çevirdiği ve yayınladığı kitaplar, yani karşılaştığı tarihsel ve güncel gerçekler laiklik ve Atatürkçülükle harmanlanmamış milliyetçiliğin dönüp dolaşıp ya emperyalizmin ya da dinci gericiliğin yedek kuvveti haline dönüştüğünü fark etmesini sağlamıştı.
Uluğbey ve Ali Kuşçu’nun Nakşî gericiliğiyle mücadelesini anlatan “Uluğbey’in Hazinesi” gibi bir başyapıtı Türkiye Türkçesine kazandırmış bir Ahsen Batur, gericiliğin tehlikelerini bile bile Türkiye’de Türk-İslamcı bir sözde milliyetçiliği nasıl savunabilirdi? Elbette laikliğe sarılacak, elbette Atatürkçülükten uzaklaşan bir milliyetçiliğin sonunun AKP’nin koltuk değneği haline gelmiş MHP olacağını görecekti…
Aydınların “namus” belası
Bence, Ahsen Batur’un en önemli kimliği, milliyetçi bir aydın ya da aydın bir milliyetçi olmasının da ötesinde, “namuslu” olmasıydı. Bir aydın ancak “namuslu” olursa gerçekten aydındır. Dünya tarihi binlerce, on binlerce aydın yetiştirmiştir. Fikirlerinin bedelini ödemekten çekinmedikleri, gerektiğinde iktidarlara kafa tutabildikleri, çağının ötesindeki fikirleri nedeniyle linç edilmeyi ve dışlanmayı göze aldıkları yani kısaca “namuslu” oldukları için, bugün dönüp baktığımızda onlardan “aydın” olarak bahsedebiliyoruz. Ve onların bu “namus”u sayesindedir ki, insanlık düşünsel ve bilimsel açıdan ilerleyebilmiştir. Bu açıdan Cem Karaca’nın şarkısında namus bir “bela” olabilir ama aydınlar için vazgeçilmez bir özelliktir.
Türkiye gibi mazlum ülkelerde, aydının “namus”unu satın almak isteyen emperyal merkezler de olacaktır. Bakın etrafınıza… AB’den fonlanıp Suriyeli göçmenler için güzelleme yapanlar mı dersiniz, Rusya’dan fonlanıp Ukrayna işgalini haklı çıkarmaya çalışanlar mı dersiniz… Buna bir de AKP iktidarının adam satın alma mekanizmasını ekleyin. Türkiye’de “namuslu” aydın bulmak git gide zorlaşmıyor mu…
Yıllardır yazılarını/kitaplarını okuduğumuz, televizyonlarda konuşmalarını dinlediğimiz nice “milliyetçi aydın” buldukları ilk fırsatta AKP’ye yamanmadı mı…
İşte Ahsen Batur’un özgünlüğü… Milliyetçi bir aydındı ama aynı zamanda “namuslu”ydu… Rahatlıkla bir devlet kurumunda müdürlük kapıp çakarlı siyah makam otosuyla gününü gün edebilirdi. Bakanlık yayınevleri için sipariş üstüne kitaplar yazabilirdi. Devlet bankalarının sponsorluğunda çevirilerini yayınlatabilirdi. Yapmadı. Yapmamayı tercih etti.
Ahsen Batur’un hazin “milliyetçi” serüveni
Ahsen Batur, “milliyetçi” kimliğini de bir kenara bırakıp bir tarihçi olarak “asimile edilmiş Kürt boyları” üzerine çalışmalar yapabilirdi. Türklerin tarihte ne kadar “barbar” olduğunu anlatabilir, malum çevrelerde el üstünde tutulurdu. İşte o zaman kitapları baskı üstüne baskı yapar, Avrupa başkentlerinde beş yıldızlı otellerde konuk edilip konferanslar verirdi. O ise tam tersini yaptı. “Kürtleşen Türkler”i anlatan kitaplar yayınladı. Kürtçü tarihçilerin çarpıtma ve yalanlarına karşı mücadele etti, hatta “Kürdoloji Yalanları” isimli bir kitap yazdı.
Türk fikir hayatında son 200 yıldır bir akım haline gelmiş “Türklüğü küçümseme” ve “Türklüğünden utanma” rüzgârına da karşı çıktı. Bakın, “1200 Yıllık Sürgün: Türk Sözünün Hazin Serüveni” kitabının önsözünde ne diyor:
“Pek çok devlet, pek çok hanedan kurmuş olmalarına rağmen, tarih boyunca açıkça ‘Türk’ kelimesini kullanan yalnızca iki halk ve iki devlet olmuştur. Birisi bizim ‘gök’ kelimesini ilave ederek yazdığımız Gök-Türk Devleti, diğeri ise Osmanlı hanedanı mirası üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti’dir. (…) Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluğu’nun bânileri, Türk kelimesini hiç kullanmadıkları gibi, bu kelimeyi neredeyse öcü gibi telakki etmiş ve kendilerine Türk denilmesini adeta bir tür tahkir gibi algılamışlardır. Allah’tan Selçukluların ve özellikle Osmanlı’nın Türk kelimesini tahkir sıfatı olarak kabul ettikleri dönemde, başka halkların tarihçi ve coğrafyacıları onlardan Türk olarak bahsediyor, Türklüğü kabul etmek istemeyen ve bu kelimeyi hatırlamayı dahi arzu etmeyen bu devletlerden Türk devleti olarak söz ediyorlardı. Hatta Avrupalılar ve özellikle İtalyanlar çocuklarını korkutmak için ‘Anneciğim, Osmanlılar!’ değil ‘Mamma li Turchi!’ (Anneciğim, Türkler!..) diyorlardı.
İşte Türk kelimesinin adeta sürgün hayatı yaşadığı bu dönem, Gök Türk Devleti’nin nihai olarak yıkılışından Jön-Türkler adını taşıyan elitlerin oluşmasına ve Osmanlı mirası üzerine ‘Türk’ damgasının vurulmasına kadar geçen 1200 yıllık bir süredir ve bu kitabın konusunu oluşturacaktır. Demek ki Türkler, 1200 yıllık bir mankurtluk süreci yaşamışlar ve kendilerini komşularına başka isimlerle takdim etmişlerdir. Bu durum, elbette onların Türk kelimesini bilmediklerinden değil, başkalarının ‘tarih şuuru’ dediği, benimse ‘etnik hafıza’ dediğim milli hafızadan ve şuurdan yoksun oluşlarından kaynaklanmıştır. (…) Benim mankurt milletim, sandıktan seçip çıkardığı insanların etnik kökenine asla bakmaz, Müslümanlık gibi her türlü kamufl ajın yegâne vasıtası olarak kullanılmaya müsait İslam kimliğini kullananların maskelerinin arkasındaki iğrenç suratlarını görmez; böylece hem kendini yakar hem de beni yakar!”
Tabii, bu bakış Türkiye’de kimilerince “ırkçı” olarak nitelendirilir. Türkiye’de milliyetçi aydın olmanın hazin serüvenidir bu zaten. Her tür Kürtçülük, Arapçılık, Amerikancılık, Rusçuluk hoş görülür, hatta özendirilir. Ama Türkçülük yaparsan ırkçısındır. Bu hazin serüvenin hüzünlü serüvencisi Ahsen Batur, ırkçılık suçlamalarına ise şöyle yanıt verir:
“Bu satırları okuyanlar, eserin yazarının ırkçı bir fanatik olduğunu düşünebilirler; ama öyle değil. Çünkü ırkçılık, yalnızca kendine hayat hakkı tanımak, sadece kendini en üstün (arya), diğerlerini en alçak (parya) olarak görmek, onlara hayat hakkı tanımamak, yok etmek istemek, horlamak ve aşağılamaktır. Hâlbuki ben bir Türk olarak, diğer halklara mensup insanların da Tanrı tarafından yaratıldığını, onların da benim gibi yeryüzünde yaşama hakları olduğunu peşinen kabul ediyor, onları kendimden üstün veya alçak görmüyorum. Ama yeryüzündeki tüm halklar kendi adlarını gururla telaffuz ederken, hatta tarih boyunca bir devletleri dahi olmamış etnik topluluklar köklerini binlerce yıl öncesine bağlamaya çalışırken, birilerinin her metresi atalarımın kanlarıyla sulanmış kendi ülkemde, ‘Türk’üm’ dediğimde bana ‘alien’miş (uzaylı yaratık) gibi bakmaları, sanki İslam dini etnik mensubiyeti belirtmeyi yasaklamış gibi, -ki aksine teşvik etmiştir, – beni İslam dairesi dışına almaya çalışmaları, doğrusunu söylemek gerekirse, ağrıma gidiyor ve hatta kanımı donduruyor!”
Bilimsel “namus”
Tabii bir aydın için “namus”un bilimsel boyutu da var. Aydın sadece düşüncelerini satarak ya da kalemini kiralayarak “namus”undan olmaz. Bilimsel gerçekleri çarpıtmak ve düşüncelerini kanıtlamak için demagojiden yalana her yöntemi kullanmak da bilimsel namusa sığmaz, değil mi…
Ahsen Batur, gerek yaptığı çevirilerde gerekse yayınladığı kitaplarda bu açıdan da son derece “namuslu” davranmasını başarmıştır. Yayıncılığını birazdan anlatacağız, ancak yayıncılığının bu namus boyutundan sanırız şimdi bahsetmeliyiz.
Ahsen Batur, Türk tarihi üzerine onlarca kitap yayınlamıştır. Bunların bir kısmı, hatta çoğu Türk olmayan yazarlara aittir. Bir kısmı ise aslında Türk karşıtı/ düşmanı tarihçilerindir. Ahsen Batur, tarihimizi öğrenmek için bu kaynakları da okumamız gerektiğini savunur, hatta Türkiye’ye tanıttığı ünlü Rus Türkolog Gumilyev’in şu sözlerini alıntılayarak: “Bir milletin tarihini biraz da onun düşmanlarının yazdıklarına bakarak okumak gerekir.”
Nitekim, çağdaşı pek çok Rus tarihçi gibi Türk düşmanı olan Şirokorad’ın “Osmanlı-Rus Savaşları”nı anlatan kitabını yayınlarken de metne hiç dokunmaz Ahsen Batur. Elbette bir önsözle kitaptaki çarpıtma ve abartılar konusunda okuru uyarır. Fakat şu notu eklemeden de edemez:
“240 yıl boyunca belirli aralıklarla sürekli savaştığımız, ilk ve son yenilgiyi ellerinden tattığımız Rusların bu savaşlarla ilgili bakış açılarını da bilmemiz gerekirdi. Bu konuya doğru bir hükme varabilmek için iki tarafın resmi ve gayri-resmi bakış açısını karşılaştırmalı olarak gözden geçirmenin kaçınılmazlığı ortadadır. Yalnızca bizim tarihçi ve paşalarımızın yazdıklarına bakarak hüküm vermek yanlış olabileceği gibi yalnızca Rus yazarların aktardıklarına el bağlamak da yanlış olurdu. Buna rağmen kitabı çevirirken, yazarın verdiği bilgilerin doğruluğu veya yanlışlığını göstermek için Türk görüşünü anlatan eserlerden dipnotlar çıkararak karşılaştırma yoluna gitmedik. Çünkü böyle bir şey, hem zaten hacimli olan eserin hacmini daha da artıracak hem de tarafımızdan Rus görüşüne bir müdahale olarak değerlendirilecekti. Biz, karşılaştırma ve Rus görüşünü ret veya tasvip etme işini doğrudan doğruya okurun omzuna yüklemeyi tercih ettik, Çünkü çevirmenin, çevirdiği esere -çok gerekli olmadıkça- sürekli dipnotlar koyarak müdahalede bulunma mecburiyeti de yoktur, hakkı da yoktur.”
Çeviri etiği başta olmak üzere bilimsel etik (namus) üzerine sayfalarca sürecek bir tartışmayı başlatacak bir açıklama… Ancak ne olursa olsun, Ahsen Batur’un “namus”unun bilimsel boyutları açısından da önemli bir gösterge…
Türkiye’de yayıncı olmak…
Hele bir de milliyetçiyseniz…
Türkiye’de yayıncı olmak zor. Malum… Zaten okuyan bir millet de değiliz.
Hele ulusal solcu iseniz… Bunun zorluğunu İleri Yayınları’nda 20 yıldır yaşıyoruz. Bir yandan banka sermayesinin fonladığı yayınevleriyle rekabet edeceksiniz (tabii ki edemeyeceksiniz), bir yandan faşist iktidarın baskısına direneceksiniz, bir yandan KürtçüEnternasyonalist “sol”un ulusal sol düşmanlığının yarattığı sansürle boğuşacaksınız, bir yandan kapitalizmin klasik “sermayesiz yatırımın zorlukları”yla sınanacaksınız…
Ahsen Abi elbette bir ulusal solcu değildi. Çoğu konuda anlaşabilirdik. Hatta bir dönem, sağlığı elverdiği yıllarda, Türk Solu’nda düzenli yazmıştı da… Ancak bu bizim gibi ulusal solcu olmaktan çok ulusal solcu olmamıza duyduğu saygıdandı galiba… Sol içinde Türk Solu gibi ulusalcı bir dalganın güçlenmesini içtenlikle istiyordu. Sanırım Gökçe Fırat başta olmak üzere Türk Solu’nun da kendisi gibi “namuslu” olmasından etkilenmişti. Belki, gençlik yıllarında tanışmış olsaydık, o da bizimle omuz omuza mücadele verirdi, bilemiyorum. Önemli mi? Değil… Önemli olan Ahsen Abi ile Türk Solu arasında kurulan o güzel dostluktu…
Yayıncılık maceralarımız da birbirine benziyordu. Yediğimiz sansür… Büyük sermayeli yayınevleriyle rekabetin yıkıcılığı… Ancak bizim bir avantajımız vardı Ahsen Abi’ye nazaran. Biz üniversite yıllarından beri omuz omuza mücadele eden, birbirine güvenen bir ekiptik. Bu yüzden “zorluk”lar yaşıyorduk ama o kadar da “zorlan”mıyorduk… Kolektif duruşumuzla zorlukları aşabiliyorduk. Ahsen Abi’yi bu anlamda hep takdir etmişimdir. Cağaloğlu’nda Selenge Yayınları’nın kapısından her girdiğimde, o küçücük odada, Ahsen Abi’nin yalnızlığına, “tek tüfek”liğine tekrar tekrar şahit olurdum. Biz Türk Solu’nda, İleri Yayınları’nda birbirimize dayanarak, yaslanarak aşıyorduk zorlukları. Ahsen Abi peki? O nasıl aşıyordu?..
Ahsen Abi’nin belki tek bir avantajı vardı. Turizmcilik yıllarında biriktirdiği üç beş kuruşuyla Selenge Yayınları’nı kurabilmiş, ilk kitaplarının baskısına girişebilmişti. En azından bir başlangıç sermayesi vardı. O da bu açıdan takdir ederdi hep bizi… Biz üniversiteliyken atılmıştık bu maceraya… Hiçbir başlangıç sermayemiz olmadan… Sadece birbirimize (ve fikrimize) güvenerek…
Çektiğimiz sıkıntıları Ahsen Abi’yle paylaşırdık. Çok iyi bir dert ortağıydı. Çünkü ne çektiğimizi en iyi o anlayabilirdi. Elinden geldiğince yardımcı olmaya da çalışırdı.
Selenge Yayınları’nı 2002 yılında kurmuştu. 2019’da yayınevini sağlık nedenleriyle devretmek zorunda kalana kadar 150’yi aşkın kitap yayınlamıştı. Selenge Yayınları kitap yayınlamaya devam ediyor hâlâ. Çoğu ya Ahsen Abi’nin baskıya çoktan hazırladığı kitap ya da basılmasını önerdikleri… Yani Ahsen Abi’nin yayıncılığı hasta yatağındayken bile devam ediyordu..
En zorunu seçti: Hem çevirmen hem yayıncı
150 kitap… Dile kolay… Tarih kitapları yayınlardı Ahsen Abi… Bazen roman da… Ama onlar da tarihsel roman olurdu… Ancak bu 150 kitabın her biri büyük emek ve çabayla yayınlanmış kitaptı. Mesela, Gumilyev gibi değerli bir tarihçiyi Türkiye’ye tanıtan isimdir Ahsen Abi. Hunlardan Oğuzlara Orta Asya Türk boylarının tarihini öğrenmek istiyorsanız ilk başvuracağınız kaynaklardandır Gumilyev. Dokuz kitabını yayınladı Ahsen Abi. Dokuzunu da kendi çevirdi.
Ahsen Abi’nin aydın kimliğinin üç cephesi vardır. İlki çevirmenliğidir. İkincisi yayıncılığıdır. Üçüncüsü ise yazarlığı…
Yazarlığından başta da biraz bahsettim. “Kürdoloji Yalanları” ve “1200 Yıllık Sürgün” Türk düşmanlığına ve Kürtçü tarihçiliğe indirilmiş esaslı darbelerdir.
Gelelim çevirmenliğine…
Benim bulabildiğim 56 kitap var Ahsen Abi’nin çevirdiği. 70’li yıllarda çeşitli İslamcı yayınevleri için çevirdiği ve artık bulunamayan kitaplar olabilir. Bu yüzden bu rakam muhtemelen daha fazladır. Bunların 43’ünü Selenge’de, kendi yayınevinde yayınladı. Türk dünyası romanlarından 6’sını sonra bize, İleri Yayınları’na devretti. İki tane de hiç yayınlamadığı çevirisiyle birlikte: Adil Yakubov’un Mukaddes ve Vicdan’ı… Selenge’den önce çeşitli yayınevlerinden çıkmış 8 çevirisi daha bulunuyor. Anlayacağınız toplam 53…
Arapçadan çevirdi… Rusçadan çevirdi… Özbek Türkçesinden çevirdi… Diğer bütün orta Asya Türk dillerinden çevirdi. Üstelik çevirileri hiçbir zaman sadece çeviri değildi. Açıklayıcı dipnotlarla okurun kavramasını kolaylaştıran, ancak yukarıda örneğini verdiğimiz gibi, yazarın önüne geçme heveslisi de olmayan bir çeviri tarzı… Elbette harika bir Türkiye Türkçesi… Akıcı bir dil… Özenli çeviri…
Ancak Ahsen Abi’yi diğer tüm çevirmenlerden ayıran iki şey vardı: Birincisi, çevireceği kitapları da kendisi belirliyordu. Yani aynı zamanda bir yayıncı olarak yayın programına karar veren de kendisiydi. İkincisi, çevirdiği kitapların “risk”ini de bir yayıncı olarak üstleniyordu. Standart bir çevirmene yayınevinden bir dosya gider. Çevirmen bunu çevirir. Çeviri ücretini alır. Ama kitabın “risk”ini üstlenmez. Sadece emeğinin karşılığını alır. Çevirdiği kitap satar mı, satmaz mı, o kadar önemli değildir çevirmen için. Ahsen Abi ise hem kitapları çeviriyor, hem de onların bütün ekonomik “risk”ini kurduğu yayıneviyle üstleniyordu. Daha doğrusu, çevirdiği kitapları yayınlatacak bir yayınevi bulamadığı için bu yola başvurmak zorunda kalmıştı.
Ahsen Abi’nin “aydın” yönünün en çok takdir ettiğim kısmı sanırım bu… Türk tarihçiliğine hizmet etme güdüsüyle hareket etmesi… Türkçeye kazandırılması gerektiğini düşündüğü kitapları bulması… Bunları çevirmesi… Ve yayınlaması… Bazen çok satmayacağını, sadece tarih araştırmacılarının alacağını bile bile..
Ahsen Batur’u yaratan soru: “Peki ben ne yapmalıyım?”
Ahsen Abi’nin bu “yayıncılık” sevdasını kendi kaleminden okuyalım. Daha önce de bahsettiğimiz “Osmanlı-Rus Savaşları” kitabının önsözünde şöyle diyor:
“Ermeni yazarların veya sempatizanlarının kaleme aldıkları eserleri okuyarak büyüyen bir Rus yazarın tehcir olayını bir katliam gibi algılamasını yadırgamak, onu tarafgirlikle, vicdansızlıkla suçlamak yerine, neden gerçekleri onun diliyle anlatan kitaplar yayınlamadığımızı düşünerek kendimizi kusurlu görmek gerekmez mi? Ermenilerin tehcir olayıyla ilgili olarak bütün dünyada çeşitli dillerde bugüne kadar 3700 kitap yayınlamalarına karşılık, bizim yalnızca 41 kitap yayınladığımızı göz önünde bulundurursak, kimi suçlamamız gerektiğine siz karar verin.”
Daha sonra Ahsen Batur kısa bir anısını anlatır. Arjantinli bir turistle Ermeni tehciri üzerine tartışırlar. Turistin olayları bir katliam olarak nitelemesine Ahsen Abi sinirlenince turist şöyle der:
“Ben Arjantinliyim. Bana ne sizin meselelerinizden? Ama benim ülkemde bulunan kitapların hepsinde böyle yazıyor. Madem öyle değilse, siz de benim anlayacağım dilde kitap yayınlayın da, ben de okuyup ona göre bir hüküm vereyim.”
Ahsen Abi şöyle devam eder önsözünde:
“Benzeri bir cevabı ta 70’li yıllarda fakültede okurken bir Fransız kız arkadaşımdan da işitmiştim.
Mahcup bir şekilde başımı önüme eğerken, içimden devleti yönetenleri, gelip geçmiş bakanları ve hükümetleri ‘hayır dualarıyla yad ettiğimi’ söylemeye bilmem gerek var mı?”
Elbette uluslararası bir tarih/tarihçilik mücadelesinde devletin yapması gereken çok şey vardır. Türk devletinin bu konudaki zayıflığı aşikâr. Ve bu yazının konusu değil… Ancak Ahsen Abi “Devletimiz neden yapmıyor?” diyerek kenara çekilme kolaycılığına da kaçmadı. “Bir milliyetçi aydın olarak ben ne yapabilirim?” diye sorma “namus”unu gösterdi…
Ahsen Abi’nin çevirdiği toplam 53 kitabın, yayınladığı 150’yi aşkın kitabın öyküsü bu soruyla başlamıştır işte: Peki ben ne yapabilirim?
Ahsen Abi’nin yayıncılığını uzun uzun anlatmak bu yazının kapsamını aşıyor. Çünkü her kitabı ayrı değerli. Çevirdiği, yayınladığı her kitabı için ayrı ayrı makaleler yazmak gerekir.
“Uluğbey’in Hazinesi” gibi bir roman mesela… Biz, İleri Yayınları’nda 8 baskısını yaptık. Hatırladığım kadarıyla Selenge’de 3, ondan önce ise çeşitli yayınevlerinde toplam 5 baskı yapmıştı. Bir kitabın kıymetini tabii ki baskı sayısı belirlemez… Ancak hem İleri Yayınları’nın hem de Selenge Yayınları’nın karşılaştığı onca sansür ve zorluğa karşın bir romanın toplam 16 baskı yapması çok çok kıymetli bir kitap olduğunun kanıtıdır bence… Peki, bu kadar kıymetli bir romanı bulabilmek… Yazarı Adil Yakubov’u Türkiye’ye tanıtmak… Büyük hizmet budur işte…
Türkiye’de “Turancıyım” diyen çoktur ama Türk dünyası edebiyatını okumuş kaç kişi vardır? Özbek edebiyatından bir roman okumadan “Turancı” olunabilir mi? Ahsen Batur’un çevirdiği bir başka önemli roman “Ötgen Künler”i mesela, Türkistan’ın yıkılışını anlatan o büyük destanı okumadan da “Turancı” olunabilir tabii ki, ancak eksik olunur…
Ahsen Batur, Gumilyev gibi tarihçilerin olsun, Adil Yukabov gibi yazarların olsun, kitaplarını bularak, Türkiye’ye tanıtarak büyük bir iş başarmıştır. “Peki ben ne yapabilirim?” sorusunu “namus”uyla, layıkıyla yanıtlamıştır.
Daha ne yapsaydı?
Ahsen Abi’yi yitirdik… Büyük kayıp… Türkiye için büyük kayıp… Türk dünyası için büyük kayıp… Gerçekten yeri doldurulması imkansız insanlardan biriydi Ahsen Abi… Dile kolay. Çevrilen 53 kitaptan bahsediyoruz. Türkiye’de 53 kitap okumadan kendine “aydın” diyen ne kadar çok insan var değil mi… 53 kitabı çevirmek için verilen emeği düşünün… Ve şu soruyu yanıtlayın: Ahsen Batur daha ne yapsaydı?
Ama Ahsen Abi sadece kitap çevirmekle kalmadı, o kitapları yayınladı… Kendi çevirmeye yetişemediklerini başka çevirmenlere emanet edip yayınladı… Türk tarihçilerin telif eserlerini de yayınladı. 53 kitap çevirdi, 150’yi aşkın kitabı da yayınladı, Türk düşün hayatına kazandırdı… İki de çok kıymetli kitap yazdı.
Evet… Ahsen Abi daha ne yapsaydı…
Allah rahmet eylesin…