Çağımıza adını altın harflerle yazdıran Büyük Önderimiz Atatürk, ölümünden bu yana her yönüyle araştırılmış; kendisini tanıyanlar da onu çeşitli yönleriyle anlatmaya çalışmışlardır. Çünkü “O”, öğrenilmesi, tanınması gereken çok yönlü bir liderdir.
Atatürk gerçekten çocukları çok severdi; etrafında çocukları görmek isterdi.
Çocuk; O’nun gözünde saflığı ve dürüstlüğü, temizliği temsil ederdi.
Atatürk’ün bu özelliğini Yaveri Hasan Rıza Soyak’ın anılarında görmek mümkündür. Atatürk, Soyak’a şöyle demiştir:
“Çocukluk ne güzel şey… Çocuklar ne güzel, ne tatlı yaratıklar değil mi? En çok hoşuma giden halleri nedir bilir misin? Riyakarlık bilmemeleri, bütün istek ve duygularını içlerinden geldiği gibi açıklamaları.”
Atatürk’ün çocukluk günlerinden söz ederken Çankaya Köşkü’nde yakınlarına şöyle seslendiği bilinir:
“Ben çocukken fakirdim. İki kuruş elime geçince, bunun bir kuruşunu kitaba ayırırdım. Eğer, böyle olmasaydı, bu yaptıklarımı yapamazdım…”
Atatürk, çocuklara olan sevgisinin en büyük kanıtı olarak, 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışını, bu mutlu ve önemli günü Cumhuriyetimizin geleceği ve teminatı olan çocuklarımıza Milli Hakimiyet ve Çocuk Bayramı adıyla armağan etmiştir.
Dünyada ilk kez bizim ülkemizde, bir çocuk bayramı kutlanmaya başlanmıştır.
Bu bayram daha sonra, UNESCO’nun, 1979 yılını “Çocuk Yılı” ilan etmesiyle bütün dünya çocuklarının, Türkiye çocuklarının öncülüğünde kutladığı “Tek Çocuk Bayramı” olmuştur.
Atatürk’ün memleketseverliğinden kaynaklanan samimi vicdanı, O’nun ülkedeki her konuya eğilmesini ve duyarlı olmasını sağlamıştır.
Bunun en güzel örneği de; “Kimsesiz, Öksüz ve Yetimler”e karşı duyduğu sorumluk duygusudur.
Osmanlı devletinin yıllardır birçok cephede giriştiği savaşlar, özellikle de Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı, Çanakkale Savaşları, Sarıkamış Savaşı ve Kurtuluş Savaşı çok sayıda asker ve çok büyük bir genç nüfus kaybedilmesine ve neticede de birçok çocuğun yetim ve kimsesiz kalmasına neden olmuştur.
Bu savaşların getirdiği sosyal bunalımlar, büyük şehirlere göçü başlatmış; böylece bu sosyal yara büyümeye başlamıştır. Bu duruma bir çare bulmak için halkın ve devletin girişimleriyle çözüm aranmaya başlanmış; önce “Yetim Evleri”, sonra da İstanbul’da “Himaye-i Eftal (Çocukları Koruma) Cemiyeti” kurulmuştur.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti de Mustafa Kemal Paşa’nın öncülüğünde 30 Haziran 1921’de bugünkü adı Çocuk Esirgeme Kurumu olan kurumun açılmasına öncülük etmiştir.
Ailelerini savaşlarda kaybeden çocukların himayesi için kuruculuğunu ve koruyuculuğunu Atatürk’ün üstlendiği bu cemiyet 1 Ekim 1921 tarihinde işe başlar.
Unutmayalım ki kuruluş tarihinin Sakarya Meydan Savaşı’ndan, Dumlupınar Meydan Savaşı’ndan, İzmir ve Bursa’nın düşman işgalinden kurtarılışından çok önce olması, bu kurumun memleketin kurtuluşu kadar önemli görüldüğünü adeta tescil eder.
Mustafa Kemal Paşa sonraki yıllarda, Kurtuluş Savaşı’nın yetim çocuklarının sağlık, eğitim ve temel ihtiyaçlarının karşılanması için, günün şartlarına uygun bir çalışma içine de girmiştir.
***
Mustafa Kemal Paşa, 16 Ekim 1925 tarihinde Uşak’a geldi, yetim ve öksüz çocukların barındığı “Şefkat Yurdu”na uğradı. Öksüz bir yavru birden kucağına atladı. Yaşından beklenmeyen içli ve duygulu sözler söyledi.
Mustafa Kemal Paşa’nın gözlerinden yaşlar süzüldü ve çocuğu bağrına basarak şöyle dedi:
“Ben hayatta çok az ağlayan bir adamım. O da Uşak’ta, burada oldu.”
***
Atatürk çocuklarla çok iyi geçinmesini bilir, onları sevdiği kadar da kendisini sevdirirdi. Bir toplantıda akıllı bir çocuk örünce dayanamaz, onunla mutlaka konuşurdu.
Bu konuşma çocuğun sınıfına göre olurdu. Bazen aritmetik, bazen Türkçe dersinden sorular sorar, iyi cevaplar alınca memnun olurdu. Çocuk bir üstünlük gösteriyorsa ilgilenerek derslerine yardımcı olurdu.
O’nun sözlüğünde çocuk, sevgi demekti.
O’nun çocuğu yoktu ama içinde bitip tükenmeyen bir çocuk sevgisi vardı. Bundan dolayı yüreği arada burkulmuş mudur bilmiyorum ama bütün Türk çocukları onun öz yavruları gibiydi.
O’nun açık mavi gözleri her yerde çocukları arardı. Çağdaş ve mutlu Türkiye’yi çocuklarda görür ve çocuklarda bulurdu. Tüm yurt gezilerinde çocuklara sevgi ile yaklaşır, onlarla uzun uzun konuşurdu.
Sadece kendi tarihimizde değil, dünya tarihinde dahi çocuklara Atatürk ölçeğinde önem ve değer veren, onları Atatürk kadar ciddiye alan başka bir kimse yok. Bunun böyle olduğu yüzlerce fotoğraf ve belgeyle sabittir.
Türkiye’nin özellikle Batılı ülkelerdeki imajını düzeltecek başlıca faktör, Atatürk’ün çocuklara gösterdiği inanılmaz derecedeki olağanüstü ilgidir.
Özellikle dünyanın içinde bulunduğu bugünkü sevgisizlik çağında, insanlık barışına hizmet edebilecek en etkili sevgi ve barış mesajı, Atatürk-Çocuk arkadaşlığından başkası değildir.
***
Atatürk için çocuk: “Vatan gibi sevilmeli… Ulus haklarını korur gibi korunmalı…”
Atatürk de çocuktu…
Yeniliğin, dönüşümün yılmadan ardında koşabilen, düş dünyası geniş, meraklı, araştıran…
Atatürk de çocuktu…
Cumhuriyet’in çocuk kalmasını istedi hep. Her dem taze, her dem devingen, keşfedici, yaratıcı… İnsanlar gibi ülkeler de çocuk olabilirler; yaşlı, yorgun kültürler olabilir, ağır, yavaş devinen.
Ben ülkemizin hep çocuk olduğunu düşündüm. Atatürk denen bir dâhiyi, önderi yetiştiren çocuk ülke. Çocuk Atatürk’ü yetiştiren, çocuk ülke.
Cumhuriyet ruhu, Atatürk’ün ona kazandırmaya çalıştığı ruh, heyecanlı, meraklı, araştırıcı bir çocuk ruhuydu.
Bilimde, sanatta, düşüncede kendini gösteren, ona giydirilmeye çalışılan özgürlüğü kısıtlayıcı giysiyi parçalayıp yaşama kendi açısından bakabilme cesaretini taşıyan olgun çocuk ruhu.