Rusya’nın Ukrayna’yı işgal saldırısına başlamasının ardından muhalefet de kendine göre bir politika üretme çabasına girmişti. Ne olduğunu ve olacağını pek de kestiremeyen Millet İttifakı önde gelenleri, iktidarın dış politikasını haklı olarak eleştirdiler. Erdoğan bir taraftan NATO’yu sadece tavsiye vermekle, gerekli adımları atmamakla suçluyor diğer taraftansa Avrupa Konseyi’ndeki Rusya oylamasında Türkiye çekimser oy veriyordu. Madem NATO daha sert adımlar atmamakla eleştiriliyordu, Türkiye neden bu eleştirisiyle çelişen bir noktada tavır almıştı?
Bu, ilk bakışta yerinde ve önemli bir eleştiri. Sonuçta ortada bir tutarsızlık, hatta bundan da öte bir beceriksizlik var gibi görünüyor. “Ne Rusya’dan ne Ukrayna’dan vazgeçeriz” tavrının yani imkânsızın peşinde koşma denemesinin yarattığı bir tutarsızlık sonucunda Türkiye, her iki cephe, özellikle de kendi müttefiki olan NATO karşısında kırılgan hale getirilmiş gibi duruyor. Fakat acaba gerçekten durum bu mu?
Türkiye açısından orta ve uzun vadede belki öyle ama AKP’nin kısa vadeli kendini kurtarma stratejisi açısından pek de öyle değil.
Özellikle de AKP’nin attığı adımları Türkiye’ninkilerden çok kendi iktidarının çıkarları açısından planladığını hesaba kattığımızda, ortada ilk görünenin dışında bir tablo olduğunu görmeliyiz.
Yarın (10 Mart, Perşembe) Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov ile Ukrayna Dışişleri Bakanı Dimitro Kuleba, Antalya’da Mevlüt Çavuşoğlu’nun ev sahipliğinde bir araya gelecek. Yani AKP, krizin ilk anlarından beri istediği “arabuluculuk” konumunu sonunda kapmış durumda.
Bu görüşmeden bir sonuç çıkıp çıkmaması ayrı bir tartışma. Sonuçta Rusya’nın Ukrayna’nın önüne koyduğu şartlar, Ukrayna’nın kendi ölüm fermanına imza atması demek. Dolayısıyla bir uzlaşma çıkma ihtimali düşük.
Fakat bu buluşmanın AKP’nin arabuluculuğunda gerçekleşiyor olmasının dahi AKP açısından olumlu sonuçlarını şimdiden görmek hiç de zor değil. Çok fazla geçmişe gitmeye ya da derin analizler yapmaya gerek yok. AKP’nin dünya karşısındaki çok değil birkaç hafta önceki konumunu düşünelim. Etrafında kimsenin kalmadığı, herkesle kavga etmiş bir tablodur bu. Ülke içinde özellikle ekonomik yıkım nedeniyle aldığı kötü puanlara ek olarak, dünya nezdinde de tecrit bir konumdaydı. Şimdi ise iki tarafa da yaranamayan tecrit olmuş konumun dezavantajını, iki tarafla da görüşebilen ve varlığının anlamı, önemi olan bir avantaja dönüştürme hamlesinin en önemli adımını atmış bulunuyor.
Bu duruma, uzun yıllar süren “Soğuk Savaş”ın ardından bugün Türkiye’ye gelmesi beklenen İsrail Cumhurbaşkanı Herzog’un ziyareti de eklenince AKP’nin kendi konumunu güçlendirme hamlesini İsrail’le barışarak ve hatta birlikte yürüyerek sürdürmesinin de ihtimaller dışında olmadığı gerçeği ekleniyor. Bu iki önemli görüşmenin neredeyse eş zamanlı gerçekleşecek olması pek de tesadüf değil. Batı İttifakı ile ilişkili ama Rusya’yla da hâlâ görüşebilecek konumdaki iki ülkenin bir arada davranması beklenebilir.
Sadece Batı’nın değil tüm dünyanın Rusya ile köprüleri attığı bir ortamda AKP’nin ve Erdoğan’ın prim yapmayı başarabileceğinin farkında olmalıyız. Mesela, ABD’nin Rusya’dan enerji ithalini yasakladığı bir ortamda daha şimdiden Türkiye’nin yaptırımlardan muaf tutulabileceği konuşulmaya başlandı.
Yani maalesef bu krizden AKP elini güçlendirerek çıkabilir. Muhalefetin, özellikle de Millet İttifakı’nın oluşan bu yeni durumu dikkate alarak politika üretmesi şarttır. Var olan durum doğru tahlil edilemezse buradan doğru bir politika çıkarmak da mümkün olmayacaktır. Var olan durum pek istediğimiz gibi olmasa da bu böyle.
Biz kendi adımıza görevimizi yapmış olalım…
“Bu savaş, AKP’yi de bitirecek krizdir” rahatlığına kimse kapılmamalı.