Dün yapılan Anayasa Mahkemesi başkanlığı seçimlerinde, iktidarın adayı İrfan Fidan’ın mevcut başkan Zühtü Arslan karşısında kaybetmesi dikkate alınması gereken önemli bir gelişme.
İrfan Fidan, İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı iken 2020 yılında HSK tarafından Yargıtay üyeliğine getirilmiş, çok kısa süre sonra da Anayasa Mahkemesi’nde boşalan Yargıtay kontenjanı için adaylığını koymuş ardından da Erdoğan’ın “takdir ve tensipleriyle” Anayasa Mahkemesi üyesi olarak atanmıştı.
“Anayasa Mahkemesi kapatılsın” diyen iktidar ortaklarının olduğu bir dönemde, yüksek mahkemeyi kapatmadan tamamen işlevsiz hale getirmek İrfan Fidan gibi bir başkanla mümkün olabilir; böylece Anayasa Mahkemesi’nin varlığından rahatsız olanlar bir nebze tatmin olabilirlerdi.
Baskıcı rejimler genellikle kendisini “meşru” gösteren araçlardan vazgeçmiyor. Açıkça “Anayasa’yı rafa kaldırıyoruz” demek yerine, ülkeyi kararnamelerle yönetmek ve Anayasa’yı fiilen hükümsüz kılmak bu tarz yönetimler açısından çok daha mantıklı. Buna uygun bir örneği Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı adaylığında yaşanmadı mı? İktidar bizzat kendi yaptığı anayasayı yok sayarak, Erdoğan’ın aday olabileceğini ilan etmedi mi?
Anayasa Mahkemesi’nin şu anda iktidar açısından pozisyonu tam olarak bunu ifade ediyor. Varlığı; iktidarın demokrasiyi kabul ettiğinin bir delili olarak gösteriliyor. Ancak uygulamada “Anayasa Mahkemesi’nin kararına saygı duymam” diyen bir Cumhurbaşkanının, Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararlara direnen alt mahkemelerin olması, Yüksek Mahkemenin işlevini anlamsızlaştırıyor.
Her şeye rağmen iktidarın meşruiyet tartışmasından kurtulmak için böylesine kurumlara ihtiyacı da var. Örneğin HDP davasında yaşanabilecek sürprizlere mahal vermemek adında bu tarz kurumların tam bir “arka bahçe” haline de getirilmesi gerekiyor. Fidan’ın hızlı yükselişini ve Anayasa Mahkemesi’nde mevcut başkan adayken aday olunmaması teamülünü bozmasını da buna bağlayabiliriz.
Diğer taraftan mevcut başkan Zühtü Arslan’ın seçimi kazanmasını, “güzel günlerin habercisi” olarak görmek, olaya fazla mana yüklemek anlamına geliyor. İnsanoğlunun sevinecek bir sebep araması insani bir davranış ancak olayların gerçek sebeplerini görmeden çok farklı manalar yüklemek sonrasında hayal kırıklığına yol açıyor.
Muhalefet cephesi içerisinde yer alan bazı yazarların, Fidan’ın seçilememesini iktidarın kaybetmesi yolunda önemli bir “kırılma” olarak tanımlaması da böylesi bir ruh halinin sonucu. Oysa gerçeğe bakıldığında mevcut başkan Zühtü Arslan’ın da Abdullah Gül tarafından atandığını görüyoruz.
İktidar ortaklarının rahatça Anayasa Mahkemesi’ni lağvetmekle tehdit edebilmesi de ancak Arslan’ın sessizliğiyle mümkün olabilirdi. Bu suskunluğun elbette bir sebebi de var; Erdoğan karşısında boyun eğmiş olmak.
Diğer taraftan gazeteci Alican Uludağ’ın haberine göre seçimlerde etkili olan ana unsur üyelerin yakın durdukları İslamcı grupların tavrı oldu. Uludağ süreçte belirleyici noktanın “İskenderpaşa Cemaati’ne bağlı olan Hakyol grubu ile Milli Görüş Vakfı’na (MGV) yakın üyelerin tavrı” olduğunu yazıyor.
Yargının en üst noktasında bile böyle bir örgütlenmeden söz etmek, Türk devletinin her kademesinde tarikatlara ve cemaatlere bağlı onlarca paralel yapının kurulduğu anlamına geliyor.
Böylesi bir ortamda, tarikatların aralarındaki çelişkilerin Türkiye’yi kurtaracağını düşünmek ise tam bir teslimiyetçilik. Bunun da ötesinde buradan bir kurtuluş yolu mümkün de değil.