Kahramanmaraş depremlerinin üzerinden 1 ay geçti. Yaşadığımız felaketin olumsuz sonuçları her geçen gün daha fazla artıyor.
İktidar, her felaketi olduğu gibi bu depremleri de “fırsata” dönüştürme çabası içinde.
Tayyip Erdoğan yıkımın sorumlusunun muhalefet olduğunu, “muhalefetin kentsel dönüşüme karşı çıktığını ve bunun kayıt altında olduğunu, seçim sürecinde bunların hepsinin halka gösterileceğini” dile getirerek seçim kampanyasına dair önemli bir ipucu verdi.
İktidarın muhalefeti “kentsel dönüşüm” tartışmaları üzerinden suçlaması, yıkımın sorumluluğunu unutturmak açısından çok önemli.
Afet bölgesinde imar affıyla yıkımdan kurtulan kaç binanın depremde yıkıldığına ve buralarda kaç kişinin öldüğüne dair bir bilgi elbette paylaşılmıyor.
İmar affında devletin kendisini korumaya almak için sorumluluğu “hak sahibinin beyanına” devretmesinin ve bunu da imzaya bağlamasının hukuki bir geçerliliği yok.
15 Temmuz sonrası AKP-Cemaat ilişkisini örtmek adına muhalefeti Fethullahçılarla işbirliği yapmakla suçlayan iktidar; bugün de imar affını unutturmak, belediye başkanlarını korumak ve AKP’li müteahhitlerin yıkılan binalarını gizlemek için muhalefeti “kentsel dönüşüme” engel olmakla suçluyor.
Diğer taraftan deprem, “güvenli konut” sorununun önemini bizlere yeniden hatırlattı.
“Kentsel dönüşüm” elbette bir zorunluluk ancak böylesi geniş kapsamlı bir dönüşüm, belediyelerin ya da konut sahiplerinin çabalarıyla çözülemez.
“Konut yenilenmesinin” ekonomik yükünün vatandaşa bırakılmasının somut anlamı, “ya öde ya terk et!” şeklindeki anlatabileceğimiz farklı bir “projenin” hayata geçirilmesidir.
AKP’nin bu projesi hayat kurtaran değil, vatandaşı “yerinden sürmeyi” amaçlayan sinsi bir hamledir.
Sadece İstanbul’da değil tüm Türkiye’de çok fazla riskli konut var.
Yalnız konutlar değil şehir merkezlerindeki “çarşılar” ve iş yerleri de fazlasıyla eskimiş durumda. Şehirleşmesiyle övünen Kahramanmaraş’ın ana caddesindeki çok katlı iş hanlarının nasıl çöktüğünü bu depremde gördük. Bu risk neredeyse her il-ilçe merkezinde var.
Meseleye böyle baktığımızda yapılacak şeyin yeni bir şehir planlaması olduğu ve böylesi bir toplumsal projenin finansmanının ancak devletçi bir yöntemle sağlanabileceği açıktır.
Kimse keyfinden “potansiyel mezarda” oturmuyor ya da Erdoğan’ın ifadesiyle “kapris” yapmıyor!
Kaldı ki AKP’nin “kentsel dönüşüm” bölgeleri istisnasız her yerde arsa değeri yüksek ve genellikle orta gelirli insanların oturduğu yerleşim yerlerini hedef alıyor.
İstanbul’da denize yakın olan yerlerin “riskli bölge” ilan edilmesi bir tesadüf değil. İktidar, deprem riskini bir tehdit unsuru olarak kullanarak bu bölgeleri boşaltmanın peşinde.
Tıpkı Kanal İstanbul bölgesindeki arazilerin satılması gibi bu bölgeler de bir “yatırım bölgesi” olarak görülüyor.
AKP’nin İstanbul’daki kentsel dönüşümünün tek bir amacı var: Bütün İstanbul kıyılarını Zeytinburnu-Bakırköy bölgesinde olduğu gibi gökdelenlerle çevirmek ve tüm Arap zenginlerini buralara toplamak.
Yanında vatandaşlık da bedava!
“Beyaz Türkler” de defolsunlar, istiyorlarsa İstanbul’un ücra köşelerinde “sağlam zeminlerde” uslu uslu otursunlar! Evlerine karşılık ev verildiği için de devlete teşekkür etsinler!
Geçmişte yapılan “Sulukule kentsel dönüşümü” iktidarın neyi amaçladığını mükemmel biçimde anlatıyor. Binlerce insanın yaşadığı bölge, mahalle sakinleri göçe zorlanarak boşaltıldı. Ardından da zenginler için TOKİ projeleri yapılarak çok yüksek fiyatlardan satışa sunuldu.
Sulukule’de oturanlar Roman olduğu için çok fazla ses çıkaran olmamıştı.
Şimdi de sıra bizlere geldi… Milyonlarca insan hem deprem riski hem de AKP tarafından evsiz bırakılma riskiyle karşı karşıya…
Seçimi kazanırlarsa “büyük adımı” atacaklar. Zira böylesine yıkılmış bir ekonomiyi ancak böylesi bir “yatırım” kurtarabilir!