Avrupa Parlamentosu seçimleri, Avrupalıların temel toplumsal kaygısının “göçmen hareketleri” olduğunu açıkça ortaya koyacak biçimde sonuçlandı.
Fransa’da partisi çok büyük bir yenilgiye uğrayan Fransa Cumhurbaşkanı Macron Meclisi feshederek erken seçim kararı aldığını ilan etti.
Almanya’da muhafazakar partiler seçimleri kazandı, iktidarda bulunan sosyal demokratlar ve yeşiller güç kaybettiler. İtalya’da Başbakan Meloni’nin partisi birinci seçimlerden birinci olarak çıktı. İspanya’da geçtiğimiz seçimde büyük bir oy artışı yaşayarak birinci parti haline gelen Muhafazakar Halk Partisi oylarını korudu. Belçika, Hollanda gibi ülkelerde de durum farklı değil ve bu ülkelerde de göçmen karşıtı siyasi partiler güç kazanmış durumda.
Siyasal İslamcılar sonuçları “Avrupa’nın parçalanması” olarak yorumluyor. Oysa ortada bir parçalanma yok, “göçmen karşıtlığıyla” ifade edilen bir toplumsal eğilimin Avrupa’nın tüm ülkelerinde benzer biçimde güç kazandığı görülüyor. Kaldı ki Avrupa Birliği’nden ayrılan İngiltere’de de durum aynı.
“Güvenlik kaygısı” tüm Avrupa nüfusu için öncelikli mesele haline gelmiş durumda. Ekonomik ve ideolojik sorunlar bu aşamada önem kaybediyor.
Avrupa’nın kendi geleceği açısından büyük bir sorun olarak gördüğü göçmen hareketleri, Türkiye açısından önemli bir sorun olarak görülmüyor.
Oysa Avrupa’daki göçmen sayısından çok daha fazlası Türkiye topraklarında barınıyor. Türkiye dünyada en çok mülteciyi barındıran ülke konumunda ve bu övünülecek bir başarı değil.
Türk siyasetinde iktidar ve ana muhalefet arasında göçmenlerin Türkiye’de kalması üzerinden yapılan örtülü bir mutabakat var.
Türk toprakları Avrupa’nın güvenliği için “koruma kalkanı” olarak tahsis edilmiş durumda.
Diğer taraftan kimilerinin iddia ettiği gibi “ulus devletlerin” yok olmadığı, aksine devletlerin kendilerini ancak ulusal politikalarla savunabileceği gerçeği her geçen gün daha fazla ortaya çıkıyor.
Yaşamsal kaygıların olduğu hiçbir ülkede “kaynaşma” ya da “entegrasyon” politikaları kabul görmüyor.
Avrupa solunun gittikçe güç kaybetmesinin en büyük sebebi bu güvenlik endişesini yeterince önemsememek.
Fransa gibi bir ülkeye neredeyse 50-60 yıl öncesinde yerleşen Afrika kökenlilerin bile ulusal yapının bir parçası olmadığı anlaşıldı.
“Sınıfsal” değil bu, “ulusal” bir mesele.
Yeri gelmişken söyleyelim, Avrupa solunun “hümanist” tavrının altında yatan şey gerçek bir hümanizm değil; Avrupa işçi aristokrasisinin kendi rahatını bozmamak için “alt meslekleri” göçmenlere yaptırma tercihinden kaynaklanıyor.
Yaşam hakkını savunan Avrupalıyı “aşırı sağcı” olarak nitelemek ve “ırkçılıkla” suçlamak ise işin en kolayı…