Gecenin bir yarısı…
Annemin sakin sesi ile uyandım tatlı uykumdan. Bir yandan “Oğlum kalk, deprem oluyor” deyip bir yandan da beni uyandırmaya çalışıyordu. Evet hafif bir sallantı vardı. Önemsemedim… Nasıl olsa yarın sabah haberlerde sunucu elindeki kağıtlardan okurken öğrenirdik nasıl bir deprem olduğunu.
Benim aklımdan bunlar geçerken birden sanki bir darbe aldı evimiz. İşte o zaman bunun o sıradan sarsıntılardan biri olmadığını anladım.
Koridorda babam ve kardeşimle de buluşup evden çıkmaya çalıştık. Çıkmaya çalıştık diyorum çünkü bırakın bir kapıdan geçmeyi, ayakta durmak bile zordu.
… Ve bitmiyordu.
Bir deprem ne kadar sürer ki?
20 saniye bilemediniz 25 saniye…
Biz o gece 45 saniye salladık.
O zaman bu kadar uzun deprem olur mu diye düşünürdük. Ama oluyormuş işte. Ya daha uzun olsaydı? 45 saniye değil de 1 buçuk dakika sallansaydık?
Annemle babam o saatte hala ayaktaydılar. Uyku tutmamış bir türlü, bir huzursuzluk varmış içlerinde. Sonraki günlerde o saatte pek çok insanın uyuyamadığını dinleyecektim…
Bir şekilde evin dışına attık kendimizi. Sarsıntı bitti. Bu kez de kendimizi derin bir karanlığın ortasında bulduk. Körfez kapkaranlık, evler, sokaklar kapkaranlık… Bir tek sanki bir depremle insanlığın içine düştüğü acziyeti izler gibi duran Samanyolu vardı yukarıda parlayan…
Radyoları açtık hemen…
Uykulu bir spiker sesi bir depremin olduğunu, Avcılar bölgesinde birkaç evin yıkıldığını söylüyor, o da olanlara anlam vermeye çalışıyordu.
Avcılarda yıkım var. Biz ise Hereke’deyiz… Aklımıza ilk şu geldi korkuyla; demek ki Avcılarla aramızda hiçbir yer kalmadı.
Ama öyle değildi işte. İstanbul büyük çoğunluğu ile -şimdilik- yıkılmamış, Hereke’nin doğusu yerle bir olmuştu.
Ya Tüpraş Patlasaydı
Deprem bitmişti ama felaket bitmemişti. Önce yaşadığımız bölgede belediye araçları anons yapmaya başladılar “Tüpraş patlayacak, hemen bölgeyi terkedin”
10 dakika içerisinde acil ne eşyamız varsa alıp evi terk edişimizi hatırlıyorum…
Tüpraş patlamadı, yangın kısa zamanda kontrol altına alındı.
Ama hepimizin aklında aynı soru hep oldu? Ya o gün Tüpraş patlasaydı? Ya da yangın günlerce kontrol altına alınmasaydı?
Üniversite Hastanesi
Yangının kontrol altına alınmasıyla birkaç gün sonra geri geldik. O zamanlar Kocaeli Üniversitesi Hastanesi Derince’de bir tepedeydi. Bir yokuşu tırmanır, yavaş yavaş binanın ortaya çıkışını izlerdiniz. Depremden sonra hastane binasını tekrar görüşümü unutamam. O zor günlerde bu binanın yıkılmaması yaşadığımız nadir mutluluklardandı. Biliyorduk, yıkılmazdı. O zamanlar yapılan kamu binaları çok sağlam olurdu çünkü. Ama ya yıkılsaydı… altında kalacak onca doktor, sağlık personeli, hasta ne olacaktı? Bölgenin en büyük hastanesi yıkılsa onca yaralı nerede tedavi olacaktı?
Ordu sokakta
Kocaeli sokaklarında dolaşırken her yerde askere rastlıyordunuz o zamanlar. Sadece asayişi sağlayan değil; enkaz kaldıran, yolları açan yemek dağıtan, kısacası milletinin yaralarını saran Mehmetçiğe…
Bir nebze de olsa ferahlıyordunuz. Facia büyüktü, çok hata vardı ama yalnız değildiniz. Elinizden tutan Mehmetçik vardı…
Ya o gün Mehmetçik orada olmasaydı?
6 Şubat’ta olabilecekleri 17 Ağustos’ta gördük
Elbette afetlerin büyüğü küçüğü yoktur. Yanan can sizinki ya da bir yakınınızınki ise sizin için en büyük felaket odur.
20 yıl sonra bakınca millet olarak şanslıydık diye düşünüyorum. Hastaneler ayakta kaldı, Tüpraş patlamadı, devlet anında müdahale etti…
Bugün olduğu gibi o zaman da yaralarımızı beraber sardık…
Sanki bize 17 Ağustos’ta şu mesaj veridi: “Bu büyük felaket daha da büyük olabilirdi. Olmamış olması olmayacağı anlamına gelmez. Önlemleriniz alın…”
Ve biz hiçbir şey olamamış gibi yaşamaya devam ettik…
Bırakın önlem almayı işleyen mekanizmaları da bozduk, çalışmaz hale getirdik.
Sonra da tüm bilim adamları tarafından beklenen deprem olunca şaşırdık.
17 Ağustos 1999 asrın felaketiydi. O zamanlar öyle deniyordu. Bundan kötüsü de olmaz deniyordu…
Bugün ise 6 Şubat için asrın felaketi diyoruz.
Elimizdeki tedbirleri arttırmak bir yana tüketmeye devam edersek de daha nice “Asrın Felaketi”ne tanıklık edeceğiz.
HAZAR ARISOY