Basın ve siyaset
Yeni bir seçim öncesinde basın üzerine bir yazı yazmak da nereden çıktı diye sorabilirsiniz, hemen cevaplayayım:
Türkiye’de basın temizlenmeden siyaset de temizlenemez!
Siyasetteki ahlâksızlık ile basındaki ahlâksızlık arasındaki paralellik, ülkemizde neden muhalefetin hep kaybettiğinin de, seçim kazanmak isteyen muhalefetin nasıl da iktidarın bir karikatürüne dönüştüğünün de göstergesidir.
Tam da bu nedenle son aylarda basına yansıyan tartışmalara yeniden bakalım derim.
Gerçeklerle yüzleşmeye hazır mıyız…
Koç Üniversitesi yurdunda aslında ne oldu?
2024’ün ilk günlerinde basında dehşet verici bir haber yer aldı. Habere göre, Koç Üniversitesi’nin yurdunda kalan bir öğrenciye (biz yazımızda bu öğrencinin adını vermeden X diyeceğiz) kaldığı yurttaki oda arkadaşı iki öğrenci (bu iki öğrenciye de Y ve Z diyeceğiz) tarafından ırkçı bir saldırı düzenlenmişti.
Evrensel gazetesinin başlığı şöyleydi:
“Koç Üniversitesi yurdunda TÜBİTAK birincisi Kürt ve Alevi öğrenciye ırkçı saldırı.”
Spotta ise şu bilgiler verilmişti:
“Koç Üniversitesinde TÜBİTAK birincisi F. B., Kürt ve Alevi olduğu için aynı odada kaldığı iki öğrenci tarafından saldırıya uğradı. Kemerle dövüldü, yüzüne ütü basılmak istendi, kesici aletle yaralandı.”
Okuduğunuz an sizi dehşete düşürecek bir haber bu.
Ben burada sadece Evrensel gazetesinden alıntıladım haberi ama bu haber, Evrensel okur kitlesi kadar dar bir çevreye ulaştı sanmayın. Hemen hemen her gazetede, etkili internet sitelerinde yer aldığı gibi aynı anda hem Halk TV hem de A Haber’de, tıpkı Evrensel’deki içeriğiyle kamuoyuna duyuruldu.
Bir öğrenci özellikle hedef yapıldı: Y.
Çünkü Y, açıkça Türk milliyetçisi olduğunu beyan eden biriydi, Kürtler aleyhinde sözleri mevcuttu.
Bir anda internette PKK yandaşı hesaplar Y’nin kimlik bilgilerini, fotoğrafını, adresini paylaşmaya başladılar.
Mağdur olduğu iddia edilen öğrencinin yani X’in adını kodlayan gazeteler, Y ve Z’nin açık adlarını yazmaktan çekinmiyorlardı.
Gerçek bir linç başlamıştı…
Peki olayın aslı neydi?
Olay savcılığa intikal etmişti. X adlı öğrenci, Z adlı öğrenci hakkında şikâyette bulunmuştu, Y ise bu olaya ilişkin tanıktı sadece. Ama nedense işkence yaptığı iddia edilen Z değil de tanık olan, X’in bile bana saldırdı demediği kişi olan Y hedef alınmıştı.
Çünkü Y, Türk milliyetçisiydi, bu nedenle hedef yapılması son derece kolaydı.
Bu ülkede Türk’sen ya ırkçı olurdun ya soykırımcı ya da faşist.
Evet, Türk’sen ve Türk milliyetçisiysen insan yerine konmazdın ve doğal olarak insan haklarından da faydalanamazdın.
Savcılık belgelerine bakan hiçbir gazeteci Y’yi suçlayamazdı ama suçluyorlardı. Üstelik savcılık belgelerinde şikâyetçi olan X’in ütü basılması gibi bir iddiası ve şikâyeti yoktu ama herkes bunu yazıyordu.
Basın, apaçık yalan haber yapıyordu ama yalandan öte bir motivasyonu da vardı…
Aslında savcılık belgelerine göre X ile Z arasında geçek bir sorun vardı. X, Z’nin kendisine şiddet uyguladığını söylüyordu, Z ise bu şiddeti inkâr etmiyordu çünkü ona göre X kendisine cinsel saldırıda bulunmuştu, o da kendisini savunmak için şiddet uygulamak zorunda kalmıştı.
Peki basın neden bu iddiayı gündeme getirmiyordu, özellikle cinsel saldırı konusunda toplumsal bir duyarlılık yok muydu?
Yoksa bu duyarlılık sadece kadınları mı kapsıyordu, eşcinsellerin cinsel saldırısına uğrayan erkekler kapsam dışı mı bırakılmıştı?
Eşcinselin taciz hakkı zaten doğal olarak vardı, bu onun cinsel tercihi ve yönelimiydi, buna taciz denemezdi! Eşcinselin tacizine karşı çıkarsanız, onun cinsel tercih ve yönelimini inkâr ederek yeni bir suç bile işlemiş sayılabilirdiniz!!
Koç Üniversitesi’nde yaşanan olayda politik bir motivasyon olduğu daha en başında atılan manşetlerde kendini belli ediyordu ama Türkiye’deki politik saflaşmayı bundan daha iyi deşifre edecek olay da zor bulunurdu.
Mağdur ilan edilen öğrenci X, eşcinseldi ve doğal olarak mağdur ve mazlumdu.
Kürt’tü, ikinci defa mağdur ve mazlumdu.
Aleviydi, üçüncü defa mağdur ve mazlumdu.
Son olarak AKP’liydi ve yine mağdur ve mazlumdu.
X, muhteşem bir politik tercihte bulunmuştu ve her kimliğine sahip çıkacak bir kesim olduğunu bilecek kadar da akıllıydı.
Eşcinsel lobisi, Kürt lobisi, Alevi lobisi, AKP lobisi bir araya gelince Evrensel’den BirGün’e, Halk TV’den A Haber’e dört dörtlük bir cepheyi arkasına almıştı.
Zavallı tanık Y ise “Ben de Alevi’yim” dese bile onun Aleviliği makbul bir Alevilik değildi, Alevi dediğin eğer Kürt’se Alevi sayılırdı bu ülkede!
Bu örnek olayda dikkatinizi çeken bir şey daha olmalı, değil mi?
Evet, yargı ne yaptı?
Benim görebildiğim kadarıyla tarafsız kaldı.
Oysa bu olay çok basit bir adli vakaydı. X adlı şahıstan şikâyetçi olan başka öğrenciler de vardı ve bunlar X’in bir tacizci olduğunu iddia etmekle kalkmıyorlar, aynı zamanda şahsın kendilerine ait görüntü ve ses kayıtları ile şantaj yaptığını iddia ediyorlardı!
Bu iddiaların doğruluğunu bulmak ise savcılık için son derece kolaydı, X’in telefonunu incelerdiniz, şikâyetçilerin telefonlarını incelerdiniz, GSM arama ve yer kayıtlarını incelerdiniz ve olay çözülürdü.
Ama olay çözülse, Türk muhtemelen aklanır, eşcinsel, Kürt ve AKP’li biri de suçlu çıkabilirdi.
Sahi yargı neden bu olayın üzerine gitmedi sizce?
Soruşturma derinleştirilse ipin ucu nereye uzanacaktı da durdular?
Siyasetin ve yargının durumu ortada sanırım ama bu olayda kullanılan kolluk gücünün polis değil de basın olduğunun ayırdında mıyız?
Ve çok önemli bir uyarı daha, haberleri okuduğumuzda, “Gerçek ne?” diye mi soruyoruz, yoksa “bizimkiler” deyip sosyal medyada biz de saldırıya mı katılıyoruz?
En acıtıcı soru: Gerçeğin bizim için bir önemi kaldı mı?..
Hamas nasıl mağdur oldu?
Gelelim gündemi meşgul eden başka bir olaya.
Hamas, 7 Ekim tarihinde İsrail’e yönelik bir saldırı gerçekleştirdi.
İsrail’in Hamas’a, Hamas’ın ise İsrail’e saldırılarına zaten alışık olanlar için bunun bir haber değeri bile belki olmazdı ama adeta bir bombanın pimi çekilmişti bu saldırıyla.
İsrail’in, hiçbir insan tarafından kabul edilmeyecek karşı saldırısı başladı, hâlâ da devam ediyor.
Fakat İsrail’in haksız ve zalim saldırılarının bize başka bir zalimliği unutturduğunun farkında mıyız?
Hamas, İsrailli sivillere yönelik bir saldırı gerçekleştirdi, bu sivillerden bir kısmı kadındı, bu kadınlar çırılçıplak soyularak teşhir edildi, işkenceye uğradılar ve öldürüldüler.
Batı kamuoyunu infiale sürükleyen tam da bu gaddarlık ve zalimlik oldu.
Hamas’ın yaptığının savaş hukukunda bile yeri yoktu, insanlık suçuydu.
Ama siyaset tarafından kullanılan ve basın tarafından işlenen “benim gerçeğim-senin gerçeğin” manipülasyonu devreye sokuldu.
İsrail’in yaptıklarını gösteren basın Hamas’ın yaptıklarını gizliyordu.
Hamas, kadın da öldürse çocuk da öldürse haklıydı çünkü onun davası haklıydı!
İsrail, Hamas’ın yaptıklarının binde birini bile yapsa haksızdı çünkü onun davası haksızdı!
Nazi propaganda gerçekliği devreye girmişti ve ortada artık bir basın kalmamıştı, Gerçek Bakanlığı devredeydi.
Oysa İsrail’de durum bizden farklıydı.
İsrail’de basında da siyasette de kendi hükümetlerine karşı çıkanlar vardı, açıkça meydanlarda gösteri yapabiliyorlardı, Filistin’i savunabiliyorlardı.
Ya Hamas’ın denetimindeki Filistin’de?
Hamas’ın denetimindeki Filistin’de ise önce sol Filistin örgütleri yok edilmiş, sonra FKÖ tasfiye edilmiş, en son El Fetih kapı dışarı edilmişti. Hamas, tek parti olarak ve silahlı bir parti olarak her dediğini yapardı ve onun hiçbir dediğine karşı çıkamazdınız.
Karşı çıkacak cesareti bulana, “Ne yani sen İsrail’i mi tutuyorsun?” diye suçlama yapacaklarını da sanmayın, onu bizim ülkemizde yapıyorlar, orada bunun bedeli kurşundur!
Ama bizim gibi Doğu ülkelerinde sıradan bir vatandaşa bile sorsanız size Batı’nın ne kadar yozlaşmış bir ülke olduğunu, ne kadar zalim olduğunu, Kızılderilileri nasıl katlettiklerini anlatacaktır.
Demek ki Gerçek Bakanlığı başarılı olmuş, bizim gibi Doğu ülkelerindeki vatandaşın, söz hakkı, gösteri hakkı, seçim hakkı gibi taleplerini daha anne karnında öldürmeyi başarmıştır.
Sorulamayan soru: 7 Ekim, Türkiye’de mi planlandı?
Hamas, Türkiye’de yine tüm kesimleri birleştirmişti.
Laik denilen kesimler İslamcı Hamas’a ekranlarda dua ediyor ama aynı Hamas’ın Hüda-Par ile birlikte verdiği fotoğrafları görmezden geliyordu.
Milliyetçi denilenler Hamas’ın HDP ile verdiği pozları görmezden geliyordu.
Normalde AKP’nin sınır ötesi heveslerine karşı çok duyarlı olan Sol, Hamas büyüsüne kapılmış ve çok önemli bir detayı görmezden geliyordu.
2 Ocak günü İsrail, Lübnan’daki Hizbullah bölgesinde, Hamas’ın iki numaralı ismi Salih-el Aruri’ye suikast düzenledi. Aruri, çok önemli bir isimdi, Hizbullah ile Hamas arasındaki köprü olduğu gibi, İsrail’e yönelik 7 Ekim saldırısını planlayan kişi olduğu sanılıyordu.
Ama hikâyenin bizi ilgilendiren bir kısmı daha vardı, Aruri, uzun yıllar Türkiye’de bulunmuş, Hamas’ı buradan idare etmiş, en sonunda Mavi Marmara görüşmeleri sonrasında Türkiye’yi terk etmek zorunda kalmıştı. Dikkat çeken bir ayrıntı ise Aruri’nin tam da 7 Ekim saldırıları öncesinde Türkiye’de bulunuyor olmasıydı.
Doğal bir gazeteci refleksiyle sormanız gereken soru nedir?
Hamas ile AKP’nin ilişkisi nedir?
Daha önemlisi Aruri, 7 Ekim saldırısını Türkiye’den mi planladı?
Alın size AKP’nin emperyal yayılmacılığına karşı çıkan solcular için, hele hele PKK yandaşları için güzel bir soru.
Ama bu soru sorulmadı çünkü bizdeki Sol’un, küresel terör ağında, PKK-Hamas-Hizbullah arasındaki iş birliğinin açığa çıkmasını istemeyeceğini tahmin etmelisiniz:
Kimse kendi ipinin açığa çıkacağı bir yumağı çözmek istemez!
Ama sorulmayan bu sorunun çok daha fazla açığa çıktığı başka bir haber de yansıdı basına.
2 Ocak’taki Aruri suikastından iki gün sonra MİT, MOSSAD ajanlarını kıskıvrak yakalamıştı. Onlarca zanlı adliyeye sevk edilmişti.
AKP iktidarının İsrail karşıtlığı yaparak, hele de MİT’i ön plana çıkartarak, MOSSAD’a vurarak kazanacağı kamuoyu desteğini görmek son derece basitti. Fakat haberlere bakılırsa ortada casuslukla suçlanabilecek bir faaliyet yok gibiydi. İddialara göre, MİT, MOSSAD lehine internet ortamında bilgi toplayanları yakalamıştı. Kimse de sormadı, iyi de internetteki tüm veriler zaten onların elinde, bu iş için niye casus beslesinler ki?
Daha çok, yakalanan MOSSAD ajanlarının Arap kökenli olduğu konuşuldu, herkes bunlar üzerinden internet tıklaması peşine düştü ve yine kimse 2 Ocak Aruri suikastı sonrası MOSSAD operasyonunun o en kritik sorusunu soramadı!
İsrail’e İhracat: Bir hamaset imalatı
Bunun yerine gerçeği değil hamaseti boca edip durdular ekranlardan ve gazetelerden.
Bunun en kolay yolu ise AKP iktidarında İsrail’e yapılan ihracat rakamlarını sunmaktı.
Burası, basın ahlâksızlığı ile muhalefet aptallığının kesiştiği yerdi.
Davutoğlu yanlısı İslamcı Karargazetesi, hem Hamasçıydı hem de AKP karşıtı. Böyle olunca, AKP’yi İsrail’le iş birliği ile suçlamak, Filistin davasını satmakla suçlamak onlar için iyi bir politik mevzi olabilirdi.
Oysa bu mevziyi seçen Necmettin Erbakan bile AKP tabanını ikna edememişti, İslamcı taban, ErbakanHoca’larını dinlememiş, “AKP’ye oy verirseniz İsrailci olursunuz” parmak sallamalarını takmamıştı.
Bu defa Karar gazetesi ekonomi yazarı İbrahim Kahveci İsrail ile ihracat rakamlarını haberleştirerek aynı işe koyuldu. AKP, İsrail’e ihracata devam ediyordu, devam etmekle kalmıyordu, ihracat da artıyordu.
İslamcı Karar’ın bu hamaseti ulusalcı kesimde de kendisine alıcı buldu ve Halk TV’nin laik iktisatçıları da İslamcı AKP’yi yeterince İslamcı olmamakla suçlamak için benzer verileri kullanmaya başladı.
Her yalanın güçlü olması için içinde az da olsa gerçek bulunması gerektiğini ilk söyleyen Goebels miydi bilmiyorum ama AKP Türkiye’sinde en iyi yapılan işin bu olduğunu söyleyebilirim.
İbrahim Kahveci’nin yayınladığı grafikte gözüken Türkiye’nin İsrail’e 2023 yılı ihracatının 2022’ye göre toplamda düşmüş olduğuydu. Bunu iktisatçı gözüyle yorumlamak mümkündü, Türkiye genel olarak ihracatını düşürmüştü 2023’te.
Beni daha çok düşündüren ise bu düşüşün arkasında iktisadi değil de politik bir sebep olup olmadığıydı. Sanki bir el devreye girmiş ve tam da 7 Ekim hazırlığı sırasında, 7 Ekim’in plancısı Aruri Türkiye’deyken, MİT, MOSSAD’çıların peşine düşmüşken, İsrail’e ihracat azalmıştı.
Hâlâ da merak ediyorum.
Ama biliyorum ki bu ülkede gerçeği merak eden insan yok, insanlar kendi gerçeklerini üretmek, onu bir kitleye ulaştırmak peşinde.
Buna gazetecilik deniyor.
Başka bir kesim ise karşıt mahallelerin ilgisini ve sempatisini çekmek, bu yolla AKP tabanından oy alacağını sanmak gibi budalalık peşinde, buna ise siyaset deniyor.
Bense basındaki ahlâksızlık ile siyasetteki ahmaklığın nasıl da birbirini beslediğini görüyorum.
Ahlâksızlık-ahmaklık döngüsü
Benzer bir ahlâksızlık-ahmaklık döngüsünde beyinleri pelte pelte, vicdanları dumur edilen bir halk var artık karşımızda.
Seçimlere gidiyoruz, ahmak muhalefetin sözcüleri gazetelerinde ve televizyonlarında Hüda-Par adaylarının Hizbullah geçmişine yer veriyor. Ama aynı gazete ve televizyonlarda PKK’yı savunan HDP adayları fink atıyor.
Sorsan, AKP tabanı ahlâksız ve koyun, öyle mi!
Müsamere muhalefeti AKP’yi Batı’dan kopmakla suçluyor, sonra neden İsveç’in NATO üyeliğine oy verdiler diye eleştiriyor.
Hayrola, siz zaten Batı’dan kopmayalım demiyor muydunuz?
Yine aynı muhalefet ve basın, kendince dalga geçiyor, “İsveç artık teröre destek olmuyor mu?” diye! İyi de siz bugüne kadar terör demiyordunuz ki, ne oldu birden PKK yandaşlarını terör örgütü yandaşı olarak mı görmeye başladınız?
AKP, faizleri düşürürken neden faiz yükseltmiyorsun diyen muhalefet AKP faizleri yükseltmeye başlayınca birden eleştirmeye başlıyor. Eleştirse yine iyi; dalga geçiyor. Çünkü onun dalga geçecek lüksü var, ekonomik durumu yerinde, tuzu kuru.
Artık şunu görmek zorundayız:
Basının tıklama şehvetine kurban edilen şey öncelikle gerçektir.
Gerçek dediğimiz şey, aslında daha ilkokul temel değerler eğitiminde öğrenmemiz gereken şeydir, iyiyi, doğruyu, haklıyı desteklemek.
Peki bizde olan ne?
Benim yalanım gerçektir, benim kötüm iyidir, benim yanlışım doğrudur!
Başkasının gerçeğine yalan derim, başkasının iyisini kötülerim, başkasının doğrusuna yanlış derim!
İktidarı ile muhalefeti ile ülke tam olarak bu kısır döngüye girmiş ve çıkamıyor.
Bu basın ahlâksızlığı ile muhalefet ahmaklığının olduğu yerde, gerçeğe, iyiye, doğruya savaş açan asıl büyük güç olan iktidar ise her seferinde kazanıyor. Ülke adım adım faşizme, bir Ortadoğu diktatörlüğüne doğru gidiyor…
Bu basın ahlâksızlığının ve muhalefet ahmaklığının güçlendirdiği tek şeyin iktidar olduğunu bakalım ne zaman anlayacağız…
Gerçekler acıdır
“Gerçek gerçek” deyince kafaların liberal bir post-truth kavramına gideceğinin farkındayım. Özellikle gerçek dememin nedeni tam da bu; birileri, bu kavramı liberaller kullanıyor diye gerçeğe karşı mı çıkacak diye merak ediyorum.
Çünkü Goebels’in nasıl yetiştiğini gayet iyi biliyorum. Gerçek Bakanlığı’na giden yol gerçeklerin yok edilmesinden geçmişti, daha sonrasında Gerçek Bakanlığı’nı yok edenler bakanlığı ortadan kaldırırken gerçeği kurtarmadılar.
O zaman en güzel örneğe gelelim ve kim gerçekten gerçeğin yanında sınayalım mı…
Can Atalay, TİP tarafından Hatay’dan milletvekili adayı gösterildi ve halk tarafından seçildi. Ama halkın seçimine rağmen milletvekili yapılmadı.
Anayasa Mahkemesi kararını Yargıtay uygulamadı ve büyük bir hukuk krizi çıktı.
Bu dava örneğinde, en solcusundan en liberaline kadar bir kesim Anayasa’nın üstünlüğünü, Anayasa Mahkemesi’ni savundu.
Tavır doğruydu ama acaba aynı kesimlerin AKP hakkında kapatma davası sırasında, 367 krizinde, PKK yandaşı partilerin kapatılması kararlarında Anayasa Mahkemesi’ne nasıl saldırdıklarını unuttuk mu?
AKP’nin kullandığı vesayet kavramının bir İkinci Cumhuriyetçi yumurtlaması olduğunu hatırlıyor musunuz?
Tamam, artık akıllandınız, vicdana geldiniz kabul edebilirim durumunuzu.
O halde basit bir gerçek, adalet, vicdan testi daha yapalım.
Benzer bir hukuksuzlukla, tıpkı Osman Kavala’nın ve Can Atalay’ın mahkûm edildiği Gezi Davası’na benzer bir dava ile, 28 Şubat Davası ile mahkûm edilen ve 80 yaşının üzerinde hapse atılan Türk Ordusu’nun komutanları için ne diyeceksiniz?
Gezi yalandı ama 28 Şubat gerçekti mi?
Türk Ordusu’na mensupsan zaten suçlusun mu?
Hem Türk, hem askersen, eh bir de Atatürkçüysen sen, hapsi zaten hak ettin mi?
Ama biliyorum susacaksınız, tıpkı şimdiye kadar hep sustuğunuz gibi.
Çünkü siz hukuk da, adalet de, gerçek de istemiyorsunuz, siz de tıpkı AKP gibi sadece kendinizin hakkını savunuyorsunuz ve karşıtlarınız için de hukuk değil hukuksuzluk istiyorsunuz.
Zaten AKP’yi siz bu kininizle, bu hukuksuzluğunuzla yarattınız ve yarattığınız Frankenştayn şimdi sizi de hapse attı.
Buna rağmen, sizin dışınızda onca insan siyasi nedenlerde hapiste olmasına karşın onlar için hukuk istemiyorsunuz.
Açık konuşalım:
Siz hukuk mukuk istemiyorsunuz, siz iktidar olmak istiyorsunuz.
Hep gerçek gerçek diyorsunuz ya…
Görüyorsunuz gerçekler acıdır…
Gerçeğe çağrı
Peki gerçeğe, hukuka, adalete hiç kavuşamayacak mıyız?
Bu saydıklarımızın istisna olduğu ama yaşandığı toplumlar, ülkeler, devletler elbette olmuştur ama İlk Çağ’ın hayali eşitlikçi toplumlarına da Orta Çağ’ın adil örneklerine de geri dönemeyiz çünkü bunlar sadece istisnaydılar.
İstisnayı kaide yapan ise Batı Hukuku oldu.
Batılılar bu hukuka ulaşana kadar birbirlerini çok doğradılar, çok kan akıttılar ama en sonunda toplum olmayı başardılar.
Biz de Cumhuriyet ile birlikte büyük bir toplumsal devrim yaptık ve bunu hukukla da kurumsallaştırdık.
Bugün ise yeniden kabile tuzağına düşmüş durumdayız.
Kabilelerden bahsediyorsak ortada bir sosyoloji değil antropoloji vardır; kabileler savaşır!
Kabilelerin sadece beka kaygısı vardır.
Kabileler sadece savaşmayı bilir ve savaşın da hiçbir kuralı, hukuku yoktur.
En önemlisi kabile üyesinin aklı, kabile reisinin ise ahlâkı yoktur.
Böyle bir kabile tuzağından çıkışın yolunun öncelikle basının ahlâklı, muhalefetin ise akıllı olmasından geçtiğini anlayacağını hiç sanmadığım güzel ülkemin güzelliğe sırt çevirmiş halkına hayırlı seçimler dilerim…
Emin olun, hak ettiğiniz şekilde yönetileceksiniz!
