Sisi ve Esad dönüşü baş döndürdü!
AKP ve reisi Tayyip Erdoğan’ın dış politikadaki 180 derecelik dönüşleri, iç politikanın da gündemini belirliyor. Erdoğan, geçtiğimiz hafta “darbecilikten, katilliğe” kadar her türlü sözü söylediği, seçim kampanyalarında bile “ya biz, ya Sisi!” diyecek kadar kullandığı Mısır Devlet Başkanı Sisi ile barıştı!
Bu barışma sadece basit bir dönüş değil. İşin AKP açısından strateji ve politikadan çok daha derin anlamları var. Mısır, uluslararası İslamcı hareketin en etkili örgütü olan İhvan’ın yani Müslüman Kardeşler’in doğduğu ülke. Yani AKP de dâhil birçok Şeriatçı hareketin fikirsel kıblesi aslında Kahire’de.
Arap Baharı’nın ardından “Yeni Osmanlı” ya da bir nevi “İslam İmparatorluğu” ihya etmeye kalkan AKP de temel dayanak olarak bu Müslüman Kardeşler örgütsel ağını seçmişti. Tunus’tan Körfez’e, Türkiye’den Suriye ve Filistin’e, hatta Sudan’a kadar İhvancı gelenekten gelen tüm iktidarlar ve örgütler neredeyse Erdoğan’ın etrafında birleşiyordu… Ama beklenen olmadı. Tüm bu rejimler çöktü, örgütler dağıldı.
AKP iktidarı ise bu durum karşısında yine çok pragmatik (!) davrandı. İhvancıların dirisinden alacağını aldıktan sonra, bir süre de ölüsünden faydalandı. Bir süre “Rabia” AKP’nin simgesi oldu. Ekranlarda, meydanlarda “dört parmaklar” sallandı. Bağırıldı, çağırıldı ve bir noktada her şey aniden bitti. Çünkü artık bu enkaz üzerinden kazanacağı bir şey de kalmamıştı. İhvan’ın posasını da çöpe atma zamanı gelmişti. Zaten bir süredir bu yönde gelen sinyaller, Erdoğan’ın Sisi ile el sıkışmasıyla doğrulandı… Hatta “darbeci” Sisi ile barışmak da kesmedi. Erdoğan son olarak Konya’da katıldığı bir programda “katil” Esad’la da “işleri yoluna koyabileceklerini” açıkladı. “Siyasette küslük olmaz,” diye ekledi. Bu arada verdiğimiz şehitler, savaşlarda, çatışmalarda ölen bu kadar insan, Türkiye’nin açık hava mülteci kampına dönmesi tabii ki önemli değil. Önemli olan Erdoğan ve AKP iktidarının ayakta kalması… Sonunda onlar ayakta kalacaksa küsülür de barışılır da, değil mi?
Dönüşe Atatürk’te bahane bulmaya kalkanlar…
Meselemiz AKP’nin ilkesizliği de değil sadece. Doğru, AKP kendi ideolojik ve örgütsel köklerini işte böyle iki dakikada satabilecek bir yapıdır. Bunlar için her yol mübah olduğu gibi, durumu kurtarmak için yapılacak her şey, söylenecek her söz de normaldir. Bu son olayda da kuralı elbette bozmadılar.
Başta Emin Pazarcı ve Melih Gökçek gibi AKP açısından bile modası geçmiş olan troller, Erdoğan’ın Sisi dönüşüne bir savunma bulmak için kolları sıvadı. Normalde bu düşük seviyeden fikirsizliklere cevap vermeye pek gerek olmaz. Ama bu defa çizgiyi aşıp işe Atatürk’ü karıştırdılar. Ve cevap vermek farz oldu…
Erdoğan’ın “U” dönüşünü meşrulaştırmak için “zamanında Atatürk de Venizelos’la ve İngiliz Kralı’yla görüştü” diyen bir yüzsüzlük var şimdi karşımızda… Neresinden başlasak acaba?
Trol efendiler, bakın Atatürk bahsettiğiniz iki şahısla da onları Kurtuluş Savaşı’nda dize getirdikten sonra görüştü. Hem de onlarla görüşmek için Katar’a filan da gitmedi. Onlar Atatürk’ün ayağına gelmek zorunda kaldılar. Ama sadece bu da değil…
Yunan lideri Venizelos, yaklaşan yeni dünya savaşının farkındaydı. İtalyan faşizmi sadece onun ülkesini değil tüm Balkanlar’ı istila etmek niyetindeydi. Mussolini’ye karşı ancak Atatürk’e sığınabileceğini biliyordu. Bu nedenle, bükemediği bileği öptü. Atatürk’e yaklaşmak zorunda kaldı. Yani aslında Venizelos’un tavrından örnek verseniz sizin durumunuza biraz daha yakın olurdu!
İngiltere meselesine gelince… Atatürk, diplomatik nezaket içinde düşmanlarıyla dahi görüşebilen bir liderdi. Kafasında doktrin şablonları filan da yoktu. Kurtuluş Savaşı sırasında Sovyet Rusya ile iyi ilişkilerini kendisine soranlara, “İngilizler de haklarımıza saygı göstersin, onlarla da görüşebiliriz,” diyordu.
Nitekim Fransızlar, Maraş ve Antep’te Kuvayı Milliye’den iyi bir dayak yedikten sonra yola gelince, onlarla temasa geçti. İtalyanlar da yine işgal ettikleri illerimizden diplomasi ile çıkarıldı. Daha sonra İstanbul ve Trakya da aynı yolla İngilizlerin liderliğindeki işgalden kurtarıldı. Ama tüm bu diplomasinin ardında ulusal bağımsızlığı sarsılmaz ilke edinmiş ve gerektiği anda yeniden savaşacak bir ideoloji ve irade vardı: Kemalizm…
İşte Atatürk’ün ve Kemalizm’in dış politikası düşmanlarını bile kendi çizgisine ikna ederken, AKP’nin dış politikası ise kendi geçici amaçları için ülkesinin itibarını iki paralık etmekten bile kaçınmaz. Ulusal çıkarlar mı? Kimin umurunda? Daha dün samimiyet ve hararetle eli sıkılan Sisi, Türkiye PKK’ya karşı Irak ve Suriye’de operasyon yapınca “kardeş Arap ülkelerinin egemenlik haklarına saldırı” açıklaması yapıverir. Bunun adı da barışmak olur işte…
AKP dış politikası yayılma heveslisi, Atatürk politikası ulusal bağımsızlıkçı
Yani AKP dış politikasına Atatürk’ten gerekçe bulmaya kalkmak katışıksız bir abesle iştigaldir. Ama gelin biraz daha yakından bakalım yine de…
AKP dış politikası, Türkiye’nin İttihatçılardan beri gördüğü en yayılma heveslisi ve maceracı politika. “Şam – Emevi Camii’nde namaz kılma” söylemiyle simgelenen bu heves, Türkiye için hiç de hayırlı sonuçlar vermedi. Atatürk’ün dış politikası ise en baştan itibaren Türkiye’yi, ulusal sınırlar içinde kurmak ve korumaktan ibaretti.
Atatürk, I. Dünya Savaşı sırasında Suriye – Filistin Cephesi’nde ordulara kumanda etmişti. Buradaki Arapların ihanetini yakından görmüştü. Artık buraların Türkler için “vatan” olmadığını ve olamayacağını çok iyi biliyordu. Aslında savaştan çok önce de Atatürk’ün önerisi Türkiye’nin Anadolu merkezli olarak ulusal sınırlar içinde korunmasıydı. Osmanlı Devleti’nin ayakta kalması için tek ihtimal olarak bunu görüyordu.
Trablusgarp, belki de Atatürk’ün ve diğer milliyetçi Türk subaylarının en çok destek bulduğu Türkiye dışındaki Osmanlı toprağıydı. Ama orada bile Türk askeri çekilmek zorunda kaldıktan sonra Ömer Muhtar liderliğinde direnenler azınlıkta kalmıştı. Orası bile Türkiye’ye bağlı kalamamıştı.
Tüm bunların gençliğinden beri bilincinde olan Atatürk, o dönem çok revaçta olan yayılmacılığa, İmparatorluğun kaybettiği yerleri geri alma hayallerine, Panislamizm’e, hiçbiri olmayınca son seçenek olarak gündeme alınan Panturanizm’e kendini kaptırmadı. Asla saldırgan da, emperyalist de, imparatorlukçu da olmadı. Kimseye, “gelir Şam’da ya Bağdat’ta namaz kılarım” gibi tehditler savurmadı. Ama ulusal sınırları her şeyi göze alarak savundu. Bu savaş alanlarında da böyleydi, politika sahasında da…
Türklerin kaderi artık Araplardan tamamen ayrılmıştı. Herkes kendi yoluna gidecekti. İşin daha açığı; Araplarla bir yere varmaya kalkmak Türkleri bağımsızlıktan da, ilerlemeden de yoksun bırakırdı. Eskisi gibi oraları yönetelim, Arapları İngilizlerden, Fransızlardan kurtaralım gibi projeler de başarısızlığa mahkûmdu.
Türkiye, Milli Mücadele içindeyken Atatürk’e gelip “bizi de kurtarın, federasyon kuralım,” diyen Suriye ve Irak heyetleri tam da bu nedenle olumsuz cevap alacaktı. Onlara, “Gidin kendi bağımsızlık mücadelenizi kazanın, sonra gelin ayrı uluslar olarak dostça ilişkiler kuralım,” denildi.
Atatürk, çağın uluslar ve ulus devletler çağı olduğunu biliyordu. Hem bu yüzden, hem de Ortadoğu batağının ne olduğu ve olacağını daha o günlerden öngördüğü için bu tekliflerle ilgilenmemişti bile. Bizi o batağa hem de bile isteye sürükleyense AKP’nin emperyal hevesleri, maceraperest tarzı oldu…
Oysa Atatürk tam aksine bu beladan Türkiye’yi uzak tutmak için buradan çıkmış, Misak-ı Milli sınırına, yani Türk – Arap ulusal sınırın bu tarafına çekilmişti…
Atatürk, Selanik’i geri alma macerasına bile girmedi
Atatürk’ün dış politikasının Türkiye’yi ve Türk milletini maceraya atmama ilkesi o kadar keskindi ki kendi doğduğu topraklar karşısında bile esnemedi. Rumeli, Batı Anadolu’da kurulan Osmanlı’nın esas olarak devlet haline geldiği bölgeydi. Devletin ana ekseni, ağırlık merkezi de burasıydı. İttihatçılık başta olmak üzere Türkiye’de etkili olacak tüm devrimci akımların kaynağı da burasıydı. Kaldı ki Atatürk de buranın en önemli kenti Selanik’te doğmuş, Manastır’da askeri lise okumuş, burada devrimcileşmişti.
Diğer taraftan sadece Selanik’te değil, bölgenin çok önemli bir kısmında, Türkler ve kendisini Türk kimliğine bağlı tanımlayan birçok Müslüman topluluk, 1912’deki Balkan Harbi’ne eşlik eden Türk ve Müslüman Soykırımı’na kadar çoğunluktaydı.
1922’de Atatürk Yunanları ve bu şımarık maşayı ellerinde tutan güçleri yenip hizaya getirdikten sonra Selanik ve Rumeli konusunda en yakın çevresinden bile baskı görecekti. Buraları da geri almak için bir şeyler yapılmayacak mıydı?
Elbette Atatürk’ün Rumeli ve Balkanlar’a karşı tavrı Arap ülkelerine karşı yürüttüğü “kopuş” politikasından farklı olmuştu. Buradaki Türk ve Müslümanların kaderiyle de, bu bölgenin durumuyla da her zaman ilgilendi. Ama bu “kaybettiğimiz vatan” için bile maceracı bir politikaya girişmedi. Çünkü Balkanlar kaynayan bir etnik çatışma kazanıydı ve kaynamaya da devam edecekti. Buralara el atacak bir Türkiye, belki kısa vadede başarılı olur ama orta ve uzun vadede mutlaka bu bölgenin çatışmaları içinde boğulurdu.
Atatürk, milletine ve ülkesine olan sevgisi dolayısıyla böyle bir riske girmemişti. Bağrına taş basmış, yine de bu tavrını korumuştu…
Arap çöllerinde maceralara kalkışmak, İslam İmparatorluğu peşinde koşmak vs… Bunlar ayakları yere basan, aklı başında bir devlet adamı ve ulusal bağımsızlıkçının gündemine son madde olarak dahi bile giremezdi.
Tek reçete: AKP dengesizliğine karşı Atatürkçü, ulusal bağımsızlıkçı dış politika
Gelinen noktada AKP için “maceracı” demek bile yetmiyor. Çünkü artık pek maceraya kalkışacak takatleri de kalmadı. AKP, saldırdığı her alanda kaybedip geri çekildikçe akıllanmak yerine içindeki gizli “neo-İttihatçı”yı bir kenara itip korkaklığını, vesveseliliğini, acizliğini ve dengesizliğini “denge” perdesiyle örten özündeki “III. Abdülhamit”e sarılıyor. Bu da dışarıdaki her güce karşı munis kedi, içeriye karşı istibdat rejimi ve gericilik demek…
İş burada kalsa gene neyse ama kalmayacak. Sonunda AKP’nin esas kimliği de ortaya serilecek: Neo-Vahdettin! Macera ve dikta aşamalarından geçen AKP, sonunda kaçıp gitme noktasına da mutlaka varacak. Ama o anı beklersek ülke de batacak.
Türkiye’nin önünde 100 yıl sonra yine tek bir reçete var: Her türlü maceraya, dengeciliğe ve dengesizliğe karşı Atatürkçü, ulusal bağımsızlıkçı dış politika. Unutmayalım. Hâlâ batmadıysak temelimiz sağlam olduğundandır…