Tarikatlar nasıl kapatıldı?
29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in ilan edilmesinden yaklaşık iki yıl sonra; Tekke, Zaviye ve Türbelerin kapatılmasına dair kanun, TBMM’den 30 Kasım 1925’te geçti. Fakat kapatılma süreci, aslında aynı yılın başında çıkan Şeyh Sait İsyanı’yla birlikte başlamıştı.
29 Nisan’da Şeyh Sait ve işbirlikçilerinin idamıyla ayaklanma tamamen bastırıldı. Artık Cumhuriyet, başka büyük sorunların da kaynağı olmakla beraber, bu son gerici ayaklanmaya da zemin hazırlayan tarikatlar meselesini kökten bir çözümle tarihe nakletmeye karar vermiş bulunuyordu.
3 Mart 1924’te Şeriye ve Evkaf Vekaleti kaldırılıp yerine Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuş, tekke ve zaviyeler de bu kurumun denetimine tabi tutulmuştu. Şeyh atamaları da bu kuruma bırakılmıştı. Yani Cumhuriyet, tarikatları denetim altına almayı denemişti.
Ancak Osmanlı devrinde de denenmiş olan tarikatları disiplin altında tutmanın bir çıkar yol olmadığı ortadaydı. Tarikatlar, dini kullanarak üretimi, ticareti ve buradan aldığı güçle de siyaseti denetleyen yapılar olarak bir devlet kurumuna bağlanarak denetlenemiyor, disipline sokulamıyordu. Zaten kendileri birer küçük iktidar odağıydı.
Sırf bu neden dolayısıyla, gerçek anlamda devletin denetimine giremezlerdi. Bu halleriyle Orta Çağ Avrupa’sının feodal lordlarını andıran şeyhler, bunların gücüne ek olarak bir de dinsel, manevi mutlak otorite olma iddiasındaydı. Ki müritleri açısından hakikaten de öyleydi.
Bu yapılarla ilgili yapılabilecek tek şey; bunları ortadan kaldırmaktı. Çağdaş, milli Cumhuriyet ile bu dini, Orta Çağ feodal yapılarının bir arada yaşaması mümkün değildi. Bugün “Jakobenlikle” vs. eleştirilen şey, Orta Çağ’ın devrimci bir şekilde tasfiyesidir.
Fakat Türk Cumhuriyet Devrimi bu temel meseleyi bile Jakobenlerin terör döneminin yakınından dahi geçmeyecek bir yumuşaklıkla halletti.
Tarikatların yukarıda saydığımız tüm özelliklerine ek olarak, özellikle Nakşibendiliğin etnik temelli bir içeriği de mevcuttu ve bu nedenle de sadece gerici değil bölücü bir rol de üstlenmekteydi. Bu durum da en net haliyle Şeyh Sait Ayaklanması ile ortaya çıkmıştı.
Tarikatlara karşı ilk kapatma hamlesi, Şeyh Sait Ayaklanması yargılamalarını yapan Şark İstiklal Mahkemesi’nin kararıyla, ayaklanma bölgesindeki tekkelerin kapatılması oldu.
Şark İstiklal Mahkemesi, 25 Haziran 1925’te bu tekkelerin dini siyasete alet eden siyasi dernekler gibi çalıştıklarını tespit ettikten sonra bölgesel kapatma kararını vermişti. Mahkeme işin hukuki ve siyasi boyutunun yanında, aslında tarikatların başındaki şeyhlerin kendilerini koydukları konumun bir nevi canlı put kimliği olduğunu da tespit etmişti.
Bundan sonraki süreçte Atatürk, konuya doğrudan müdahale edecekti. Aslında tekke ve zaviyelerin kapatılması ile Şapka Devrimi iç içe yaşanmış iki süreçti ve birbiriyle de zaten yakın ilişki içindeydi.
Atatürk, 1925 yılının Ağustos ayında şapkayı halka tanıtmak amacıyla yaptığı Kastamonu gezisinde uğradığı Türk Ocağı’ndaki konuşmasında, bu konuyu da gündeme getirmiş ve bu mesele hakkındaki en çok bilinen sözlerini söylemişti:
“Ey millet iyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru ve en gerçek tarikat, uygarlık tarikatıdır. Uygarlığın emir ve isteklerini yapmak, insan olmak için yeterlidir.”
Bunun ardından da tekkelerin başlarındakilere bu yapıları kendilerinin kapatmaları için bir çağrıda bulunmuştu. Fakat tarikat liderlerinin çoğu buna yanaşmamıştı. 31 Ağustos’ta ise Çankırı’da şunları söyleyecekti:
“… Tekkeler kesinlikle kapatılmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti her şubede doğru yolu gösterecek güce sahiptir. Hiçbirimiz tekkelerin yol göstermesine muhtaç değiliz. Biz uygarlıktan, bilimden, fenden güç alıyoruz ve ona göre yürüyoruz. Başka bir şey tanımayız.”
Bu gelişmeler ve Atatürk’ün doğrudan müdahalesi üzerine 2 Eylül 1925’te Bakanlar Kurulu, tekke ve zaviyelerin kapatılması yönünde bir kararname yayınladı. Fakat, konunun bir yasayla sonuca bağlanması gerekiyordu.
Tekke ve Zaviyelerin kapatılmasına dair 667 sayılı yasa
Tekke, Zaviye ve Türbelerin Kapatılması hakkındaki kanun teklifini Konya milletvekiliRefik Bey (Koraltan) ve arkadaşları sunmuştu. Kanun teklifinin dikkat çektiği önemli hususlardan biri; aslında tekke, zaviye, tarikat gibi yapıların dinin bir gereği olmadığıdır. Bunların başındakiler yoldan sapmıştır ve bunları özellikle gerici siyaset için kullanmaktadırlar. Şeyh Sait Kürt-İslamcı ayaklanması da bu konuda insanların fikirlerini netleştirmiştir. Hem de Türk askerinin canı pahasına…
Yasa, 30 Kasım 1925’te çok fazla tartışma olmadan kabul edildi. Birinci maddesi şöyleydi:
“Türkiye Cumhuriyeti dâhilinde gerek vakıf suretiyle gerek mülk olarak şeyhinin tasarrufunda, gerekse başka suretlerle tesis edilmiş bulunan tüm tekkeler ve zaviyeler sahiplerinin diğer şekilde mülk edinme ve kullanma hakları baki kalmak üzere kamilen seddedilmiştir. Bunlardan usulüne uygun şekilde halen cami veya mescit olarak kullanılanlar bırakılır.”
“Genellikle tarikatlarla şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, nakiplik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük ve bilinmeyenden haber vermek ve murada kavuşturmak maksadıyla muskacılık gibi unvan ve sıfatların kullanılmasıyla bu unvan ve sıfatlara ait hizmet görme ve kisve giyilmesi yasaktır. Türkiye Cumhuriyeti dahilinde sultanlara ait veya bir tarikata veyahut menfaat sağlamaya müstenit olanlarla tüm diğer türbeler kapatılmış ve türbedarlıklar kaldırılmıştır.”
Tarikatların kapatılmasına siyaset alanında ciddi bir direniş olmadı. Zaten Şeyh Sait İsyanı’nın yarattığı ortam, tarikatları en çok savunmak isteyenlerin bile bu işe girişmesinin önünde ciddi bir engeldi.
Çağdaşlaşma için devrimci yöntem, devrimci adım
Tekke ve zaviyeleri kapatan kanun, Türkiye’deki tarikat sorununa getirilen nihai ve devrimci çözümdü. Elbette yasanın çıkmasının ardından da birçok tarikat, varlığını yasadışı olarak sürdürdü. Kanunun yasakladığı tüm manevi-dini sömürü meslekleri de az çok devam etti ama bir daha asla Osmanlı toplumundaki gücüne ulaşamadı.
Türkiye, İslam dünyasında Orta Çağ’ı aşabilen, laik ve çağdaş gerçek bir Cumhuriyet haline gelen tek ülkedir. Bunun en önemli adımlarından biri de bu tarikatların kapatılması hamlesidir.
Tekke ve zaviyelerin kapatılmasına farklı tarikat çevrelerinden farklı tepkiler geldi. Mevlevilerin bir kolu merkezini Suriye’ye, Bektaşilerin bir kısmı da Arnavutluk’a taşıdı. (Mevlevi Dergahı 1926’da müze olarak yeniden açılmıştır.)
Kimisi bu durumu kabullendi, hatta olumlu buldu. Nakşiler başta olmak üzere önemli bir kısmı ise faaliyetlerini yeraltına çekilerek sürdürdü. Fırsatını bulduğu anda da yeniden Cumhuriyet’e karşı diş gösterdi.
Günümüzde buldukları kendilerine uygun siyasal iktidar ortamında nasıl Orta Çağ’dan kalma yüzlerini sergilediklerini, yüzyıllar öncesinin alışkanlıklarını, kalıplarını yeniden ortaya çıkardıkların ibretle izliyoruz.
Burada neden bugün bu noktaya gerilediğimiz elbette önemli bir sorudur. Fakat bir diğer önemli soru da Cumhuriyet ve Atatürk, bu sert, devrimci hamleyi yapmasaydı bugün ne durumda olurduk sorusudur.
Atatürk, Nutuk’un sonunda, Gençliğe Hitabe’den hemen önce bu devrimci hamleye değinir. Tarikatların kapatılması başta olmak üzere birçok çağdaşlaşma adımının ancak devrimci bir tarzda ve bugün antidemokratik olmakla eleştirilen Takrir-i Sükun şartlarında atılabildiğini anlatır:
“Efendiler, tekke ve zaviyelerle, türbelerin seddi [kapatılması] ve alelumum [genel olarak] tarîkatlarla şeyhlik, dervişlik, müritlik, çelebilik, falcılık, büyücülük ve türbedarlık ve ilâ… gibi birtakım unvanların men’ ve ilgası [yasaklanması ve kaldırılması] da Takrir-i Sükûn Kanunu devrinde yapılmıştır. Bu husustaki icraat ve tatbikat, heyet-i ictimâiyemizin, hurafeperest, ibtidâi [ilkel] bir kavim olmadığını göstermek nokta-i nazarından ne kadar elzem idi, bu takdir olunur.”
“Efendiler, milletimizin ictimâi [toplumsal], iktisadî hulâsa bi’l-cümle medenî muâmelât ve münasebatında [uygulama ve ilişkilerinde] feyizli neticelerin zamîni olan yeni kanunlarımız da… Hürriyet-i nisvânı [kadın özgürlüğünü] temîn ve hayat-ı aileyi tarsîn eden [sağlamlaştıran] Kanun-ı Medenî de bu bahsettiğimiz devrede vücuda getirilmiştir. Binâenaleyh biz her vasıtadan, yalnız ve ancak bir nokta-i nazardan istifade ederiz. O nokta-i nazar şudur: Türk milletini, medenî cihanda, lâyık olduğu mevkie is’âd etmek [yükseltmek] ve Türk Cumhuriyeti’ni sarsılmaz temelleri üzerinde her gün, daha ziyade takviye etmek… ve bunun için de istibdat fikrini öldürmek…”
Türkiye’nin çağdaş ve milli bir Cumhuriyet olabilmesi ve de “istibdat fikrini” yok etmek için, yani gerçek demokrasi için, devrimci yöntemle, devrimci bir adım atılmıştı.
Cumhuriyet kazandı, tarikat kaybetti…
Tekke ve zaviyelerin kapatılması karşısında bu duruma uyum sağlamaya çalışan, zaten içinde yer aldıkları bu düzeninin çürümüşlüğünü tespit eden ve bundan rahatsızlık duyan bazı tasavvuf çevreleri de olmuştu. Bunların bir kısmı kültür alanına çekildi, bazıları modern tasavvuf ekolü olma misyonu edindi, kimisi de tarikat kimliğinden sıyrılıp İslamcı da olsa siyasal hareketler olmayı seçti.
Tekkelerin kapanması sonucunda yeraltına çekilen ve tarikat olarak varlıklarını bu şekilde sürdüren, herhangi bir kabullenme, destek ya da uyum sağlama emaresi göstermeyen aksine Cumhuriyet ve laikliğe düşmanlığı sonuna kadar sürdürenler ise geriye kalan Nakşilerin tümü, Nurcular ile diğer bazı tarikatlardı.
Günümüzde tarikat olarak karşımızda yer alanlar da bunların ardıllarıdır.
Fakat ortada net bir gerçek var. 100 yıl önce kurulan Türkiye Cumhuriyeti, tekke ve zaviyeleri kapatarak Türkiye’nin dinci feodalizmden ve Orta Çağ düzeninden kurtulması, laikleşmesi yolunda en önemli adımı atarak büyük bir zafer kazanmıştır. 20 yılı aşkın zamandır iktidarda olan AKP’nin kurmaya çalıştığı tarikat rejimi de işte bu devrimci adım sayesinde bir türlü başarıya ulaşamamaktadır.
Kısacası, Cumhuriyet kazanmış, tarikat kaybetmiştir…
Şimdi Cumhuriyetimizin 100 yılını kutlarken aynı zamanda bu yüz yıllık laiklik, çağdaşlaşma ve Ortaçağ’dan kurtulma devrimini de kutluyoruz.
Yaşasın laik, çağdaş, milli Türkiye Cumhuriyeti!