Birbiri ardına gelen iki haber var. Birincisi, “Paw Guards” adıyla bilinen, sokak hayvanlarını koruma ve destek platformu diye tanıtılan sosyal girişim şirketiyle ilgili gelişme. Kurucu ve yöneticisinin 59 yıl 3 ay 24 gün kesinleşmiş cezası ve çok sayıda suçtan araması olduğu ortaya çıktı.
Adamın sicili dolandırıcılık, evrakta sahtecilik, bıçak ve demir sopayla adam yaralama, güveni kötüye kullanma gibi suçlarla dolu. Bir süredir Paw Guards’ın amacını ve yaptıklarını sorgulayan bazı gazeteciler dahil bir çok insan yine bu çevreden trol saldırılarının hedefi oluyor, hakaret ve tehdide maruz kalıyordu. Son gelişme, şüpheleri haklı çıkardı.
Aslında ortada birden fazla mama mafyası var. Hayvan ve doğa sevgisi ile bu tür oluşumların istismarına kendini açan bir hayli insan da var.
Diğer haber, işin diğer boyutunu yansıtıyor. Dün yayınlanan haberlere göre ABD Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi (CDC), Türkiye’yi kuduz riski taşıyan ülkeler kategorisine almış.
Aslında haber, yeni bir gelişmeyi yansıtmıyor. ABD’de ülkeye hayvan sokmakla ilgili sıkı düzenlemeler var ve bu konuyla ilgili ülke kısıtlamaları, CDC’nin tespitlerine göre belirleniyor.
Türkiye, 2021’de de aynı listedeydi, 2022’de de. CDC’nin listesi uyarınca Türkiye gibi yüksek riskli ülkelerden ABD’ye köpek getirmek için bir dizi şartı yerine getirmek gerekiyor.
Dünya Sağlık Örgütü’nün Kuduz Bülteni’ne göre ise Türkiye, hem “canine” (köpek) hem vahşi yaşam kaynaklı kuduz vakası görülme sıklığında en üstün bir altı kategoride: Salgın var ama kontrol altında.
Köpekler kuduz hastalığının başat taşıyıcısı. Avrupa gibi başıboş köpek problemini büyük oranda çözmüş yerlerde ise tek tük görülen kuduz vakalarının sorumlusu, yarasalar. Oysa Türkiye, 10 yıldır git gide artan bir çizgide kuduz ve buna bağlı ölüm vakalarıyla anılır oldu.
Kuşkusuz, bu artışta –diğer salgın hastalıklar gibi– hiçbir kontrolden geçmeksizin gelen Suriyeli ve Afganların etkisi büyük. Ama sonuçta onun da gerisinde bir köpek teması var. Bundan iki hafta önce Şanlıurfa’da kuduzdan yaşamını yitiren Suriyeli Hasan Halil Faras’ı Tel Abyad’da başıboş köpeğin ısırdığı ortaya çıkmıştı.
Yani ülkede ne doğru dürüst uygulanan bir sokak hayvanı politikası ne de bilinçli olmasını beklediğimiz uyanık bir orta sınıfımız var. Sonuç olarak Türkiye Hindistan’a, Pakistan’a benzemeye başladı.
Temel eksik olarak aşılama ve kısırlaştırma ihtiyacından bahsediliyor. Doğru. Özellikle belli bir aşılama oranı yakalanırsa kuduz da ekarte edilebilir.
Ama kuduz bitince sorun bitiyor mu? Dahası kuduz zaten bitmişti. Nasıl geri geldi?
Tabi ki kontrolsüz üremeyle. Ama burada satış maksatlı cins köpeklerin merdiven altı çoğaltılması veya satın alınıp terk edilmesiyle açıklanamayacak boyutta büyük bir mesele var. Türkiye’de sokak hayvanları hem bir bir fetiş hem de tabu halini almış durumda. Ve bunun köpek denilen hayvanı tanımamakla da epey ilgisi var.
En büyük doğaseverler, en fanatik hayvan dostları, bilinçsizce bağış yaptıkları mama endüstrisini besleyen geniş bir kitle, neyi besleyip büyüttüğünün farkında değil. Keşke semirttikleri, bağış vurguncusu iki sabıkalı kurnazdan ibaret olsa.
Köpek, en erken dönemlerden itibaren biz Homo Sapiens Sapiens’e eşlik ederek evrimleşmiş bir alt tür. Yani en az iki yüz bin yıl boyunca, insanın avcı zekâsına yaslanarak evcilleşen, evcilleştikçe köpek halini alan kurtlar bunlar. Köpeği biz yarattık anlayacağınız.
Bugün köpek, artık o kadar köpek ki başında bir insan lider olmadığı takdirde ya ölür ya da delirir. Dolayısıyla köpek severlerin karşılaması gereken öncelikli köpek ihtiyacı, insan liderliği, yani sahipliktir. Mamanın sırası çok sonra gelir.
Sahipli köpek açsa bile huzurludur. Sürekli beslenen ama sahipsiz kalan köpek ise, kurtlaşıp çeteleşir. Delirme dediğimiz budur. Asıl sorunumuz, milyonlarca sahipsiz, denetimsiz ve başıboş köpeğin “Vahşetin Çağrısı”na kapılmış olması, bir köşeye sotelenerek insan dahil her şeye saldırmaya hazır olması.
Yani kuduz mikrobu bile, aslında kontrolsüz köpek nüfus artışının getirdiği bir tâli mesele. Dolayısıyla hem kırsalda hem şehirlerde başıboş köpeğe müsaade edilemez. Gelişmiş, huzurlu ve müreffeh hiçbir ülkede buna tahammül edilemez.
Peki, tamam. Barınaksa barınak, kısırlaştırmaysa kısırlaştırma… Ama bunlar da sorunun merkezine inmemiz için yeterli değil.
Soru şu: Ya barınaklara yerleştiremeyecek kadar fazla köpek varsa? Ya bunlar besleyemeyeceğimiz kadarsa? Ya kültürel alışkanlıklar ve daha başka bir sürü sebepten ötürü sahiplendirme konusunda da yetersiz kalacaksak?
Söz konusu insan olunca Vatikan tavrı alan, insanı yer yüzünde bir leke ve hata olarak gören, hemen Malthus’un nüfus teorisine sarılanların sınavı da burada başlıyor işte.
Son tahlilde ne yapacağız? Köpeğin parçaladığı 3,5 yaşındaki çocuğa “O saatte ne işi varmış orada” mı diyeceğiz?
Bakın, bu Allah’ın cezası anayasalar, biz insanlar için. Ve insanlar, artık anayasal hakları olan gecenin bir yarısı veya sabahın köründe veya istediği bir anda herhangi bir sokakta, caddede veya deniz kenarında bulunmak gibi en temel hakkını kullanamaz halde geldi.
Mama lobisi zengin olacak ve Orta Doğulaşan bir memlekette birileri doğa sevgisini tatmin edecek diye.
Doğacılığın gericiliği de burada ortaya çıkmıyor mu? En son durumda, köpek ve insan arasındaki çatışmada çözümsüz kaldığımız son tahlilde bile doğacılık, insanı değil türlerin rekabetini kutsuyor. “Hayvan hakları” kavramı bile –başlangıçta hayvanlara eziyetin karşısında durmayı ifade etse de– günün sonunda hukukî bir terim olarak işi egemenlik paylaşımına götürmüyor mu?
Evet, ne yapacağız? Özerklik tanıyıp toprak mı vereceğiz? Doğacılığın götürdüğü yer, çok daha karanlık. Sonuçta hayvan hakkını ideolojik zemin kabul ettiğinizde varacağınız yer, inanmak istemeseniz de, cumhuriyet düşmanlığı olacak. Bizim gibi primatların hayatı, 150 bireylik gruplarda en güçlünün “Reis” olduğu doğal bir hayattır. Ama o kadar geriye gitmeyelim diyorsanız, buyurun size Tayyip tipi Başkanlık sistemi. Cumhuriyetten ve demokrasinden daha doğal.
Unutmayalım ki “doğayı korumak” bile insan odaklıyken anlam kazanıyor. Doğanın kirlenmesi ve tahrip edilmesi, doğal felaketler ve doğa kıyımları da hep insan açısından tanımlanan durumlar. İnsan için yaşanamayacak hale gelen bir doğa zaten kendi yolunda ilerler.
Sonuçta bir zihniyet kriziyle karşı karşıyayız. Hayvan meselesinde de diğer meselelerde olduğu gibi ülkece gelişmişlikle gelişmemişlik arasında bir yerde duruyoruz. Ya her şeyi insan için, insandan ötürü ve insana göre kurgulayacağız… Ya da insana, yani kendimize düşman olacağız. Yani kuzgun leşe ki bu da son derece doğal!