Hürriyet’te kaçak göçmen haberleri
“İstanbul’da her akşam operasyon! Kaçak göçmen bitene kadar operasyonlar sürecek.”
“İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya: Talimat Verdik, Gönderiyoruz. Sahillerden, sokaklardan toplanan kaçaklar hemen sınır dışı edilecek!”
“Sınır dışı seferleri: Haziran’da 6.883 kaçak gönderildi.”
“Kaçaklara Atlı Devriye: Polisin İstanbul sokaklarında yaptığı kaçak avı tüm hızıyla sürüyor.”
Tüm bu haberler geçtiğimiz hafta Hürriyet gazetesinin ya manşetinde yayınlandı ya da iç sayfalarda büyük haber olarak verildi.
Yeni bakan, yeni mülteci politikası mı?
Ahmet Hakan, İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’yla operasyonlarla ilgili görüşerek manşetten haber yaptı.
Haberlerde İstanbul polisinin Boğaz’daki tekne turlarında, eğlence merkezlerinde ve sahillerde dronlarla kalabalık grupları denetleyerek kaçak göçmenleri göz altına aldığı; bu kişilerin Geri Gönderme Merkezlerine sevk edilerek, deport işlemi uygulandığı belirtiliyor.
“Havada, karada, denizde” devam eden operasyonlarda 1 hafta içinde yaklaşık 7 bin kadar kaçak göçmenin deport edildiği, bir o kadarının da işlemlerin tamamlanmasının ardından geri gönderileceği bildiriliyor.
Hürriyet’in yapılan operasyonlara her gün geniş yer ayırmasına rağmen; Yeni Şafak, Akşam ve Akit gibi gazetelerin haberi görmezden gelmeleri dikkat çekici. Bu üç gazete de operasyonları kısa şekilde haberleştirse bile İçişleri Bakanı’nın konuyla ilgili yaptığı açıklamaları yayınlamadı.
Bakanın bizzat başlattığı ve binlerce kişinin gözaltına alındığı bir operasyon önemli bir haberdir ve bunu görmezden gelmenin farklı anlamları olsa gerek!
İktidarın amacı mülteci sorununu ötelemek
Demek ki AKP iktidarı yeni İçişleri Bakanı aracılığıyla kamuoyuna, “göçmen politikasının değiştiği, kaçak göçmenlere karşı taviz verilmeyeceği” izlenimini vermeye çalışıyor.
İktidar medyasının diğer ayağının yeni yönelimin “reklamını yapmaması” ise, bu yönelimin şimdilik “sınırlı” tutulacağının bir göstergesi olarak yorumlanabilir.
Bir taraftan bu tarz operasyonlarla politika değişikliğine gidildiği görüntüsü yaratmak, diğer taraftan da “ensar” söyleminden tamamen vazgeçmeyerek süreci biraz daha ötelemek…
İktidar Suriyeliler konusunda açık bir tavır almanın yaratacağı radikal sonuçların farkında olduğu için her kesimi memnun edecek türden bir “siyasetsizlik” üzerinde devam etmeyi tercih ediyor.
Suriyelilerin kalıcı olacağını açık bir dille ifade etmek İslamcı kesimlere uygun düşse de Türk siyasetinde kimsenin almak istemeyeceği büyük bir risk.
Diğer taraftan “Suriyelilerin geri gönderileceğini” söylemek ve “bir zaman belirtmek” de iktidara yakın çevrelerden tepki alacak bir tavır.
Hürriyet gibi bir gazetenin öne sürülmesinin sebebi, yerel seçimlere kadar bu “ara formül” üzerinden durumu “idare etmek”.
İslamcıların kaçak işgücü aşkı
AKP’nin mülteci politikası başından beri Cumhuriyet’in yok edilmesini ve demografinin bozulmasını amaçlasa da gelinen noktada mülteci nüfusun yarattığı işgücü iktidar sermayesi açısından farklı fırsatlar yaratıyor.
Türk dilinin ve kültürünün tasfiye edilmesiyle, mülteci gettolarının kurulmasıyla ve ulusal yapının bozulmasıyla sınırlandırılmayacak bir süreç var karşımızda.
İktidar sermayesinin mültecilerin geri dönmesinin “sanayinin çökmesine ve üretimin durmasına” sebep olacağı propagandasını yapmasının sebebi söz konusu yerlerde yoğun bir kaçak işgücünün çalışıyor olması.
İktidara yakın iş adamlarından sürekli duyduğumuz “Çalıştıracak işçi bulamıyoruz.” propagandasının altında göçmenlerin sigortasız ve kötü şartlarda çalışmayı kabul etmesi yatıyor.
Mültecilerin asgari ücretin çok altında çalışmayı kabul etmesi, herhangi bir yaptırımla karşılaşma endişesi duymayan “şanslı” kesimler açısından büyük bir avantaj sağlıyor.
Özellikle az sayıda işçinin çalıştığı ve geçmiş dönemde “ihracata dayalı Türk modelinin” temeli olarak gösterilen küçük atölyelerde çalışanların çok önemli bir kısmı göçmenlerden oluşuyor.
Sonuç olarak sadece ulusal yapı değil, işgücü de tehdit altında.
Tüm bunların dışında göçmenlerin özellikle büyükşehirlerde çeteleştiğini ve halkın buna karşı savunmasız olduğunu belirtmek gerek.
“Entegrasyon” gerçekleşmeyecek bir hayal
Fransa’da geçtiğimiz hafta yaşanan olaylar Türkiye açısından bir emsal olamazdı; oradaki eylemciler “göçmen” değillerdi, Afrika kökenli Fransa vatandaşlarıydı.
Ancak yine de alınması gereken bir ders var. “Entegrasyon” fikrinin ne kadar dayanaksız olduğu her olayda daha fazla ortaya çıkıyor. Uzun yıllardır Fransa’da yaşayan Mağriplilerin bile ulusal yapının bir parçası haline gelememeleri, çok daha kalabalık bir göçmen nüfusuyla yaşayan Türkiye gibi ülkeler açısından uyarıcı olmalı. Fransa’da sadece 2 milyon Kuzey Afrika kökenli insan yaşıyor. Oysa ülkemizde 4 milyon kayıtlı Suriyeli ve bir o kadar da Afgan ve Pakistanlı yaşıyor.
Üstelik Türkiye bir şekilde batıya geçmeye çalışan milyonlarca göçmen açısından da bir “aktarma merkezi” haline gelmiş durumda. Mülteciler arasında var olan “Gidemesek bile en azından Türkiye’de kalırız” rahatlığı, Türkiye’deki göçmen nüfusun giderek artmasına sebep oluyor.
Durum böyle olunca da “kaçak göçmenlerin” deport edilmesi, batan bir gemiyi kovayla kurtarmaya benziyor.
Sol kesimlerin “entegrasyon”, sağ kesimlerin de “İslam kardeşliği” diyerek savunduğu “birlikte yaşama” düşüncesi, kaynaşmayı arttırmadığı gibi, toplumsal gerilimin daha fazla artmasına yol açıyor.
Mültecilerin yoğun olarak yaşadığı her mahalle potansiyel bir çatışma alanına dönüşmüş durumda.
Yakın zamanda Dilovası’nda yaşandığı gibi, bu tür durumlarda küçük bir kıvılcım bile olayların kısa sürede büyümesine sebep oluyor.
Mültecilere yönelik ırkçılık mı, mültecilerin ırkçılığı mı?
Akademide yaratılan “göç kürsüleri” mültecilerin kötü yaşam koşullarına odaklanırken, bundan olumsuz etkilenerek farklı noktalara sürüklenen ulusal yapıları “pas geçiyor” ve hatta ulusal yapıları mültecilerin kötü yaşam koşullarının sorumlusu olarak ilan ediyor.
“Irkçılık” belki de en sık kullanılan kelime haline gelmiş durumda. Dünyada en çok mülteciye ev sahipliği yapan Türk milletinin “ırkçılıkla” suçlanmasının amacı göçün asıl hedefi haline gelmiş batı coğrafyasını göçten koruyabilmek.
Vatandaşların mültecilerin sayılarının hızla artmasından endişe duymasını ve bu duruma tepki göstermelerini “ırkçılık” olarak nitelemek gerçeği gizlemek anlamına geldiği gibi ahlaki bir tavır da değil. Bu tepki doğal bir reflekstir ve “geçici sığınmacıların” kalıcı olacağı düşüncesinden güç almaktadır.
Tüm bu sebeplerden dolayı İstanbul’da yapılan polis operasyonu tarzında hareketler, “gerçek bir geri gönderme niyetinin” göstergesi olmadığı sürece güdük kalacaktır.
Sorun artık polisiye tedbirlerle çözülebilir olmaktan çıkmış ve ulusal bir mesele haline gelmiştir. Çözüm ancak merkezi iktidarın alacağı geniş kapsamlı kararlarla mümkün olabilir.
Ürdün, Esad’la anlaştı
Geçtiğimiz günlerde Ürdün Dışişleri Bakanı Suriye’ye giderek Esad’la görüştü ve Ürdün’de yaşayan Suriyelilerin geri gönderilmesi konusunda bir anlaşma sağladı. Yapılan anlaşmaya göre Ürdün’de yaşayan 700 binden fazla Suriyeli en kısa sürede ülkelerine geri gönderilecek.
Mültecilerin geri gönderilmesi konusunda Esad’la görüşmek bir “tercih” olmaktan çıkmış, bir zorunluluk haline gelmiştir.
Türkiye ise doğrudan temasa geçmek yerine, Suriye idaresinin rahatsız olacağını bildiği halde sınıra yakın bölgelerde yeni evler yapıyor ve Türkiye’den gönderilecek olan Suriyelilerin bu evlere yerleştirileceğini söylüyor.
Hudutların savunulması konusunda zafiyet devam ettiği sürece yeni evlerin bazı Suriyeliler için bir “yazlık” haline gelmesi, buraya yerleştirilenlerin Türkiye’yle olan bağlarının devam etmesi olasılığı da var.
AKP meseleyi gerçekten öncelikli olarak görse Rusya’nın hamiliğini beklemeden doğrudan Suriye yönetimiyle temasa geçebilirdi. Böyle bir yöntemin tercih edilmemesi ve meselenin “zamana bırakılması” iktidarın olaya yaklaşımını net biçimde gösteriyor.
Batı, Erdoğan’ın kazanmasına sevindi
Gerçek şu ki Türkiye’de kalabalık bir mülteci nüfusunun varlığı Erdoğan’ın önünde vazgeçmek istemeyeceği farklı politik manevralara izin veren bir alan yaratıyor.
Seçim sonrasında batı basınında yer alan ve Erdoğan’ın kazanmasını alkışlayan birçok değerlendirme yayınlanmasının kökeninde Avrupa’nın duyduğu büyük göç korkusu yatıyor. Özellikle Alman basınında çıkan değerlendirmelerde bunu net biçimde görebiliyoruz.
Türkiye’deki göçmenlerin çok az bir kısmının bile Avrupa’ya geçmesi buradaki siyasi iktidarlar açısından son derece endişe verici bir durum. Özellikle Fransa’da yaşanan son olaylardan sonra…
Erdoğan mültecileri koz olarak kullanıyor
AKP iktidarı, Avrupa Birliği ile yaptığı “Geri Kabul Antlaşması”yla büyük bir yük üstlenmiş durumda.
Hiçbir ülkenin istemeyeceği böylesi bir garantörlük, Avrupa ile pazarlık yapıldığında bir tehdit unsuru olduğu için iktidar açısından kıymetli bir silaha dönüştü.
Erdoğan’ın en büyük şansı Avrupa’da göçmenlere yönelik büyük endişe ve kendisinin de bunu bir “koz” olarak kullanmaktan çekinmemesi.
Dünyada bunu yapan bir ülke daha var. Ruanda hükümeti de İngilizlerle anlaşarak göçmenleri alabileceğini söylemiş ancak İngiltere Temyiz Mahkemesi buna izin vermemişti.
Diğer taraftan özellikle deniz yoluyla Avrupa’ya ulaşabilen göçmenler büyük tartışmalara neden oluyor. Geçtiğimiz ay Avrupa Birliği yeni bir iltica ve göç sistemi konusunda oy çokluğuyla anlaşmaya vardı.
Yapılan yeni anlaşmaya göre, sığınma şansı bulunmayan kişiler derhal sınır dışı edilecek. Kabul edilen göçmenler AB genelinde daha adil bir şekilde dağıtılacak. Mülteci kabul etmek istemeyen ülkeler,
AB’deki varış ülkesine kişi başı 20 bin euro ödeyerek, bundan muaf tutulacak. Türkiye ve Avrupa’nın NATO zirvesinin ardından yakınlaşması, iktidarın da göçmenler için “bedel biçilen” bu tarz bir pazarlık masasına oturacağı anlamına gelebilir.
Ancak “iç siyaset” söz konusu olduğunda daha farklı söylemleri ve uygulamaları da görebiliriz.
Bugün mültecilerden “geçici sığınmacı” olarak bahsedip “ensar” diyenler, hemen ertesinde deport edilen göçmenlerin görüntülerini basına servis edebilir.
Durum böyle olduğu için de eğlence mekanlarında kaçak göçmenlerin aranması da sahillerde nargilenin yasaklanması da bizi şaşırtmamalı.
Bunların hepsi tutarlılık beklenmeyecek bir iktidarın günü kurtarmak için kullandığı bir aklın ürünü. Fazlasını beklemek hata olur.