19. yüzyıl Avrupa’sı: Toplumların “cumhuriyet” mücadelesi
19. yüzyılın mücadelesi cumhuriyetlerin ilanı sürecidir. Daha doğrusu monarşilerin yıkılması ya da en azından meşruti sistemlere evrilmesi… Bütün Avrupa’yı kasıp kavuran 1848 devrimleri, aslında Fransız Devrimi’nin gecikmiş bir tekrarıydı. Daha doğrusu Fransız Devrimi ideallerinin Avrupa’nın geri kalanına yayılması…
Napolyon’un 1815’teki yenilgisinden sonra Viyana Kongresi’nde Avrupa’nın geleceğini inşa etmeye soyunan monarşiler, ömürlerini ancak 30 küsür yıl uzatabilmişti. 1848’ten sonra, Avrupa’da monarşilerin adım adım devrildiği, cumhuriyetlerin peş peşe ilan edildiği, seçimlerin yapılmaya başlandığı ve “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” olarak özetlenebilecek Fransız Devrimi ideallerinin gerçekleşmeye başladığı bir dönem başladı. Bu süreç kimi ülkelerde daha kolay, kimilerinde daha zor yaşandı. Hiçbirinin süreci bir diğerine benzemedi.
Örneğin Fransa’da cumhuriyet iki kez yıkıldı, tekrar kuruldu. Kralsız, monarşisiz saf bir cumhuriyetin kurulması 1870’te, Fransız Devrimi’nden 80 yıl sonra gerçekleşebildi.
Almanya ve İtalya’da ise krallığın (ya da imparatorluğun) tam olarak yıkılması için dünya savaşlarında yenilgi yaşaması gerekti. Almanya’da Birinci, İtalya’da İkinci Dünya Savaşı’nın ardından monarşik devlet yapısı tam olarak yıkılabildi.
Avusturya-Macaristan İmparatorluğu da benzer bir süreç yaşadı.
İngiltere başta olmak üzere kimi ülkeler (Belçika, Hollanda vs.) ise monarşiyi tam anlamıyla kaldırmadılar, böyle bir şeyi de hedeflemediler, bunun yerine kralın tamamen sembolik bir anlam taşıdığı ve parlamentonun yetkilerinin çok geniş olduğu meşruti sistemler kurdular.
Her ülkenin sistemi, cumhuriyete geçiş serüveni hem birbirine belli açılardan benzer, hem de aslında çok farklı ve kendine özgüdür. Zaten tarihsel gelişimleri tüm milletler için ortak ve benzer olduğunu öne sürmek aslında tarihi hiç bilmemektir.
Mustafa Kemal zor olanı yapıyor: “Kafa kesmeden” Saltanatı kaldırmak
Mustafa Kemal’in Saltanat’ın kaldırılmasına karşı çıkanlar için söylediği “ihtimal ki bazı kafalar kesilecektir.” sözü yıllardır Atatürk düşmanı tarihçiler tarafından “diktatörlüğü”nün bir delili gibi kullanılagelir. Halbuki, bu sözler aksini kanıtlar.
Tarih boyunca monarşik rejimlerin yıkılışı büyük bedeller ödenerek, iç savaşların, infazların ve hatta toplu infazların ardından gerçekleşmiştir. Kimi devrimlerde kralların kelleleri bile alınmıştır.
Buyurun Fransız Devrimi… Kral XVI. Louis ve Kraliçe Marie Antoinette ve kralın kız kardeşi Madam Elisabeth giyotine gönderilmiştir. 10 yaşındaki veliaht XVII. Louis, hapishanede ölüme terk edilmiştir, bakımsızlıktan hastalanarak ölmüştür. Kralın kardeşleri X. Charles ve XVIII. Louis ise yurt dışına kaçarak giyotinden kurtulmuştur.
Fransız Devrimi’nde giyotinin tek kurbanı hanedan üyeleri değildi. Kral yanlısı 20 bine yakın insan 1789-1793 arasında giyotine gönderildi, bir 20 bin kadarı ise sorgusuz sualsiz infaz edildi. Fransız Devrimi sonrası iç savaşta ölen insanların sayısı kimi kaynaklara göre 450 bindir.
Fransız din adamları da bu “terör”den nasibini almıştır. Rahiplerin Cumhuriyet’e ve parlamentoya bağlılık yemini etmeleri istenmiş, “laik düzen” için yemin etmeyeceğini söyleyenler oracıkta infaz edilmiştir. İnfaz edilen rahip sayısının yaklaşık 3 bin olduğu tahmin ediliyor. Bunun kat kat fazlası rahip, rakam tam olarak bilinemiyor, hapis cezası almıştı. Fransız Devrimi’nin ardından 10-15 yıl boyunca kiliselerin çan çalması, hatta sokakta haç çıkarmak veya haç benzeri işaretlerle dolaşmak yasaktı.
Rusya’daki Bolşevik Devrim bir başka örnektir… Devrilen Rus Çarı tüm ailesiyle birlikte infaz edilmiştir. Devrimin ardından çıkan ve 3-4 yıl süren iç savaşta en “iyimser” tahminle 50 bin insan hayatını kaybetmiştir. Kimi kaynaklarda bu rakam 200 bini aşar. Stalin döneminde 1936-38 yılları arasında “Büyük Temizlik”te ise toplu infazlar ve toplama kamplarındaki ölümler sonucu 1 milyona yakın insan hayatını yitirmiştir.
1 Kasım 1922’de Saltanat kaldırılırken ya da daha sonrasında 23 Ekim 1923’te Cumhuriyet rejimi ilan edilirken ya da 3 Mart 1924’te Hilafet kaldırılırken bunlar yaşanmış mıdır? “Kelleler kesilmiş” midir?
Koskoca bir hayır. Mecliste bu devrimci atılımlara direnenler vekilliklerine devam etmiştir. Bir kısmı elbette 1923’teki II. Meclis’e vekil olarak girememiştir ama Rauf Orbay, Kâzım Karabekir gibi sonraları TCF’yi kuracak pek çok isim, bu devrimci atılımlara direnmelerine karşın yine de Meclis sıralarında yer bulabilmişlerdir.
Hatta, bu üç devrimci atılımın üçüne birden başından beri muhalefet yürüten “İstanbul basını” bile yayınlarına devam edebilmiştir. Diğer devrimlerde gazetesi kapatılan, hapsi boylayan hatta idam edilen ne çok Monarşi yanlısı gazeteci vardır… Türk Devrimi’nde bunun örneği yoktur.
Sonuç olarak, Mustafa Kemal yeri geldiğinde, devrimlerin gerçekleşmesi için bir liderden beklenen kararlılığı göstermek için “kelleler kesilebilir” demiştir ama bu devrimler Türkiye’de o derece “kansız”, itidalli ve halkı adım adım örgütleyerek ve ikna ederek (Atatürk’ün sivil siyaset anlayışının bir sonucu olarak) gerçekleşmiştir. Bunda elbette Kurtuluş Savaşı sırasında işgalcilerle işbirliği yapan Saltanat ve Hilafete yönelik büyük tepkilerin de bir rolü vardır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaşlarından üstünlüğü
Cumhuriyet, “demokrasiyle taçlandırılacak” bir rejim değil, egemenliği Osmanlı hanedanından alıp Türk milletine veren büyük bir demokratik devrimdir. Elbette her devrim gibi “daha demokratik” olması için adımlar atılmalıdır. Ancak tarihimizdeki “en demokratik” atılımın Cumhuriyet Devrimi olduğu da şüphe götürmez. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu kendi döneminde, yani 1920’lerde dünyanın geri kalanıyla karşılaştıralım.
1. Tüm İslam âlemine, yani nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan ülkelere baktığımızda, bırakın cumhuriyeti, ya mandalar ya da sömürgeler olarak bağımsız bir devlete bile sahip olmadıklarını görürüz. O kadar ki Vahdettin, 17 Kasım 1922’de Türkiye’den kaçtıktan sonra maiyetinin “Nasıl olsa halife sizsiniz, başka bir Müslüman ülkeye geçelim” önerisini kabul etmiş ancak “Darülharp” (yani Müslüman olmayan bir devletin hakimiyeti altında) olmayan tek bir İslam ülkesi bulamamıştı!!! Yani, Vahdettin’in “halifeliğini sürdürebileceği” bir tek bağımsız Müslüman ülke bile yoktu. Türkiye dışında… Orayı da kendisi kaçarak terk etmişti zaten!
İslam âleminde Türkiye’ye “en yakın” olan ülke Afganistan’dı. 1919’da İngiltere ve Hindistan’dan bağımsızlık kazanılırken liderlik eden Emanullah Han, Afganistan’ı kurarken ülkemizi örnek almış, anayasayı 1921 Anayasamızdan esinlenerek hazırlamıştı. 1928 yılında Türkiye’yi de şahsen ziyaret ederek Mustafa Kemal’le görüşmüştü. Ancak Emanullah Han, cumhuriyet rejimi kurmamış, ülkeyi önce emirlik, 1926’dan sonra da krallık olarak yönetmişti. 1928’de de gericilerin isyanıyla tahttan indirilmişti.
Diğer İslam ülkelerine “nispeten” daha demokratik ve fikir akımları açısından daha hareketli olan Mısır ise bilindiği gibi İngiltere’nin sömürgesiydi. İran ise günümüz İran’ından daha “modern” olmakla birlikte İngiliz kuklası olarak bilinen (sonra da Amerikan kuklası olacak) bir Şahlık rejimiyle yönetiliyordu ve elbette bir cumhuriyet değildi. Geri kalan İslam ülkeleri ise bugünden çok farklı değildi. Her biri İngiliz ya da Fransız mandası olan emirlikler, krallıklar…
2. İslam dünyasından da geniş olarak, emperyalizmin sömürdüğü tüm mazlumlar coğrafyasına baktığımızda, Türkiye Cumhuriyeti’nin emperyalizme karşı savaşıp bağımsızlığını ilan eden ve ardından monarşik düzeni terk ederek demokratik bir cumhuriyet kuran ilk örnek olduğunu görürüz.
3. Osmanlı gibi Birinci Dünya Savaşı sonrası yıkılan diğer imparatorluklarla karşılaştırıldığında, Türkiye Cumhuriyeti çok daha demokratik bir nizam kurmuştur.
Rusya: Çarlık 1917’de yıkılmış ancak yerine demokratik bir cumhuriyet değil komünist bir rejim kurulmuştur.
Almanya: 1871’de kurulan Alman İmparatorluğu, Birinci Dünya Savaşı’ndaki yenilginin ardından yıkılmış, yerine Alman Cumhuriyeti (Weimar Cumhuriyeti olarak da bilinir) kurulmuştur. Ancak Alman Cumhuriyeti, tam anlamıyla demokratik bir nizam kurmakta başarısız oldu ve ülkede iki demokrasi karşıtı akım, Nazilerle komünistler, en güçlü siyasi güçler haline geldi. Hatta bu iki akım arasında adeta bir iç savaş da yaşandı. Daha sonra, Naziler seçimle iktidara geldi. Almanya’da demokratik bir nizamın kuruluşu ancak İkinci Dünya Savaşı’nda Nazilerin yenilgiye uğramasıyla mümkün olmuştur.
Avusturya-Macaristan: Birinci Dünya Savaşı sonrası Habsburg Hanedanı tahttan indirilmiş ve imparatorluk bölünüp parçalanmıştır. Ancak en büyük parça olan Avusturya dahil tüm bileşenlere demokratik bir nizamın gelmesi, İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle hatta Doğu Bloku’nun yıkılmasıyla mümkün olmuştur:
Avusturya: Birinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından bir cumhuriyet kurulmuş ancak bu cumhuriyette demokratik bir düzen bir türlü tam anlamıyla kurulamamış, 1927 ve 1934’te iki kez büyük iç savaşlar yaşanmış, 1937’de Naziler tarafından ilhak edilmiştir. Sonuçta Avustarya’da kurulan cumhuriyet Nazilere teslim olmuştur.
Macaristan: Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun dağılmasının ardından Macaristan’da bir cumhuriyet ilan edilmedi, Krallık olarak yönetildi. Bu kimliği İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar devam etti. Ardından kurulan Macaristan Cumhuriyeti çok kısa ömürlü oldu ve 1949’da Sovyet güdümünde komünist bir rejime dönüştü.
Çekoslovakya: 1920’de bir cumhuriyet olarak kuruldu ve 1938’de Alman güdümlü bir hükümet iktidara geldi. Nitekim, daha sonra Naziler tarafından işgal edildi. Savaş sonrası Sovyet güdümüne girdi. Doğu Bloku yıkıldıktan sonra da Çek Cumhuriyeti ve Slovakya olarak ikiye bölündü.
Romanya: Avusturya-Macaristan’ın Romenlerin çoğunlukta olduğu Besarabya, Transilvanya ve Bukovina bölgeleri 1877’de Osmanlı’dan bağımsızlığını kazanmış olan Romanya Krallığı’na katıldı. Krallık, meşrutiyet sistemiyle yönetiliyordu ve İngiltere gibi benzer ülkelerden farklı olarak Kralın yetki ve otoritesi fazlaydı, daha çok Osmanlı tipi Meşrutiyete benzeyen bir ülkeydi. 1937’de iktidara Nazi yanlısı faşistler geldi, ardından Nazi kuklası bir ülkeye dönüştü. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ise Kızıl Ordu’nun işgaline uğradı ve komünistler yönetime sahip oldu. Bu ülkede Doğu Bloku yıkılana kadar cumhuriyet kurulamadı.
Yugoslavya: Avusturya-Macaristan’ın Balkanlar ve Adriyatik kıyısındaki topraklarında Birinci Dünya Savaşı sonrası kurulan çeşitli küçük krallıkların bir araya gelmesiyle oluşan bir krallıktır. İkinci Dünya Savaşı’nda İtalya ve Nazi işgaline uğradı. Savaşın ardından komünist bir rejimle yönetildi. Doğu Bloku’nun yıkılmasının ardından yedi parçaya bölündü (Sırbistan, Hırvatistan, Slovenya, Bosna-Hersek, Karadağ, Kosova, Makedonya)
Sonuç ortada değil mi? Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin, demokrasi açısından da, benzerlerinden ne kadar üstün ve başarılı olduğu ortadadır.
Atatürk’ün ve Cumhuriyet’in demokratik birikimi o kadar güçlü ve zengin ki, AKP’nin 20 yılı aşkın bir süredir devam eden otoriter iktidarına (ya da totaliter, faşist, gerici, İslamcı, Şeriatçı, nasıl tanımlarsak tanımlayalım, sonuçta otoriter) rağmen Türk toplumunun çoğunluğu demokratik nizam yanlısı duruşundan asla taviz vermiyor.