“Aslında Almanya diye bir devlet yok.” Böyle bir cümle duysanız birinden ne dersiniz? Hadi Bismillah. Yine başladık. Anlat yeğenim, ne var? Yer altından dünyayı yöneten kertenkeleler mi?
Ancak işi alaya alarak olayı geçiştirdiğimizde kendimiz de alay konusu olabiliriz. Alman Der Spiegel Dergisi geçen hafta gerçekleşen darbe operasyonunu benzer bir tavırla ele almış. Masum dergi değildir. “Aslında Almanya yok” diyen eksantrik bir prens, Semitizm öncesi Pagan bilgeliğinden dem vuran New Age tarzı ezoterizm guruları, sokakta esmer görmekten bıkmış emekli askerler ve aşı merkezi önünde bağırıp çağıran meczuplardan oluşan bir “cunta”yla dalga geçmişler. Amaç “cuntacıları” küçük düşürmek mi, yoksa “aslında böyle bir olay yok” mesajı vermek mi belli değil.
Reich Yurttaşları Hareketini ele alacağız. “Aslında Almanya yok” hareketinden. Ve hiç de önemsiz bir hareket olmadığını açıklamaya çalışacağız.
Reichsbürger yani Reich Yurttaşları Hareketinin temel tezini özetleyelim. Şu anda Almanya’yı bir devlet değil, özel bir kurum, bir şirket yönetmektedir. Var olan Bundesrepublik yani Federal Alman Cumhuriyeti, İkinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan hukuk boşluğunu doldurmak için işgal kuvvetleri tarafından oluşturulmuş bir aygıttır.
Bundesrepublik Uluslararası Hukuk ve Anayasa Hukukuna aykırı gayrimeşru bir güçtür. Ve her ne kadar egemenlik haklarını bugün kullanamasa da var olan tek Alman Devleti, 1871’de kurulan ve 1918’de Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yıkılan Alman Reich’ıdır. Dolayısıyla Reichsbürger – yani Reich Yurttaşı- tek gerçek Alman devleti olan 1871 Reich’ının kimliğini taşır, mahkemesini, polisini, askerini tanır. ABD’deki Trumpçıların ifadesiyle “I don’t comply”, uymuyorum. Boyun eğmiyorum.
Bu hareketin çok farklı versiyonları var. Hitler’i ve Hitler Almanyasını savunanlar ve Reich’ın 1945’te yıkıldığını ileri sürenler de bulunuyor. Ancak bunlar azınlık. Almanya Anayasa’yı Koruma Örgütünün raporuna göre Almanya’da yaklaşık 20 bin Reichsbürger var. Bunlardan yaklaşık 1000 ila 1500 kadarı Nazi ve aşırı sağcı olarak tanımlanabilir.
Darbenin lideri olmakla suçlanan ve tutuklanan Prens Heinrich Reuss’un ve onun kişisel öyküsünün özelinden gidelim. Reuss iyi bir örnek çünkü “Alman Devleti aslında yok mu” sorusunu komik bir komplo teorisinden, ciddi bir tarihsel soruna, Avrupa’nın meşhur “Alman Sorunu”na bağlayabiliriz.
Prens Heinrich Reuss –resmi adıyla Henry XIII Prince Reuss- Reuss Hanedanının üyesi. “Reuss Evi” Ortaçağ boyunca içinden prensler ve krallar çıkarmış bir aristokrasi. Prens de Bavyera, Saksonya ve en son Türingiya’da hüküm sürmüş bu aristokrasinin yetenekli bir üyesi. Kendi emlak imparatorluğu olan başarılı ve kalifiye bir inşaat mühendisi…
Prens Heinrich’in kişisel öyküsü 1990’larda ilginçleşiyor. İki Almanya birleştikten sonra Prens, Doğu Almanya sınırlarında kalan, eskiden Reuss Hanedanlığına ait olan mülkler, ormanlar, şatolar, tiyatro binaları için Alman mahkemelerinde bir dizi dava açıyor. Epey ses getiren ve yıllarca süren bu davalardan Prens çok umutlu olmasına rağmen, art arda bu davaları kaybetmeye başlıyor. Hayal ve servet kırıcı bu süreç onu radikalleştiriyor. Nihayet 2008 yılında mahkemenin aracı ettiği bir uzlaşma kararıyla sadece Saksonya’daki bir mülk aileye geri veriliyor. Geri kalanlar devlette kalıyor.
Prens Milyonlarca Markını ve Eurosunu kaptırdığı Alman avukatlarına kinleniyor. Kini gittikçe mahkemelere yöneliyor. Nihayet sorunun mahkemeler ile ilgili olmadığına, Almanya’yı bir şirketin yönettiğine ve 100 yıldır yaşanan her şeyin bir oyun olduğuna ikna oluyor. “Paşababamın konağına nasıl giremem” noktasından “aslında buranın mülkiyeti de mülkü de devleti de bana ait” çılgınlığına hızla ışınlanıyor.
Yürüttüğü hukuki mücadele sürecinde adeta Reuss Hanedanı’nın sözcüsü ve temsilcisi konumuna yükselen Prens, hukuk davalarından sonra başlattığı siyasi davasında tecrit oluyor. Reuss Hanedanı ağustos ayında yaptığı açıklamada, sansasyonel açıklamalarıyla sürekli gündeme gelen Prensin 14 yıl önce aile birliğinden ayrıldığını açıklıyor. Bu açıklamadan 4 ay sonra da Prens darbe suçlamasıyla tutuklanıyor.
Prense göre Alman Devleti yani Reich 1871’de kurulmuştur. Bu tarih Alman Birliğinin kuruluş tarihidir. Bismarck’ın liderliğinde Alman prenslikleri ve Prusya Krallığı gönüllü bir birlik oluşturdu. Bu nedenle Anayasal olarak tek gerçek Alman Devleti, 1871’de kurulan devlettir. Bugünkü ise başka bir şey. Çünkü hem hukuki hem tarihsel devamlılık yok.
Prensimiz haklı mı? Ne yazık ki değil. Çünkü o zaman bu kararın alınabilmesi için Avusturya’daki Habsburg Hanedanlığı ile Prusya Krallığı arasında 10 binlerce Almanın kanının aktığı büyük bir savaşın yaşanması gerekecekti. Bavyera Krallığı ise Prusya’ya karşı Avusturya Hanedanlığının yanındaydı. Avusturya’nın ağır yenilgisi sonucu mecburen küçük Alman devletçikleri “Alman Birliğine” katıldı. Yine de Avusturya kuzeydeki birliği bir Alman Devleti olarak asla tanımadı. Nitekim kurulan “Reich” içinde de Bavyera-Prusya rekabeti tüm hızıyla devam etti. Bugün dahi Hıristiyan Demokratlar Katolik ve Protestan diye iki farklı parti olarak örgütlenmiştir. Tek çatı altında mücadele etmektedirler çünkü ABD işgal kuvvetleri böyle emir vermiştir. 1930’larda Katolik ve Protestan sağcıların tek bir parti altında birleşememesini NAZİ’lerin ve Komünistlerin ne kadar istismar ettiğini biliyorlardı.
Yani Alman hikâyesi çok karışık. Öyle prensimizin anlattığı kadar basit değil. Yine de biz prensimizin bıraktığı yerden mutlu başlayıp korkunç biten bu “Alman Masalı”na devam edelim.
“Reuss Evi” Alman Reich’ının kuruluşuna katılan pek çok şerefli ve köklü aristokrasilerden biridir. Türingiya’nın kalbinde, şatolarında yaşamaktadırlar. Tebaalarına çok düşük bir vergi karşılığında adalet ve hürriyet sağlıyorlardır. Gera’yı kendi servetleriyle inşa ettirdikleri onlarca tiyatro binası ve opera eviyle adeta bir kültür başkentine çevirmişlerdir.
Adalet ve şefkat ile hüküm sürdükleri eyaletlerinde, çalışkan Alman yurttaşları Ortaçağ’dan kalma şan ve hürriyetlerinin keyfini çıkarır. Ta ki karanlık bulutlar ufukta belirene kadar. Kötü kalpli küresel komplocular bu peri masalını kıskanır. Büyük bir tezgâh hazırlarlar. Birinci Dünya Savaşı Almanya için bir tuzaktır ve nedense Kutlu Kayser bu tuzağa düşmüştür.
1918’de yaşanan büyük felaketle birlikte Reich yıkılır. Yerine kurulan Weimar “Cumhuriyeti” aslında kanunsuz bir idaredir. Weimar’ı da yıkıp Nazi idaresi kuran Hitler ise sadece bir kukladır. Yani aslında Almanlar 100 yıldır devletsizdir. Şanlı Reuss Aristokrasisinin başına gelenler bahtsız Alman ulusunkinden az değildir. Prenslerin, Baronların tarihi mezarları dahi çıkan bir yangınla harap olmuştur. Bundesrepublik’in kanun tanımaz sözde mahkemeleri, ecdadımızın mezarlarının Gera’ya getirilmesine ve hak ettikleri lahitlere kavuşmasına izin vermemektedir. Elbette mezarlar yandığı için üstünde yazılanların da okunamadığını da varsayabiliriz.
Eksantrik Prensimizin öyküsü bu. İranlı bir kadınla evlenmiş, çoluk çocuk sahibi olmuş, boşanmış. Mavi Kanına düşkün biri ama ırkçı değil herhalde. Ama tam bir Prusya gericisi. Mahkemeler yanlış karar vermiş. Tüm Gera mülkü ve müzeleri kendisine teslim edilmeliydi. Kendisi de canlı canlı mumya haline getirilip müzede sergilenmeliydi.
Şimdi Reichsbürger hareketinin içindeki farklı kanatların tezlerine bakalım. NAZİ sempatizanı kanat Reich’ın 1945’te yıkıldığını iddia ediyor. Reich yeniden kurulduğunda doğal olarak 1933’e ve Nazi Almanyasına dönüyoruz. Prensimiz 1871’e ışınlanmak istiyorken, Nazi Reichsburgerler 1933’e ışınlanma taraftarı.
Bir de Weimarcı Reichsbürgerciler var. Onlara göre Hitler Üçüncü Reich’ı 1937’de ilan etti ve İkinci Reich’ı yıktı. Yani aslında Alman Reich’ı 1937’de yıkıldı. Bir kısmı da tarihi 1933’e, Hitler’in iktidara geldiği yıla çekiyor. Bu tayfa genel olarak Nazileri ve Hitler’i Yahudilerin kuklası olarak görüyor. Hepsinin amacı Reich’ın yıkılmasını sağlamak. Prensimiz de böyle düşünüyor ama ona göre Reich 1918’de yıkılmış.
Reichsbürger Hareketi ve Prensin işaret ettiği kırılma noktalarını not edelim.
1918’de Reich bir darbeyle barışa zorlandı. Weimar Anayasası da silah zoruyla ilan edildi ve 1871’deki Alman Birliği yıkıldı.
İkinci kırılma noktası 1933 ve 1937 yılları. Reich’ın tüm kurumları yok edildi. Nazi İdaresi, Alman Devletini yıktı. Bu halde Nazilerin suçları Alman Devletine yazılamaz. Hatta maksat Alman Devletini yıkmaktı. Böylelikle Reich ikinci kez yıkıldı.
Üçüncü kırılma noktası 1945-1949 arası. İşgal güçleri fiilen Alman Devleti olarak görev aldılar. O denli bir otorite boşluğu vardı ki kukla bir hükümet dahi kurulmadı. 1949’da ilan edilen “Temel Yasa” ise bir Anayasa değildir. Çünkü halk oylamasıyla kabul edilmemiştir. Kurucu bir yasa olmadığına göre Reich’ın yerine yeni bir devlet de kurulmamıştır. Nitekim Federal Alman Cumhuriyeti ve Demokratik Alman Cumhuriyeti birer işgal rejimidir. Her iki ülkenin kurucu yasaları, Birleşik Almanya’nın ve Reich’ın yerine geçici olarak kurulduklarını ilan eder. Reich’ın yıkıldığının bir başka kanıtı. Reich’ı üçüncü kez yıktık.
Dördüncü kırılma noktası ise 1990’daki ABD Dışişleri Baker ve Sovyet Dışişleri Şevardnadze arasındaki müzakereler. İki işgalci devlet aralarındaki anlaşma ile iki Almanya birleşti. Reichsbürger Hareketi temsilcileri kaynak göstermiyor ancak iddialarına göre Şevardnadze şu minvalde bir açıklama yapmış o dönem gazetecilere. Batı Almanya ve Doğu Almanya Anayasaları çerçevesinde bir çözüm aramışlar. Bulamayınca, iki ülkenin metinlerini de bir kenara atmışlar. Baker ile Şevardnadze birliğin sağlanması için kendileri için bir anlaşma metni hazırlamış. Reichsbürger taraftarları bunu da Almanya’da aslında bir Anayasa ve egemen bir devlet olmadığı iddiaları için kanıt olarak gösteriyor.
Prens Heinrich ise kendini bir barış taraftarı ve hümanist olarak tanımlıyor. ABD ve Rusya’ya nota çekmeyi düşünüyor. Gelin masaya oturalım. Almanya’nın yeniden kurulmasına onay verin. Hem Alman Reich’ı hem de Alman Ordusu yeniden egemen olsun. Bu işi hukuki bir çerçevede çözelim. Bundesrepublik’in otoritesi zaten yok. Onu karıştırmaya da gerek yok.
Gerçeklerle yalanların karman çorman olduğu tüm bu tezlerin dayandığı temel bir zemin var ki gerçekten de “Alman Sorunu” hepimizi hayretler içinde bırakacak bir şekilde 400 yıl sonra 21.yy’ın ortasında dev bir hortlak gibi yeniden ortaya çıkıyor. Alman Devletinin hukuki bir sorunu var. 1945 yılından sonra sadece Alman Mahkemelerini değil, tüm Hukuk Felsefesi alanını işgal eden bir problem bu. Devletin devamlılığı ile ilgili pek çok farklı teze yol açmış.
“Sivil Kamu Çalışanları” davası 1933’te Hitler’e Bağlılık Yemini etmeyi reddettiği için kamudan atılanların 1945 sonrası açtıkları meşhur dava. Hem göreve iade hem de 12 yıllık maaşlarıyla birlikte, tazminatlarını talep ediyorlar. Ancak işgal altındaki Almanya’nın yeni mahkemeleri ciddi bir hukuki sorunla karşılaşıyor. 1933’teki Alman Devletini gayrimeşru ve davacıları haklı kabul ederlerse, o zaman 1933’ten sonra Hitler’e bağlılık yemini edip kamuda kalan herkesi –bir suç işlememiş olsalar bile- işten atmaları gerekecek. Ayrıca yeni kamu otoritesine eskiden aldıkları maaşlarıyla birlikte ağır bir miktar tazminat ödemelerini de talep etmek gerekecek.
İşgalci Anglosaksonların en fanatik Doğal Hukukçu hukuk filozoflarını bile Alman Normatif Pozitivizmine taviz vermeye zorlayan bir sürecin sonucunda son derece karışık bir karar alıyor Alman Anayasa Mahkemesi.
Reichsbürger Hareketi mensupları bu tür hukuki sorunları öne sürüyor. Elbette ikiyüzlü bir tavır. Tanımadıkları Alman Anayasa Mahkemesi’nin kararına gönderme yaparak var olan yeni idarenin gerçek Alman Devleti olmadığını iddia ediyorlar. Anayasa Mahkemesi kararı geçersizdir ama gerekçesi geçerli! İyi de zaten hepsi geçersiz değil miydi? Ve nihayet 1871 Reich’ı neden geçerli olsun? O da hukuksuz! Habsburglar tanımamış.
Buradaki çelişkili tavır aşırı sağın dezavantajı değil avantajıdır. Benzer tezleri ABD’de Trump taraftarları da öne sürüyor. Onlara göre de Amerikan Devleti yıkılmış. Kimi tarihi FED’in kuruluşuna götürüyor. Kimi Roosevelt’e, kimi 1945’e…
Almanya’daki kadar tutarlı bir tezleri yok. Almanya nihayetinde gerçekten de yıkıldı ve yeniden kuruldu. Fransızlar gibi Cumhuriyetlerine numara verip, pratik bir çözümle devam edemiyorlar işte. Alman kafası hep teorik!
Eğer bir aşırı sağcı “aslında devletimiz yok” diyorsa nasıl devletin faşist unsurlarıyla ittifak yapacak? Bu çelişkiyi aşmak kolay.
Trump taraftarlarının savunduğu “QAnon komplo teorisi” ile Reichsbürger Hareketi’nin komploları birbirine çok benziyor. ABD’deki aşırı sağcılar diyorlar ki, kurucu babalarımızın kurduğu gerçek ABD aslında yıkıldı ama aynı zamanda yaşıyor da. Bir Derin Devlet onlar kurmuş. Trump’a destek oluyorlar. ABD’yi ele geçiren diğer derin devlet ise küreselcilerin derin devleti. İkisi hem halkın içinde hem eyalet devletlerinin içinde hem de federal devlet içinde savaşıp duruyorlar.
Böylelikle aşırı sağcılığın istediği iki silah eline geçmiş oluyor. Birinci silah hukuk tanımazlık. Eğer devlet devlet değilse, hukuka da saygımız yok. “Ya Devlet başa, ya kuzgun leşe.”
İkinci silah ise şiddet eylemleri için gereken asker, polis, istihbarat desteği. Bu desteği alabilmek için de “gerçek devlet yeraltına geçmiş, direniş unsuru olarak da bizi görüyor” deniyor. Hatta “devlet biziz” denebiliyor.
Örneğin Trumpçılar QAnon karakterinde Pentagon’dan CIA’ya, FBI’dan yerel polis teşkilatına kadar hâlâ direnen gerçek Amerikalıları keşfediyor. Böylelikle faşistimiz hem Irak ve Afganistan savaşları için Siyonist Küreselci ABD’yi suçlayabiliyor hem de Irak ve Afganistan’da katliam yapmış azman tiplerle silahlı yerel direniş milisleri kurabilecek bir stratejik-taktik esnekliğe sahip olabiliyor.
Reichsbürger Hareketi 1980’lerde ortaya çıktı. Bu yüzden taklitçi olan QAnoncılar diyebiliriz. Almanlara yine kaptı öncülüğü! Reichsbürgerciler tıpkı Qanoncular gibi. Reich yıkıldı ama aslında hukuken yaşıyor. Hatta gizli bir şekilde, var olan kurumların içinde kendini yaşatıyor.
Zaten şimdiki Almanya’nın Anayasası dahi yok. “Temel Yasa” isimli bir metin var. İşgalcilerin genelgesi gibi bir şey bu. Hukuken ve fiilen yaşayan Reich ise bir türlü kendini var edemiyor çünkü Almanya hâlâ işgal altında. Ancak belli başlı şekillerde Reich kendini var ediyor. Bazen vatanseverlere destek oluyor, bazen sivil direnişi örgütlüyor.
Bu düşünceyle pek çok Alman kendi prensliklerini ve krallıklarını kurdu. “Germanya Devleti”, “Özgür Prusya Devleti”, “Sürgünde Reich Kabinesi” gibi girişimler başta dalga konusu oldu. Reichsbürger Hareketinin üyeleri zaman zaman kendi aralarında çatıştı. Herkes bulunduğu eyalette “Reich Kimliği” dağıtma yetkisinin kendisinde olduğunu ileri sürüyordu. Reich paraları basan, Reich adına vergi toplamaya kalkanlar bile oldu.
Genellikle kurulan “devletler” üç dört kişilikti. 20-30 kişiye ulaşınca “prenslikler” bölündü. Bu garip anarko-faşist girişimler Pandemi önlemleri döneminde komik olmaktan çıkmaya başladı. Pandemi döneminde sokağa çıkma kısıtlamalarını hukuk dışı bulan kalabalık bir kitle, önceden dalga konusu olan Reichsbürger Hareketiyle tanıştı ve Anarko-faşizmi benimsemeye başladı. Federal Hükümeti ve polisi tanımadığı için arama kararını tanımayan ve silahla çatışmaya giren Reichsbürger taraftarlarının sayısı arttı.
Bugün darbe lideri olarak tanıtılan Prens Heinreich ise antik aristokrasi kuramları ile harekete bir meşruluk kaynağı sunmaya çalışıyordu. Nihayetinde kim ne derse desin, kendisi Türingiya Prensi!
Almanya’da adam akıllı bir Burjuva Devrimi yaşamadığı için, hukuken özel mülkiyet ile devlet otoritesi anlamındaki mülk arasında bağın hiç kopmadığını herhangi bir gerici her zaman ileri sürebilir. Bunlar düşünce özgürlüğü sınırları içindedir. Ancak eksantrik prens bu gerilimli süreçte bardağı taşıran birkaç harekette bulundu.
2019’da Zürich’te düzenlenen World Web Forum’da (burası Davos Forumunun bir altı diyebiliriz) itibarlı devlet adamları ve işadamları önünde skandallara yol açan bir sunum yaptı. Avrupa Kültürünün Uluslararası Siyonist bir komplo ile nasıl yok edildiğinden girdi, Mavi Kanlı soylu Aristokratların yönettiği Yüce Medeniyetin İlluminati ve Farmasonluk üyelerinden oluşan küresel bir teşkilat tarafından yerle bir edildiğinden çıktı.
Her iki Dünya Savaşı aslında Avrupa halklarına karşı bir soykırımdı. Alman Ulusu ve Devleti en büyük kurbandı. Hitler falan kukla. Sorulması gereken soru şu: Kim fayda sağladı?
Toplantı bitene kadar salonun yarısı boşalmış ve hatta yuhalamalar duyulmuştu ama olan olmuştu. Bugün bile Prensin bu itibarlı zirvede nasıl sunum yapabildiği tartışılıyor. Kim bilir belki de gerçekten “güçlü dostları” vardı zirvelerde?
İkinci olayımız ise, ateşli Prensin 2021’de Türingiya Eyaletine bağlı Bad Lobenstein şehrinde kendi imzası ve armasıyla posterler asması. Prens bundan sonra yapılacak seçimlerin kendisinin atayacağı seçim komisyonu tarafından denetleneceğini duyurdu.
Tamam, bu adam kendi ailesinin bile “ruh sağlığı çok yıprandı” diye mesafe koyduğu biri. Ancak aynı zamanda dedesinin babası gerçekten de son Türingiya Prensi. Anne tarafından da Hollanda Kraliçesi Beatrix’in akrabası.
Tamam, Almanya’da yeni ve demokratik bir devlet var ama adam apartman yönetim kuruluna itiraz eder gibi “bize Türingiya Prensliğinin lağvına ilişkin resmi bir belge ulaşmadı” diyor. Hadi bakalım. Çık işin içinden.
Marks ve Engels’in Komünist Manifestosu’ndaki meşhur sözü aklıma geliyor: “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor; komünizm hayaleti.”
Aradan 174 yıl geçmiş. Hayaleti falan bilemeyeceğiz ama Orta Avrupa’nın ormanlarında Hortlak Aristokratlar şatolarını, mülklerini, tebaalarını talep etmeye başladıysa, yaşlı Kıta büyük tantanalara gebe demektir.
Alman emperyalizmi bu! Öyle Avrasya, Atlantik palavraları işlemez bunlara. Kimse bu işleri ABD-Rus çatışması bağlamında ele almasın. Göreceğiz bakalım.