Dinde reform dilde reformdur!
Martin Luther (1483-1546) dindar biriydi. Eh, bir din adamı için normal bir durum bu. Türkiye’de her nedense “dinde reform” olarak tanımlanan hareketi, Papalığa karşı çıkışı, onun daha ılımlı bir din adamı olduğunu düşündürür. Oysa tam tersidir, Katolikliğe göre çok daha koyu ve tutucu bir akım olarak doğacaktır onun Protestan mezhebi. İyi de o halde bunun nesi dinde reform diye soracak olursanız, cevap gayet nettir; Luther dinde değil dilde bir reform yapmıştır!
Luther’in dindarlığı bugün için yobazlık olarak görülebilir ama en azından samimi olduğuna şüphe yoktur. O kadar samimi bir dindardı ki, kendi ulusunun yani Almanların İncil’i Alman dilinde okuması gerektiğini savundu, bunun kavgasını verdi, Alman halkı da İncil’i Almanca okumaya o zaman başladı. Yani Luther, dilde devrim yaparak dini güçlendirdi.
Luther, öyle büyük bir işe girişmişti ki ancak bugün anlayabiliyoruz yaptığı devrimin büyüklüğünü. O güne kadar Batı’da ulus kimlikleri yoktu, Hıristiyanlar bir ümmetti, o ümmetin tüm unsurları da Roma’daki Papa’ya tabiydi. Krallar vardı ama kralların üstünde bir Papa vardı. Luther, Papalığa isyan ederek ulusa, ulusçuluğa ve ulus devletlere giden yolu açmış oldu.
Oysa buna ne gerek vardı ki? Luther, eserlerini Latince yazıyordu ve istese Latincede ısrar eder, Almanca eserler vermek, Almancayı aynı zamanda bir din dili haline getirmek yerine, Latincenin Hıristiyanlığın tek ölçüsü olduğunu söyleyebilir, Latinceden sapanları dinsizlikle suçlayabilir, kilise hiyerarşisinde yükselebilir, Papa bile olabilirdi.
Ama Luther, Papa olmaktansa dindar olmayı seçti ve önce anadil dedi. Böylece din, bir din elitleri zümresinin dışına çıkabilecek ve halkın dini olabilecekti. Onun dindarlık samimiyetiydi bu.
Sonuçta Tanrı dini kime göndermişti: Halka mı din adamlarına mı?
Din madem halka gönderilmişti o halde o dini halkın anlaması gerekmez miydi?
Halkın dini anlaması için Latince öğrenmesi mi gerekecekti?
Bu olacak iş değildi ve bir dindar olmayacak duaya âmin demezdi. Luther de dini görüşlerinde son derece tutucu olmasına rağmen ve aslında tam da bunun için Latinceyi reddetti ve Papalığa isyan etti.
Cogito ergo sum
Luther, çağının adamıydı ama çağlar değişiyordu ve o da bu değişime uyum sağladı. Bunu da dindarlığından yaptı. Roma İmparatorluğu çoktan yıkılmıştı, Roma kültürü de, Roma dili de. Kutsal Roma İmparatorluğu’nu devam ettirdiğini iddia eden Habsburg ve Alman monarşileri bile çatırdıyordu. İmparatorluklar devri bitiyordu ve bu, aynı zamanda ümmet devrinin bitmesi, millet devrinin başlamasıydı.
Luther’in yaptığı işin büyüklüğünü anlayan belki de sadece Osmanlı idi. Osmanlı, Luther isyanının Haçlı Avrupa’yı parçalayacağını, bunun Osmanlı’yı güçlendireceğini biliyordu. Ve bu hareketi el altından destekledi. Luther’in Türk karşıtı bir kitap yazmak zorunda kalmasını nasıl yorumlayacağımız da ayrı bir sorundur. Acaba Luther, kendisine yönelik Türk ajanı suçlamaları ile mücadele etmek için mi yazmıştı bu kitabı yoksa çok daha geniş planda dini tabana hâkim olmak için mi? Sonuçta Türk karşıtlığı yapmadan Avrupa’da din savunusu yapılamazdı o çağda. Çünkü Müslüman demek Türk demekti, Türk demek de Müslüman demek…
Roma İmparatorluğu bir kalıntıydı, Papalık ise artık değil dünyaya, Hıristiyan Avrupa’ya bile hükmedemiyordu. Roma’da İtalyanlar bile İtalyanca konuşurdu, Latince değil. Din dili olan ve aynı zamanda felsefenin ve bilimin de dili olan Latince yavaş yavaş ölü bir dil haline geliyordu. Halkın devri başlıyordu ve halkın dili de ister istemez dinin de, bilimin de, felsefenin de, kültürün de dili olacaktı. Luther, belki de hiç bilmeden bu yolu açan adam olmuştu.
Bugün bizim din bezirgânlarının çok sevdiği “atalarımızın yazdıklarını okuyamıyoruz” yakınmasını hiçbir Avrupalıdan duymuyoruz. Oysa Avrupa’nın kültürel kökenlerinde de Yunanca vardır ama Antik Yunanca denilen Yunancayı bugünkü modern Yunanlar okuyamaz. Avrupa’nın dini kökenlerinde de, felsefi kökenlerinde de Latince vardır ama hiçbir Avrupa ulusu Latince okuyamaz.
Fakat Avrupa’da bir Mahir Ünal çıkıp da “düşünce setlerimiz yıkıldı” demez çünkü Avrupalılar düşünce setlerinin önünün bu dil devrimi ile açıldığını bilirler. Evet, Avrupalılar düşünür ve Avrupa’da Mahir Ünal gibi, düşünmeden konuşanlar çıkmaz, konuştuğu saçmalığı düşünce sananlar da çıkmaz.
Düşünmek işin püf noktasıdır.
Avrupalı “düşünüyorum o halde varım” der. Ne güzel bir sözdür bu değil mi? Oysa bu sözü ilk söyleyen Fransız filozof Descartes, “Cogito ergo sum” diye yazmıştır. Evet, Latincedir. Çünkü dönemin bilim ve felsefe dili Latincedir. Peki, bugün hangi Fransız ben Descartes’in dilini okuyamıyorum der?
Fransız felsefesi, Alman felsefesi neden bu kadar gelişmiştir diye hiç düşünmez miyiz? Nedeni basittir; Fransızlar da Almanlar da kendi dilleri ile felsefe yapmaya başlamışlardır. Latince klasik eserleri de kendi dillerine tercüme etmişlerdir. Tercümelerinden okurlar. Ama okurlar. Bizim Mahir Ünal’larımız gibi yapmazlar, okurlar, okurlar ki adam olsunlar…
Avrupa’da bilimin de, felsefenin de neden tam da bu dönemden sonra geliştiğini sanıyoruz?
Avrupalılar, aynı zamanda hem din dili, hem felsefe dili, hem de bilim dili olan Latinceyi bırakmış ve kendi ana dillerine dönmüşlerdir de ondan!
Yineleyelim: Önemli olan düşünmektir. Düşünemeyenler ise neden düşünemediklerini bile anlamazlar. Oysa biraz Kuran okumuş olsalardı, Allah’ın pek çok ayette “hiç düşünmez misiniz!” diye onlara sorduğunu bilirlerdi.
İslam’ın Altın Çağı
Luther’den 1000 yıl önceye saralım zamanı…
Bilim de, kültür de, felsefe de Batı’da değil Doğu’da yükseliyordu. İbni Sina’ların, Biruni’lerin, Hayyam’ların döneminde Batı dünyası ve Hıristiyan dünya kara bir çağ yaşarken İslam dünyası aydınlatıyordu dünyayı.
İyi de neden böyleydi?
İsa’nın doğumunun üzerinden 1000 yıl geçmişti, Hıristiyan düşüncesi tüm gelişimini tamamlamış ve çürümeye başlamıştı. Latince ile birlikte bir medeniyet çöküyordu. İslam medeniyeti ise hem yeni bir din olmanın atılımını almıştı arkasına hem de Yunancayı! Arap din adamları ve bilim adamları antik Yunanca felsefe eserlerini Arapçaya çevirmiş ve bu sayede bir “İslam Rönesansı” başlatmıştır. Bu rönesansın arkasında da bir dil devrimi vardır yani.
Araplar kendi atalarının yazdıklarını okumak isteselerdi okuyacak bir şey bulamazlardı zaten. Ama Yunanca okuyarak ve onu tercüme ederek hem Arap dilini, hem Arap kültürünü, hem de bir bütün olarak İslam medeniyetini ve dünya bilimini geliştirdiler.
İslam medeniyeti 1500’lü yıllara kadar öncü olsa da bu öncülüğü kaybetmeye başlayacak ve Hıristiyan medeniyeti kara çağdan aydınlığa çıkarken İslam medeniyeti aydınlıktan karanlığa gömülecektir.
Peki neden?
Çünkü Avrupa’da bir ana dil devrimi gerçekleşir, buna ek olarak Avrupa’da tercüme devrimi başlar. Zamanında Arapların yaptığını yapar Avrupalılar. Antik Yunanca eserleri Arapça çevirilerinden tercüme etmeye başlarlar, aynı zamanda Latince eserleri de ana dillerine çevirirler.
Çeviri, bugün bizlerin küçümsediği bir faaliyettir ama insan düşüncesinin gelişmesi tercüme ile olur. Elbette tercümede takılıp kalırsanız yine ilerleyemezsiniz, mesele tercüme edilen eserlerin üzerine kendi fikirlerinizi ekleyebilmektir, o da ancak ana dille yapılabilir.
İslam medeniyetinin düşüşe geçiş dönemi, ulusal dillerin, ulusal devletlerin, ulusal kültürlerin başladığı çağdır. Avrupa, Hıristiyan medeniyetini içeren bir ulusal kültür devrimi yapar. Avrupa’nın kültürü son derece dindardır çünkü temelinde Luther vardır. Doğu ülkeleri ve İslam imparatorlukları ise Arap dilinde ısrar ederek uluslar çağını kaçırır. Ulusal diller gelişmez, ulusal devletler gelişmez, ulusal kültürler gelişmez. İşin en vahimi ise dinsel düşünce de artık gelişmez.
Müslümanların Luther’i nerede?
Bu gerçeği gören tek Doğulu lider Atatürk olmuştur. Bugün tartıştığımız dil devrimi meselesini doğru zemine oturtmak ve bu doğru zeminde tartışmak zorundayız.
Öncelikle şunu tespit edelim: Atatürk, geniş anlamda bir dil devrimi yapmıştır ama asıl olarak bir harf ya da alfabe devrimidir yapılan. Osmanlı Türkleri, elbette Türkçe konuşurdu. Ama Osmanlı Türkleri sadece konuşurdu, yazamazdı. Yazı dili dediğimiz şey alfabedir ve Osmanlı Türkleri Arap alfabesi ile Türkçe yazardı. Osmanlılarda alfabe sorunu ancak 1800’lerde ortaya çıkmıştır çünkü büyük çoğunluğu yazma bilmeyen bir toplumun alfabe derdi olamazdı.
Ama ticaretin gelişmesi, matbaanın ortaya çıkışı, eğitim kurumlarının yaygınlaşması ile birlikte Osmanlı aydınları alfabeyi tartışmaya başladılar. Nedeni basitti, Türk dilinde sesli harfler dilin temelidir oysa Arap alfabesinde sesli harf yoktur. Yani konuştuğunu yazamazsın, yazsan bile onu her okuyan farklı okur. Kısacası Arap Alfabesi, Türk diline uygun değildir. Bu, iki kere iki dört kadar bir matematik problemidir.
Osmanlı aydınları bu sorunu çözmeye çalışmış ama bir Osmanlı Luther’i, bir Müslüman Luther’i çıkartamamıştır. Çünkü Osmanlı’da Batı tarzı kurumsal bir teokrasi olmasa bile, medreselerin ve ulemanın egemen olduğu bir sosyal teokrasi vardır. Bir nevi Papalıktır bizdeki medreseler. İşte medrese ile okul arasındaki savaş daha o zamanda başlamıştır.
Dili yasaklayan şeytandır
Medrese, dinin arkasına saklanmış ve savaşı öyle vermiştir. Medreseciler, hem Arap alfabesinden yanadır hem de Arapçanın din dili olduğunu savunurlar, Arapçadan çıkılırsa dinden çıkılacağını iddia ederler.
Oysa İslam dinini Allah tüm insanlığa göndermiştir, yani İslam Arap dini değildir. Eh Arap dini olmadığına göre İslam nasıl olur da Arapçaya hapsedilebilir? İslam dininin yayılmasını isteyen samimi dindarlar bu dinin emirlerinin, yani Kuran’ın dünyadaki tüm dillere tercüme edilmesini istemez mi?
Elbette ister ama maalesef medrese Müslümanları Müslüman değildiler! Onlar, tıpkı Papanın Roma’yı koruması gibi kendi medreselerini, aslında ekmek teknelerini korumak istediler.
Oysa İslam’da dilsizlik şeytanlıktır. İnsanlar konuşur, dille konuşur, şeytan ise dille değil hile ile konuşur. Hile, şeytanın dilidir.
Şeytan, dili yasaklayandır, Allah ise insanlara ana dilini verendir.
Dil, hilenin karşıtıdır, açıklıktır samimiyettir, temizliktir. Allah, Kuran ile insanlığa en açık ve samimi şekilde seslenir ve insandan da aynı samimiyeti ister.
Dil, Müslüman’ın koruması gereken samimiyettir ve iradedir. İnsan ancak dili ile itiraz edebilir, varım diyebilir. Dili olmayanın iradesi yoktur ve iradesiz insanın da dini olmaz.
İşte bizde ve İslam dünyasında Arapçayı arkasına alanlar aslında şeytanın arkasına gizlenen dilsiz şeytanlardır ve bizden de dilsiz olmamızı isterler. Samimi bir dindar ise kendi sesini Allah’a duyurmak ister ve ona kendi ana dilinde seslenmesi ön şarttır.
Arapçanın arkasına saklananlar Allah ile insanlığın buluşmasından rahatsız olan ya şeytani kıskançlıkta kişiliklerdir ya da kendi ekmek teknelerini düşünen para dininden insanlardır.
İşte Luther’in kıymeti buradadır, adam Hıristiyan yobazıydı belki ama dinsiz değildi, şeytani hiç değildi. Gayet samimiydi.
Peki, nerede bizde o samimi Müslüman?
Atatürk neden Latin harflerini seçti?
Atatürk, Latin alfabesini aldı diyerek, Latinlikle Batı’yı, Batı ile Hıristiyanlığı eşleştirerek yapılan çarpıtmaların gücü cehaletindedir. Cehalet, etkileyicidir; etkiler ama ikna etmez, tam da bu nedenle çok güçlüdür.
Atatürk, Türk diline uygun bir alfabe arayışına girmiştir. Yazıldığı gibi okunan bir alfabe peşindedir. Batı dillerindeki zorlukların da farkındadır ve bu nedenle Türk dilindeki her bir sese karşılık gelecek bir harf alır. Harfler Latin alfabesinden alınır çünkü tek ve ayrık harflerdir. Ama Latin alfabesinde bulunan bazı harfleri almaz çünkü bunların karşılığı Türk dilinde yoktur.
Latin harflerinin kökeninde Etrüsk alfabesinin olduğu türünden açıklamalar da yapılabilir elbette. Ama bunlar teferruattır. Atatürk’ün önünde üç seçenek vardı: Ya Arap alfabesine devam edecekti ya Latin alfabesine ya da Kiril Alfabesine. Bu üçünden Batı Avrupalıların kullandığı Latin harflerini seçmesinin elbette bir anlamı var.
Batı Avrupa’nın kültürel, bilimsel liderliğinin olduğu bir devirde Latin harflerini seçmek, diğer Batı dillerindeki eserleri okumakta büyük kolaylık sağlayacaktı. Arap alfabesinde ısrar etsek okuyacağımız bir Newton yoktu ve eğer Newton’ları okumak ve bilimde gelişmek istiyorsak Latin harfleri büyük kolaylık sağlayacaktı. Aynı durum Kiril alfabesi için de geçerliydi.
İş eğer kültürel seçimse şunu da tespit etmek gerek: Atatürk, Türkiye’nin Arap kültür dairesinde ya da Rus kültür dairesinde olmasını istemedi ve Batı Avrupa kültür dairesini seçti. Ne kadar doğru yaptığının ispatı bugün dünyada bilimde de, kültürde de, sanatta da, dini kütürde de, her alanda en gelişmiş Müslüman ülkenin Türkiye olmasıdır.
Neden tüm Araplar Türkiye’ye koşuyorlar sanıyoruz?
Saç ektirmek için mi!
Son yüzyılda Arap alfabesinde ve dilinde ısrar eden devletlere bakın, hangisi Türkiye’den daha ileridedir?
İlerlemeyi geçtim, bu devletler daha da gerilemiştir.
Mahir Ünal’a göre, dillerini koruyan Arapların bu çağın Einstein’larını yaratması gerekmez miydi? Ama işte hiçbir şey yok ortada. İslam bilimi deyince, felsefesi deyince neden hâlâ bin yıl öncesinden örnekler bulmaya çalışıyoruz sanıyorsunuz?
Latin Alfabesi karşıtları neden Kiril’e dost?
Bu arada Arap alfabecilerin Latin Alfabesi düşmanlığı yapmalarına ve Atatürk karşıtlıklarına rağmen hiç sözünü etmedikleri, esas yıkıcı bir harf devrimi de yaşadı Türk dünyası. Bu, Stalin’in yaptığı alfabe devrimiydi. Evet, Stalin Türklerin alfabesini zorla Kiril alfabesine çevirdi ama bizim medrese Müslümanlarından hiç çıt yok!
Sovyetler Birliği’nde Türk halkları daha 1920 yılında Doğu Halkları Kurultayı’nda Latin alfabesine geçme kararı almışlardı. Bu, Müslüman Türk halklarının sadece Türkiye’de değil tüm Türk devletlerinde Arap alfabesi ile Türkçe yazmanın zorluklarından kurtulmanın yoluydu. Sovyet yönetimi 1925 yılında bu yönde bir kararı kabul etti. Fakat Atatürk’ün 1928’de Latin alfabesini kabul etmesinden sonra Latin alfabesi Anadolu ile Türkistan’ı birleştirebilecek bir güç halini alınca Sovyet sömürgecileri bundan ürktü. Ve Stalin, 1939 yılında tüm Türk devletlerinde kullanılan Latin alfabesini Kiril ile değiştirdi.
Bizim Arapçıların kafası tam da Stalin kafasıdır, önemli olan Türk karşıtlığıdır. Türk olmasın da ne olursa olsun derdindedirler.
Müslüman demek Türk demek!
Batı Avrupa’da Luther dâhil tüm Hıristiyanlar Müslümanlığa düşmandılar çünkü Müslüman demek Türk demekti onlar için. Ruslar için de aynısı geçerliydi, Çar döneminde de Sovyet döneminde de Ortodoks Hıristiyanları için Müslüman demek Türk demekti. Aslında Batı ve Doğu Hıristiyanlığı bunda son derece gerçekçidir, Türkler dünyadaki belki de tek gerçek Müslüman millettir.
İşte Araplar ve içimizdeki Araplar da tıpkı Haçlılar gibi Türk düşmanı ve dolayısıyla da Müslüman karşıtıdırlar. İslamcılık denilen akım da Haçlı Avrupa’nın Müslüman Türklere karşı icat ettiği dili Arap, aklı Batılı bir ucubedir, en az Haçlılık kadar uzaktır Müslümanlığa İslamcılık.
Bugün derdi din olan Türk diline sarılmalıdır. Sadece Türkçeye değil Atatürk’e de sarılmalıdır. Çünkü sadece dili değil dini kurtaran da Atatürk olmuştur. Ama görüyoruz ki hâlâ Atatürk’e saldırıyorlar ve Atatürk’e saldırarak aslında dine saldırıyorlar!
Ülkemizde onlarca tarikat var. Neden bunlar kendi aralarında o savundukları Arap alfabesini kullanmazlar sizce? Çünkü dini kılıklı siyasal propagandalarını ancak Türk dili ile yapabileceklerini bilirler. Günlük gazetelerini neden Arap harfleri ile basmazlar? Ve neden Latin alfabesi ile din kitapları basarlar da Arap harfleri ile basmazlar?
Karşı çıksalar da biliyorlar ki bu işin tek yolu var o da ana dilde ve ana dile uygun yazı dilinde konuşmak ve yazmak.
Hani Atatürk’ü çok tepeden devrimcilikle, diktatörlükle eleştiriyorlar ya, buyursunlar kendi dil ve harf devrimlerini kendileri tabandan yapsınlar. Okullarındaki, kurslarındaki, medreselerindeki talebelerine ister Arap harfli Türkçe öğretsinler isterlerse doğrudan Arapça öğretsinler ve tabandan bir İslami harf devrimi yapsınlar!
Hem madem atalarının yazdıklarını okuyamıyorlar, buyursunlar tercüme etsinler bu mühim eserleri! Nasıl ki zamanında Arap Müslümanlar Yunancadan Aristo’ları tercüme etti, buyursunlar şimdi onlar da Osmanlıcadan ya da Arapçadan bu İslam Aristo’larını, Newton’larını tercüme etsinler de görelim!
Yahu, son bin yılda kaç Müslüman bilim adamı çıktı da biz onu okuyamıyoruz?
Kaç felsefeci çıktı?
Hepsini geçtim kaç din bilgini çıktı?
Bir toplum bilim adamı yetiştiremiyorsa orada bilim yok demektir, sanatçı yetiştiremiyorsa orada sanat yok demektir ve işin en acısı; din bilgini yetiştirmiyorsa orada din yok demektir! Bu acı gerçeği kabul edelim derim, bugünkü İslam dünyası büyük çoğunluğuyla dinsizdir. Dini yükselten biz laik Türkleriz ve en dindar İslam toplumu da biziz.
Medrese Müslümanlarına seslenelim:
Biz bin yıldır neden cahil kaldık diye soracağınıza, bin yıllık cehaletinizin, geri kalmışlığınızın, dinden çıkmışlığınızın suçunu Atatürk’e attığınız için gerçekten dinden çıkmış olmalısınız.
Ben sizin ikiyüzlülüğünüzden, samimiyetsizliğinizden velhasıl dinsizliğinizden önce Allah’ıma, sonra ana dilime ve Atatürk’e sığınırım.