Türk Ordusu 19 yıl sonra Hatay’da
Yıl, 1938. Temmuz’un 5’i…
Hatay tarihinin en önemli günlerinden biri.
İki gün önce, 3 Temmuz 1938’de Fransızlara 2.500 Türk askerinin Hatay’da konuşlandırılması kabul ettirilmişti.
Varılan anlaşma gereği, 5 Temmuz 1938’de Türk Ordusu Payas ve Hassa’dan sınırı geçerek Hatay’a girdi.
Hatay’ın sevinci, coşkusu görülmeye değerdi. Geceden sokaklara dökülen Hataylı Türkler, ordusunu karşılamak için sınıra akıyordu.
Ellerinde bayraklar, dillerinde marslar…
Sınıra doğru akın eden 100 bin Türk, sevinç gözyaşlarıyla Türk askerine, Mehmetçiğe sarılıyordu.
Reyhaniye’nin Çatalhöyük köyünden geçen Albay Şükrü Kanatlı komutasındaki süvari birliğinin önü Mürsemoglu Kemal Bey tarafından kesilir.
“Türk Ordusu Hatay’a girerse tek kızım Necla’yı kurban edeceğime ant etmiştim” diyerek küçük kızı Albay’ın atının ayakları önüne yatırır. Albay Şükrü Kanatlı, atından atlayarak küçük kızı kucağına alır. İşgal üzüntüsü ve Kurtuluş sevinci, insanın aklını basından alacak kadar büyüktü.
Türk Ordusu şehre girdiğinde sınırdan beri askerle beraber yürüyen halk ve şehirde toplananlar hep bir ağızdan “Yasasın Türk askeri!” “Yasasın Atatürk!” diye bağırıyordu.
Tören alanında da bir tabur Fransız askeri, Türk Ordusu’nu selamlamak için bekliyordu.
İşte Hatay Türk’ü 19 yıllık işgal ve esaretten böyle kurtuluyordu. Ama bunun bir de evveliyatı vardı. Hatay, çok uzun bir mücadelenin sonunda, kan dökmeden, savaşmadan, diplomasiyle Türkiye’ye bağlandı.
Atatürk’ün hayatının son yıllarında uğraştığı en önemli mesele Hatay meselesiydi. Ama Hatay meselesi 3-5 yıllık mesele değildi.
Hatay’ın işgali ve Türk direnişi
Hatay’ın işgali ve Türk direnişinin tarihçesini kısaca değişecek olursak:
Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı’nı kaybetmesinin ardından Anadolu, İtilaf Devletleri tarafından paylaşılmıştı. Buna göre Hatay da 11 Aralık 1918’de Fransızlar tarafından işgal edildi.
İşgalden sonra doğaldır ki, Türk direnişi de başlayacaktı. 19 Aralık 1919’da Dörtyol’da ilk kursun sıkılarak direniş başladı.
28 Ocak 1920’de Türk milli direnişinin en önemli adımlarından biri olarak Misak-ı Milli ilan edildi. Hatay’ın Misak-ı Milli sınırları içerisinde yer alması, Hatay’da Fransız işgali altında yasayan ve kaderlerine terk edildiklerini sanan Türklere de umut oldu. Hatay, Misak-ı Millî’nin içindeydi; er ya da geç kurtarılacaktı.
20 Ekim 1921’de Fransızlarla imzalanan Ankara Antlaşması Hatay için bir umut olmuştu. Ancak ne yazık ki, Ankara Antlaşması’nda Hatay Türkiye’ye bağlanamadı.
Ancak Ankara Antlaşması’nın Hatay ile ilgili maddeleri o kadar da kötü değildi. Anlaşmaya göre Hatay, Suriye sınırları içinde kalacak özel bir idareye sahip olacaktı.
Türk dilinin ve kültürünün yasatılması da antlaşmanın maddeleri arasındaydı. Zaten resmi dil olarak Türkçe kabul edilmişti.
Ancak bütün bu gelişmelere rağmen olumsuzluklar da yok değildi. Fransızlar, antlaşma hükümlerine uymuyor, Hatay’daki Türklere baskı ve zulüm uyguluyordu.
Türkler ise tüm bu baskılara rağmen Atatürk’ün Hatay’ı kurtaracağına inanıyor ve direniyordu.
Antakya Köprübaşında bir ilkokulda görevli bir memurun ders kitabındaki Atatürk resmini yırtması, Hatay’ı ayağa kaldırdı. Sabaha kadar yapılan binlerce Atatürk rozeti ertesi gün okula giden çocukların ve Hatay halkının yakalarındaydı.
Hataylıların Türkiye Cumhuriyeti’ne ve Atatürk’e bağlılığı o düzeydedir ki, şapka devrimi yapıldığında, Hataylılar da şapka takmaya başlamışlardı.
Yeni alfabe ilan edildiğinde açtıkları kurslarda yeni harfleri öğrenmeye koşmuşlardı.
Tabii tüm bunlar Türklere baskı ve zulüm olarak geri dönüyordu.
Hatay: Atatürk’ün şahsi meselesi
Mondros Mütarekesi imzalandığında Yıldırım Orduları Grup Kumandanlığının yetki sınırı içindeki Hatay’ı da bırakarak ordusunun dağıtılması Atatürk için hiç kolay değildi ve belki de Atatürk daha o gün Hatay’ı geri almaya karar vermişti.
15 Mart 1923 günü Adana’ya giden Atatürk’ü siyah kıyafetler içinde 200 kişi karşıladı. Atatürk’ü karşılayanlar elinde “Gazi Baba bizi de kurtar” yazılı bir pankart vardı.
Bu karşılamadan oldukça etkilenen Atatürk, toplanan halka bir konuşma yaptı ve dedi ki, “Kırk asırlık Türk yurdu, düşman elinde esir kalamaz.”
1937 yılında düzenlenen bir baloda Atatürk, Fransız Büyükelçi Mösyö Ponsot’a, yanında İngiliz büyükelçisi ve Balkan ülkelerinin Genelkurmay başkanları da varken, söyle dedi:
“Ben toprak büyütme meraklısı değilim; barış bozma alışkanlığım yoktur; ancak anlaşmaya dayalı hakkımızın isteyicisiyim. Onu almasam edemem. Büyük Meclis’in kürsüsünden milletime söz verdim: ‘Hatay’ı alacağım’ dedim.”
Hasan Rıza Soyak’ın anılarında o günlerle ilgili ilginç bir anekdot vardır. Hasan Rıza Soyak, Atatürk’e sorar:
“Silaha sarılmaktan başka çare kalmazsa ne yaparız?”
Atatürk’ün verdiği cevap kararlılığını ortaya koymaktadır:
“Dava benim şahsi davamdır ve icap ederse yine şahsen halletmem gerekir… Böyle bir durumda derhal devlet başkanlığından, hatta vekillikten istifa edeceğim. Serbest bir Türk vatandaşı olarak bu ise çalışan arkadaşlarla beraber Hatay topraklarına geçeceğim. Oradaki mücahitlerle ve anavatandan kopup bize katılacağına şüphe etmediğim kuvvetlerle meseleyi yerinde ve içten halletmeye çalışacağım.”
Atatürk nasıl ki Anadolu’yu savunmak için Elmadağ’ına çıkıp tek basına vuruşmayı göze almışsa, Hatay için de tek basına çarpışmayı göze almıştır.
Burada hem Atatürk’ün kararlılığı hem de ülkesini ne kadar düşündüğü ortaya çıkar.
Türkiye’nin diplomasi zaferi
Hatay meselesi, Atatürk’ün ve Türkiye Cumhuriyeti’nin diplomasi zaferidir.
Atatürk, Hatay meselesini savaşsız çözmek istediğini hem Türk kamuoyuna hem de dünyaya defalarca ilan etmişti.
“…Türkiye Cumhuriyeti çok haklı olduğu bu davada asla saldırgan konumunda bulunmayı kabul etmez. Biz bu isin barışçı yoldan çözülmesini istiyoruz. Böylece Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin dünyadaki sıkıntıların çözüm yöntemi olarak iddia ettiği savaşsız anlaşmanın en güzel örneği göstermiş olur…” der.
Ancak mesele bu yolla çözülemezse, oyalama, aldatma, yokuşa sürme falan olursa da ne olacağını söyle anlatır:
“Bu bizim istediğimiz yoldur. Ve fakat Fransızlar bizi aldatma yoluna saparlarsa onları hiç memnun etmeyecek derecede ciddi davranmamız zorunludur. Bu ciddiliğin gerektirdiği önlemler askeri olacaktır…”
Türkiye ve Fransa arasında Milletler Cemiyeti nezdinde yürütülen görüşmeler neticesinde, 27 Ocak 1937’de Milletler Cemiyeti Konseyi, Hatay’ın dışişlerinde Suriye’ye bağlı, resmi dili Türkçe, kendine has bir anayasaya ve 40 kişilik meclise sahip, Fransa ile Türkiye’nin garantörlüğünde bir cumhuriyet olmasına karar verdi.
Hatay’ın bağımsızlık ve Türkiye ile birleşme yolu açılmıştı artık. Ancak Fransızlar seçimleri Türklerin kazanmaması için her türlü hileye başvurdu.
Özellikle İngiliz basınında Atatürk’ün ölmek üzere olduğu yönünde çıkan haberler, Fransızları cesaretlendiriyordu.
Diplomasiye biraz askeri destek lazımdı. Atatürk, hastalığı ilerlemesine rağmen, yine bir 19 Mayıs günü, bu kez Hatay için yola çıktı. Mersin ve Adana’da ordu geçit törenlerini ayakta izlerken “ayaktayım ve ordumun başındayım” mesajını verdi. Hatay’ın kurtarılması için attığı adım kendi sağlığı için tam tersi bir etki yaptı.
Yukarıda anlattığımız Türk Ordusu’nun Hatay’a girişi de bundan sonra gerçekleşti.
Yapılan seçimlerde 40 milletvekilinin 22’sini Türkler kazandı. Devlet Başkanı olarak Tayfur Sökmen seçildi ve Türkiye Cumhuriyeti kanunları toptan kabul edildi.
Sonrasında ise Hatay Meclisi Türkiye Cumhuriyeti’ne katılma kararı aldı ve Hatay anavatana katıldı.
Hatay meselesi, Atatürk’ün “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” anlayışı çerçevesinde silahsız, savaşsız, diplomasi yoluyla çözüldü.
Bugün Ukrayna’da yaşananları göz önüne aldığımızda Atatürk’ün yönteminin ne kadar gerekli olduğu bir kez daha ortaya çıkmıyor mu?